İnsanın, inanç ve düşünce ikliminin değişmesiyle nasıl köklü ve temelden bir dönüşüm yaşayabileceğine misâl olarak, İslâm tarihinde, "İslâm'dan önce Ömer, İslâm'dan sonra Ömer" deyimi kullanılagelmiştir. Necip Fazıl ve hayatı da bu hususa misâl gösterilebilir.
Bu değişim, onun şiir kronolojisine bakıldığında açıkça görülür.
Mürşit olarak benimseyip bağlandığı ve sayesinde hakikatlerle tanıştığını ifade ettiği
Arvasî Hazretleri'nden evvel, karamsar, kötümser, yalnız ve ümitsiz bir hayat felsefesiyle sürüklenen şair; imanı bütün hakikatiyle benimseyip yaşadıktan sonra büyük bir aşk, şevk, aksiyon, azim ve kararlılıkla koca bir nesli ardından sürükler hâle gelmiştir.
Kaldırımlar ve Otel Odaları, Necip Fazıl'ı şiir sanatındaki yeri açısından parlak bir yıldıza dönüştüren ve geleceğin büyük şairini müjdeleyen ilk eserlerdendir. Dil ve âhenk bakımından harika olan bu şiirlere aşina olanlar iyi bilirler ki, bu eserler sıkıldığında avuca yalnızlık, ıssızlık, korku, hüzün ve sıkıntı dökülür. Hayata dair kafasını kurcalayan müthiş soruları cevaplayamayan sancılı şair, sıkıntısına derman olacak bir şeyler bulamayınca kendini geceye ve karanlığa atar. Hayatın gerçeğini tam keşfedemediği için, gördüğü yalanları geceyle örtmeye çalışır ve kendine bir hakiki yoldaş bulamadığı için kaldırımlarla söyleşir:
"İçimde damla damla bir korku birikiyor.
Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.
Üstüme camlarını hep simsiyah dikiyor.
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler."
Korku, hayat resminde hâkim bir renktir. Yalnızlığını ve sıkıntılarını gece, kaldırımlar ve aslı astarı olmayan hayallerle paylaşmak durumundadır. Hakiki dostlardan bu kadar uzaktır şair. Diğer şiirlerindeki dekorlar da bunlardan pek farklı değildir:
"Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,
Aradım, bir ömür arkadaşımı.
Ölsem dikecek yok mezar taşımı.
Hâlime ben bile hayret ederim."
İnanmış bir gönlün kâinattaki her varlığı bir ümmet görüp, her canlıya bir dost gözüyle bakan nazarından uzaktır şairin ilk devirlerindeki bakışı. Hayatta kendini yapayalnız hisseder. Etrafında kimse olmadığı gibi o, Allah gibi bir dostu görememenin ezikliği içindedir. Bu eziklik hayatındaki bütün lezzetleri de ister istemez ezmektedir:
"Susun susun uzakta ölümüme ağlayan,
Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan.
Şırıl şırıl
Şırıl şırıl.
Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda.
Mırıl mırıl
Mırıl mırıl."
Hakiki imandan uzak şair ölümden de ürker. Daha sonra göreceğimiz o Türk şiirinin ölümle dost mısralarının şairi, bu devirde ölüm karşısındaki çaresizliğiyle ağlamaklıdır. Ölmek istememekle beraber çok yaşamak da istemez; zîrâ ne ölümün ne de hayatın esrarını çözebilmiştir:
"Sanma bir gün geçer bu karanlıklar.
Gecenin ardında yine gece var.
Çocuklar hıçkırır anneler ağlar
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim."
Şair, hakiki imanın o engin ve sarsılmaz ümit dünyasından uzak olunca geleceği pek parlak görememektedir. Hüznün, gözyaşının, dert ve kederin bitmeyen dâirevî dünyasında yaşamaya mahkûm bulur kendini. Böyle bir dünyada Allah gibi bir Yâr-ı Vefalısı olmayan ruh elbet de gelecekten ümitsiz olacaktır.
Peki, Necip Fazıl gibi; dava, azim, ümit adamında, iman adına bir döneme damgasını vuran ve kendinden sonraki dönemlerde de bu değerlerin sancaktarlığını yapan bir şairde bu büyük dönüşüm nasıl gerçekleşti?
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."
1934 tarihli bu beyit, karanlıktan aydınlığa adım atan Necip Fazıl'ın bu yeni dönemdeki inanç, his, düşünce ve şiir dünyasına girişini sembolize eder. Üstad bu tarihten önce kaleme aldığı şiirlerin çoğunu çöpe attığını ifade eder. Yukarıdaki beyitler ise 1934 öncesine ait olmakla birlikte, sanat değerinden dolayı, çöpe atmayıp Çile'ye aldığı şiirlerdendir. Öyle görünüyor ki şair hakikate kapalı bir dünya ile hakikati ayân beyan gören bir dünyanın ruhlardaki resmini çok iyi görebilmemiz için bunları Çile'ye almıştır.
Necip Fazıl, 1934 yılında Allah dostu Abdulhakim Arvasi Hazretleri'yle tanışır. Gözlerinde Yüce Yaratıcı'nın "Gören gözü olurum." hakikatini taşıyan bu Allah dostu, ona ilk nazar edişinde gönlündeki buz dağları bir bir erimeye başlar. Doğduğu günden beri içindeki sancıları dindirecek bir hakikati kovalayan büyük şair bunu o bakışlarda bulmuştur.
Bu tanışmadan birkaç yıl sonra kaleme aldığı Çile adlı şiirinde bu gerçeği haykırır:
"Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik.
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İç içe mimari, iç içe benlik.
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur."
Tefekkür dürbünüyle çevresine bakmayı öğrenen şair zerreden kürelere bir bakış sergiler. Eşyadaki baş döndürücü mimari, bu mimarideki sanat ve birlik onu Allah'a götürür. Daha önceki şiirlerinde karanlık tablolar çizen şair artık her yerde çevre çevre nur ve aydınlıkla karşı karşıyadır. İman, dünyasını aydınlatmıştır:
"Yaradan rahmetini kahrından üstün saydı,
Ne olurdu hâlimiz gözyaşı olmasaydı!"
Allah'ın rahmetini açıkça görmektedir artık. İnançsızlığın verdiği o vahşet dünyası yıkılmış, rahmet ve merhametin ışıdığı yeni bir dünya açılmıştır önüne. Kâinatta tecelli eden rahmet eserleri, göğün mavisi, ağacın yeşili, çiçeklerdeki rengârenk cümbüş, canavarlarda bile tecelli eden evlât sevgisi, insanların gönüllerine taht kuran aşk ve merhamet duyguları şairi Büyük Merhamet Sahibi'ne götürüp gönlünü dalgalandırır. Merhamet öyle doldurmuştur ki gönlünü, kâinattaki rahmet eserleri gözyaşı pınarlarını coşturmuştur:
"Ölüm, ölene bayram, bayrama sevinmek var.
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var."
"Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun
Ölümü de öldüren Rabb'e secdeler olsun."
"Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?!"
Şair, ölümün yüzündeki bu korkunç görünümün bir maske olduğunu, bunun altındaki şirin simayı, iman gözüyle görmüş ve göstermiştir. İman, ölümden korkan şairi ölümü aşk ve şevkle arzulayan şair hâline getirmiştir:
"Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım.
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım."
Daha önceleri, gecelerden ve kaldırımlardan medet uman şair artık dertlere derman sunan bir dava adamı olmuştur. Artık büyük emanetin bir hâdimi olarak görür kendini. İman, ona öyle bir azim ve kararlılık vermiştir ki, kendini bu yolun ne olursa olsun dönmez yolcusu olarak görmüştür.
"Yokuşlar kaybolur çıkarız düze,
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze.
Sapan taşlarının yanında füze,
Başka âlemlerden farkımız bizim."
Şairdeki değişim büyüktür. İçinde karamsarlık yerine büyük bir ümit vardır. "Gecenin ardında yine gece var" diyerek ümitsizliğin derinlerinde gezen adam gitmiş, "Kavuşuruz sonu gelmez gündüze" diyerek ümidin zirvesinde koşturan bir adam gelmiştir. Kavuştuğu güzelliklerin farkındadır. İmanı ona öyle bir dünya vaat etmiştir ki; bu dünya başka hiçbir hayat görüşü ve felsefesiyle ölçülemeyecek kadar güzel ve eşsizdir:
"Tohum saç, bitmezse toprak utansın.
Hedefe varmayan mızrak utansın.
Hey gidi küheylan koşmana bak sen.
Çatlarsan doğuran kısrak utansın."
İman, şaire aynı zamanda büyük bir hamle adamı olma şuuru da vermiştir. Öyle bir hamle ve aksiyon adamıdır ki çevresindeki hiçbir menfîlik onu yapacağı işlerden vazgeçiremez. O, yapacağı işlerin neticesine bakmadan yapılması gerekeni yapacak kadar şuur sahibidir artık. Mühim olanın, kendisine düşen vazifeyi hakkıyla yapmak, gerisini düşünmeden yoluna devam etmek olduğunu kavramıştır:
"Mehmed'im sevinin başlar yüksekte.
Ölsek de sevinin, eve dönsek de.
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte.
Yarın elbet bizim elbet bizimdir.
Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir."
Ümit ve şevkin zirveleştiği noktadır bu dörtlük. Zindanda bütün imkânlardan yoksun hâlde bile etrafa aşılanan şevk ve ümit... Şair daimî mekânı olmuş zindanlardan birindedir. Oğluna Türk şiirinin eşsiz şiirlerinden birini "Zindandan Mehmed'e Mektup"u yazar. Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, hakiki imanı elde eden bir adam olarak, bu nimeti tadamamış saraylardaki nasipsizlerden daha hürdür. Öyle ki içerden dışarıya enginlik, ümit, aşk ve şevk saçar. Sadece dışarıya değil yakın ve uzak istikbale kadar gider bu ışık.
Sıkıntı ve kuruntularıyla kendini hayatın geçici zevklerine verip perişan eden bir adam, iman nuruyla, büyük yığınların dert ve ızdırabına çareler üreten büyük bir dava adamına dönüşmüştür. Hem öyle bir dava adamı ki, tek başına devrin bütün güçlerine kafa tutan, hakikatleri haykırdığı Büyük Doğu mecmuası her çıktığında hapse düşen ve hapisten her çıktığında tekrar büyük bir azimle mecmuasını yeniden çıkaran bir dava ve aksiyon adamı.
Şu beyit, bu büyük dava şairinden kendinden sonraki dava adamlarına bir vasiyet gibidir:
"Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı.
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı."