Batı’da Güneş doğarken...
Batı’dayız…
Evet Batı'da..
Neye göre?
Dünya coğrafyasındaki konumumuza göre…
Dünyanın incisi İstanbul’dayız…
Onun gerdanlığı Boğaz’ın da Batı yakasında…
Karşımızda bütün ihtişamıyla o güzelim Çamlıca… Sinesinde barındırdığı tabii ve manevi değerleriyle… Bahusus İlahi nurun, Muhammedi feyzin o göz ve gönül kamaştıran parlaklığıyla… Sahib-i zamana-vâris-i Rasûl’e mekân olabilmenin mehabet ve vakarıyla…
Aramızda, ucu-bucağı belli, büyüklerine oranla oldukça küçük sayılabilecek Marmara Denizi'nin lacivert suları…
Deniz, bazan minik dalgacıklarla kımıl-kımıl…
Kimi zaman çarşaf gibi…
Ama nadiren de olsa -lodosla birlikte- kıyıları tehdit eden, sabahlara kadar sahillere baskınlar düzenleyen azgın dalgalara da sahne oluyor…
Rüzgârın, ışıltılı park ve bahçelerden derleyip getirdiği çiçek kokulu günler-geceler yok artık... O günler geride kaldı maalesef!
Ara sıra esen tatlı bir rüzgârla sahilden deniz kokusu geliyor belki ama, o bile belli-belirsiz… Lodosla gelen farklı kokulara da katlanmak zorundayız bu mevsimde...
Aylardan Kasım… Hatta Kasım’ın da sonlarındayız. Kış, olanca haşmetiyle olmasa da, ayağını bastı girdi kapıdan, pençesini vurdu sırtımıza… Gösterdi kara yüzünü.
***
Bilirsiniz; yeryüzünde dağlarla denizler, gökyüzünde ay-güneş ve yıldızlar Yüce Rabbimiz’in sınırsız kudretinin ihtişamını haykırır durmadan akıl sahiplerine… Işıltılı muhteşem binalar, kuleler, asırlık tarihi eserler, yemyeşil ağaçlar, mevsimine göre çiçeklerle bezenmiş-süslenmiş parklar-bahçeler yine hep O’nun rahmetiyle ayakta durduklarını fısıldar gönül kulaklarımıza…
***
Mevkiimize-çevremize nisbetle muhteşem sayılabilecek güzel yurt binamızın teras katında bulunan yemekhanesindeyim.
Güneşin doğuşuna, etrafı ışıl ışıl aydınlatışına, kış güneşi olmasına rağmen az da olsa atmosferi ısıtışına dalıyorum bir an... Her ne kadar eskiler, “Kış güneşine, kadınlar topluluğuna, insanların iltifatına itibar olunmaz” deseler de…
Sanki doğum öncesinin o çekilmez kızıl sancıları dökülüyor Marmara’nın lacivert sularına…
Deniz ışıyor… Ve bu ışıma sahillerdeki binaların pencerelerine vuruyor, oradan da akisleri-yansımaları bize kadar ulaşıyor…
Gözüm güneşte… Evet güneş, bir deniz perisi gibi yavaş-yavaş başını çıkarıyor mavi sulardan...
Sanki sular damlıyor alevli yüzünden… duş alarak güne başlayan al yazmalı bir güzel gibi…
Güneşi gören deniz, ışık banyosunda süzülmeye başlıyor… Ve mavi gözlü bir güzel gibi; ışıklı ipek tülün arkasında buğu huzmelerine sarınıyor sanki…
Geceler boyunca hal diliyle tesbihler-tehliler-tahmidler eden… Tekbirler getiren, zikirler söyleyen, ağıtlar yakıp gözyaşı döken deniz susuyor... Adeta tefekküre dalıyor. İki cihan Serveri’nin (s.a.v.), “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” mealindeki hadisine imtisâlen... Güneşin nurunu-ışığını-ısısını derununa çekmekle meşgul.
Nura-ışığa kavuşmanın, beklediği sevgiliye visalin sükûnuna sarınıyor sanki sular…
Meğer gece boyunca yaptığı bütün bu merasimler-seremoniler; sağa-sola, yukarı-aşağı koşuşturmalar, çalkanıp çırpınıp durmalar Güneş'ine kavuşmak içinmiş… Bunu açığa vurmamasının sebebi de, Ay’ı gücendirmemek-kıskandırmamakmış…
Gün ışıyor...
Deniz ışıyor…
Aydost tepesi, Çamlıca dahil İstanbul’un yedi tepesi ışıyor…
İstanbul/Belde-i Tayyibe/Güzel Şehir adeta ışık banyosunda…
Bu güzel şehrin âşinası değilim, hiçbir zaman da öyle olduğum iddiasında olmadım… Bırakın şehri tam olarak tanımayı, bir Boğaz gezisi rehberliği için bile kendimi yetersiz görürüm.
Bundan tam 39 yıl yıl önce ilk ayak basmıştım bu şehre… O gün bu gün belki o beni tanır ama, ben onu henüz tam olarak tanıyabilmiş değilim. Atalarımız “Teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz” demişler… Rabbimizin bizi her halimizle bilmesi, ama bizim onu bilmekteki zaafımız gibi…
Yaşımın üçte ikisine yakın bir zaman…
Koyu siyah saçlarımla, bırakın sakalı, henüz bıyığı terlememiş ilk gençlik dönemlerimde, diğer talebe arkadaşlarımın arasında ilk adımımı attığım yıllar…
Hayalim, hedefim-gayem; birlikte olduğum arkadaşlarım-kardeşlerim gibi tekemmül ve tekmili-i nüsah ederek “Allâh yolunda sırf Onun rızası için hizmet” kervanına katılabilmek...
Bütün bu hatıraların resmi geçit töreni başladı şu an içimde... Hem kafamda hem gönlümde…
Kursumuz, dersanemiz-mescidimiz, yatakhanemiz, mutfağımız; girişteki misafirlerimizi ağırladığımız küçük odamız… ve bahçemiz…
Hepsi gözlerimin önünde bir bir canlandı...
Talebe seslerinin; o koca binadan taşarak atmosfere karıştığı, semalara yükseldiği o günler…
Allâh rızasından başka gayesi bulunmayan, kalbi-letaifi Onun için çarpan, geleceğe umutla bakan o zeytin karası, deniz mavisi, gök yeşili, ela, kahverengi güzel gözlerde, mehtabın yakamozlar oluşturduğu mübarek geceler... O gecelerde Sultanahmet’ten Eminönü'ne inerek deniz yoluyla (zaten başka yol yok) Üsküdar’a geçmenin-geçebilmenin yolunu-yordamını arama çabaları… Çünkü vakit geç, vapur seferleri sona ermiş. Ve nihayet deniz motorlarının imdada yetişmesi… Sevginin-saygının, itaat ve teslimiyetin tam bir alçakgönüllülükle küçük bir çocuk gibi çıplak ayaklarıyla aramızda koşuşturduğu yıllar…
Hocalarımızın-Ağabeylerimizin bizleri zamanla yarıştırdığı; yaşadığımız asrın vahşi dalgalarından koruyabilmek için canla-başla çalıştığı; iaşe ve ibatemiz için türlü sıkıntılarla boğuştukları günler… Onların Allâh yolunda, Onun rızası uğrunda, Ümmet-i Muhammed’in evladının yetişmesi için yaptıkları bu koşuşturmalara, küheylanlar bile hayran kalır, gıpta eder, imrenirlerdi desem, inanın mübalağa etmiş olmam.
Bir yerlerden bir arabayla sebze-meyve sair erzak geldiği zaman, "Her canlının rızkını veren Allâh, bu gün de talebelerimizin rızkını gönderdi” diye adeta çocuklar gibi sevinirlerdi. Ben onların o günkü sevinçlerini kendim sorumluluk aldığım zaman anlayabildim ancak.
İnanın; o güzel günler, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti ve gelip gönlümdeki yerlerini teker-teker aldılar.
***
Bu arada henüz bir ayını bile tamamlamayan seyahatim geldi aklıma…
Yaylalarda gördüğüm o sık-seyrek çam ağaçları… Kestaneler ve diğerleri…
Kıvrılarak uzayıp giden vadiler…
Vadilerin yamaçlarına hatta tepelerine serpiştirilmiş evler…
Sessiz-sakin, hatta boş gibi gözüken yaylalar…
Fakat etraftan birer ikişer ortaya çıkıveren insanlar…
Sanki yörenin yerlilerindenmişiz gibi bizi de hemen aralarına alıp kaynaşıvermeler…
***
Her neyse…
39-40 yıl öncesinin o talebeleri, şimdilerde kimi hoca, talim ve terbiyeyle/eğitim-öğretimle meşgul, kimi işadamı, mühendis, hukukçu, kimi öğretmen… Ama inanıyorum ki hepsi de “Allâh yolunda” hadim.
Kimileri Anadolu'ya, kimileri dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya, Asya’dan Avustralya’ya kadar tüm kıtalara… En ücra köşelere kadar kanatlandılar…
Bazıları çöl sıcağında kavrulmakta, bazıları kutupların dondurucu soğuklarıyla boğuşmakta, ama hepsi de sonsuz ufuklara hep kanat çırpmakta...
Hiçbir zaman umutlarını yitirmediler onlar… Umut kanatları mecalsizleştiğinde, kış ortasındaki yalancı bahara aldanarak çiçek açmış bir ağacın dalına konup biraz dinlenseler de, umutlarını hiç kaybetmediler...
Dinlenirken de, “O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul. (Başka bir iş ve ibadetle-kullukla meşgul ol.)” (el-İnşirah, 7) İlahi hitabına imtisalen hiç boş durmadılar...
Dalına konup dinlendikleri ağacın kulağına, “Kışla baharın mücadelesinde, mutlaka bahar galip gelecek… Sen o zaman yapraklarına, çiçeklerine, meyvelerine yeniden kavuşacaksın. Taze filizler fışkıracak gövdenden, dallarından…” merak etme, hüzünlenip kederlenme diye fısıldadılar... Adeta Sevr’de Fahr-i Kainat’ın Sıddik-ı Ekber’e, “Üzülme, muhakkak ki Allâh bizimle” dediği gibi…
Aslında nazlı kelebeğin de bütün korkusu buydu: “Ya kışta çiçek açan dallara kar yağarsa…” Ama sonunda, “olsun” dedi, “yollarda kış ta olur, kar da olur; ama bir gün kazanan mutlaka bahar olur” diyerek kırağılarda yanan yüreğini teselli etmeye çalıştı.
İnsanlığın ufkuna yeni yepyeni bir güneş gibi doğan bu güzide nesil, manevi nesep olarak İmam-ı Rabbani nesli… Hocalarının-üstazlarının ifadesiyle, “İmam-ı Rabbani evlatları”…
Yine O’nun beyanıyla onlar, Allâh’ın memuru, Rasûlullah’ın memuru, Kitabullah’ın memuru, Füyuzat-ı ilahiye’nin tevzi memurlarıdır. Yegâne vazifeleri batağa düşmüş olan ümmet-i Muhammed’in evladını bataklıktan kurtarmak; gaye ise, rızâ-i İlâhi...
Onların mekânları nur…
Vasıtaları-vesileleri nur…
Yolları, bütün yönleri nurdur.
Ellerinde-gönüllerinde İlahi kelamın hidayet meş’aleleri, Nebevi sünnetin nur yayan kandilleri, o yüce Nebi’nin (s.a.v.) varisinin (k.s.) rehberliğiyle nur ve feyz saçmaya devam ediyorlar geçtikleri-bulundukları her yere…
Böylece aydınlanıyor dünyanın her köşesindeki ova-oba, dağ-dere, vadi-yamaç… Irk-renk, dil farkı olmaksızın tüm insanlık…
İlahi nur, Muhammedi feyz, ilmin ışığı düşüyor topyekün insanlığın göğsüne… Hidayetten nasibi olanların bağrında yeşeriyor-fışkırıyor iman filizleri…
Aklını kullanan, fikrini çalıştıran, mantığını işleten herkes, ins olsun cin olsun o nura-feyze-ışığa doğru koşuyor. Adeta gece karanlığında yanan ışığa üşüşen böcekler gibi…
Bu dava büyük, bu dava yüce, bu dava sahipsiz değil. Mümessilleri de onlar… Onların ardından müteselsilen gelen yeni nesil.
Bu bir bayrak yarışı… Mesafesini tamamlayan, yorulup bitap düşen, veriminin azaldığını gören-hisseden önündeki genç ve zinde güçlere devredecek bayrağı… Ta Asr-ı Saadet’ten bu yana böyle devam etmiyor mu bu hizmetler..?
Bu dinin asıl sahibi Hz. Allâh… Tebliğ edeni, talim edeni Rasûlüllah… Ümmeti terbiye ve tezkiye eden o. Ondan sonra kıyamet sabahına kadar onun vazifesini devam ettirecek olanlar da Onun varisleri, varislerinin evlatları…
Şimdi söz onlarda…
***
Bendeniz, yurt binamızın terasında hayalimin gezindiği günlerden geri dönüp geldiğimde; güneş, henüz pek de fazla mesafe almamış-alamamış... Ancak bir deniz perisi gibi başını çıkarmış yükselmeye çalışıyordu, ufka doğru mavi sulardan...
İşte bir anlık düşünce deryasından satırlara dökülen katreler-damlalar…
İki cihan saadetleri dileğiyle tüm okuyuculara iyi haftalar...
Halis ECE