KIRKBİR BOHÇA
Soğuk bir kış günüydü. İstanbul’da yine sis vardı. Radyo ve televizyonlar hava kirliliğinin arttığından söz ediyordu. Soğuktu hava. Kar yağdı yağacak diyorlardı.
Evlerde, duraklarda, sokaklarda; her yerde Amerika’nın Irak’a saldırısı konuşuluyor. Bush ve Saddam dillerde dolaşıyordu. 1992 yılının ramazan ayıydı. Çarşı pazar bu kışa rağmen telaş içindeydi. Herkes ramazan alışverişindeydi.
Geceleri camilerde mahyalar pırıl pırıl “Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan” ve “Şefaat Ya RasulAllah(c.c.)” diyordu.
En zor günlerimdi. Eşimden yeni ayrılmıştım. Elimde avucumda hiç para yoktu. Eski bir İstanbul mahallesinde, eski ahşap bir evde kirada kalıyordum. Tek başınaydım. Yalnız bir hayat yaşıyordum.
Zordu yalnız yaşamak. Bir evde tek başına oturmak... Resmi bir dairede çalışıyordum. Aldığım maaş da güç bela yetiyordu. Bir ayı zor ediyordum.
Ay sonuna yaklaşıyorduk. Cebimde para kalmamıştı. Mübarek ramazanda iftarlık bir şeyler alamıyordum.
Çekingenliğimden de kimseden borç isteyemiyordum. Daha doğrusu böyle bir alışkanlığım yoktu. Borç istemek öyle zor geliyordu ki bana. Bu yüzden elimdekiyle kıt kanaat geçinmeye çalışıyordum. Kendi kendime idare etmesini bilirdim. Bir yemeği buzdolabında saklayıp bir hafta yediğim olurdu.
Parasızlıktan kendime yeni bir elbise dahi alamıyordum. Elimdeki işle oyalanıyor, kendime yeni bir elbise yapmak istiyordum. Her gün aynı elbise ile işyerinde bulunmaktan utanıyordum artık.
Bu nedenle eski elbiselerimi kesiyor, uydurup uydurup yeni elbiseler yapıyordum. Sanat okulu mezunu olduğum için, elimden bu tür işler geliyordu. Gezmeyi tozmayı da bilmezdim. İşimden evime evimden işime sade bir hayatı sürdürürdüm. Komşularımla selamlaşır, çocukların oyunlarını izler, dalar giderdim bazen..
O gece...
Kar taneleri usul usul düşmeye başladı.
Pencereyi açtım, elimi uzattım, lapa lapa kar tanelerinin avucuma düşmesini bekledim. Sonra düşen kar tanelerinin ılık ve ıslak, avucumun içinde erimelerini izledim; hissettim. Mutlu oldum.
Hemen sokağımızın ucunda bulunan camiden gelen salavat seslerine kulak verdim. Ne güzel bir koroydu. Adeta kar yağışına fon müziğiydi. Bir kar tanesinin düşüşüyle salavatların ritmi öylesine uyumluydu ki... içim titredi, coştu... büyük bir zikir korosuna katılmış gibi hissediyordum kendimi.
Bir süre öylece oyalandım kar taneleriyle, camiden gelen dua ve salavat seslerine kulak verdim.
Sonra pencereyi kapattım.
Odanın içinde dolaştım.
Zaman geçti, divana attım kendimi. Uyumak istedim. Sahura kalkacaktım.
Ama uyku tutmadı gözlerimi. Sanki içime serin serin kar taneleri yağıyordu. Sanki kar taneleri salavat getiriyordu.
Zaman nasıl geçti bilmiyorum.
Az sonra dışarıda sahur davulları çalmaya başladı. Sahur yapıp uyumayı düşündüm. Mutfağa geçtim. Baktım, yiyecek bir şey yoktu. Yumurta bile... Parasızlıktan bir şey alamamıştım eve... Üstelik açtım. Sahur yapıp oruç tutacaktım. Bir an oruç tutayım mı tutmayayım mı diye tereddüt ettiğim bile oldu.
Kuru ekmeği kemire kemire yedim. Sonra bir elma buldum, onu da yedim. Şükür dedim, oruca niyetlendim.
Sonra uyumak için yatağa uzandım.
Öyle ya bir an önce uyumalıydım. Sabah işe gidecektim. Uykusuz uykusuz ne yapardım sonra?
Gözlerimi yine uyku tutmuyordu. Halimi düşünüyordum. Bu parasızlık içinde ne yapacaktım? Çekingenliğim dolayısıyla kimseden para da isteyemiyordum.
Dalgın dalgın düşünürken gözlerim kapandı.
Dalıp gidiverdim. Uyudum mu, uyanık mıydım o an, tam olarak bilemiyorum. Ama az sonra... salon kapısının açıldığını hissettim.
O an birinin bana seslendiğini duyuyordum.
“Emine!..”
Rüya sandım. Ama ses çok yakınımdan geliyordu. Öylesine yumuşak ve sevecen bir seslenişti ki...
“Emine... Uyan kızım...” diyordu.
Emine mi? Emine kim? Birden hatırladım. Öyle ya, göbek adım Emine’ydi. Kulağıma ezan okunurken bu isim verilmişti.
Gözlerimi zorlayarak araladım. Etrafıma bakındım. Hemen kapının önünde ak sakallı yaşlı bir adam duruyordu.
İrkildim. Ama bu irkiliş korkudan değildi. İçimi manevi bir sevgi kapladı. Farklı bir alemde hissettim kendimi. Gözlerimi ihtiyardan alamadım.
“Emine, uyan kızım...” diyordu yaşlı adam.
Gördüklerimin rüya olabileceğini düşündüm, yeniden yumdum gözlerimi.
Yaşlı adamın sesini daha yakından hissettim:
“Emine, uyansana kızım...”
Zihnimde aynı kelimeler tekrar edip duruyordu: Emine, Emine... Bu yaşlı adam kimdi? Nereden biliyordu göbek adımı? Gece vakti evimde işi neydi? Niye gelmişti? Kafamda sorular, sorular...
Bütün bu karmaşık soruları o ses dağıttı yine.
“Emine...”
Gözlerimi yine açtım, baktım. Işıklar açık olduğu için net olarak görüyordum. Yaşlı adam iyice yaklaşmıştı.
Geldi, salonun ortasına, halının üzerine bağdaş kurup oturdu. Derince soluklandı, bana baktı.
Yatmış bulunduğum çekyattan doğruldum, oturdum. Şaşkın şaşkın ona baktım.
“Sana emir geldi kızım...” dedi.
“Emir mi? Ne emiri?”
Yaşlı adam, bir süre yüzüme baktı. Bakışlarını manevi bir hürmet kapladı. Ve elini cübbesinin cebine soktu, küçük bir şişe çıkardı. Bana gösterdi:
“Bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Elindeki şişeye dikkatle baktım ama ne olduğunu anlayamadım. Sorusuna kendi cevap verdi. Saygıyla, bakışlarında parıldayan büyük sevgiyle şişeye bakarak:
“Bu şişenin içinde kainatın efendisi peygamberimiz(S.A.V.)in (sav) sakalından bir kıl var.” dedi.
O an anladım ve sayıklar gibi mırıldandım:
“Sakal-ı şerif...” dedim.
Gülümsedi, adeta kendinden geçercesine tamamladı.
“Peygamberimizin aziz hatırası...”
Artık daha dinç ve dikkatliydim. Uykunun ağırlığı, şaşkınlığın verdiği sarhoşluk gitmişti üzerimden; kendimi yaşlı adamın elinde tuttuğu sakal-ı şerife yoğunlaştırmıştım.
“Onun hatırası en güzel örtülere layık değil mi?” diye devam etti. “..En güzel renklere, en güzel kumaşlara, en güzel ilgiye?...”
“Evet” diye fısıldadım.
Daha sıcak ve babacan bir tavırla;
“Öyleyse, bunun için bir bohça diker misin?” diye sordu.
Şaşaladım. Bir an yaşlı adamın gözlerine baktım.
“Şey...” diye kekeledim.
“Malum, ramazan ayındayız. Bu ayın 27’sinde Kadir gecesinde sakal-ı şerifin bohçası açılıp herkese gösterilecek...” diye sürdürdü sözünü.
“Evet.. Her Ramazan ayının 27’sinde sakal-ı şerif ziyaretleri oluyor bazı camilerde...” diye onayladım sözünü.
Hüzünle elindeki şişeye baktı.
“Ama... ama... Bu sakal-ı şerifin bohçaya ihtiyacı var. Çünkü...” derken soluklandı. “Bu sakal-ı şerifin bohçası eskidi, çürüdü, dökülüyor. Bu mübarek hatıranın eski püskü bir bohça içinde cemaate gösterilmesine gönlün razı olur mu, Emine?”
“Yoo... Hayır. Olmaz.” dedim hemen.
Gülümsedi.
“Öyleyse, sakal-ı şerifin kırkbir bohçasını dikeceksin...”
Bir an şaşaladım. Safça yüzüne baktım.
Cevabımı bekliyordu.
“Evet dikeceğim.” dedim.
Bir an durakladım, tereddüt gösterdiğimi tavırlarımdan anladı.
“N’oldu? Bir mesele mi var?” diye sordu.
Ne diyeceğimi bilememenin şaşkınlığıyla kekeledim.
“Ama ben... Çok zor durumdayım. Sahur bile yapmadım. Bohçanın kumaşlarını nereden bulacağım? Yanımda hiç param yok.”
“Borç bul, bu bohçayı sen dik... Emir böyle...” dedi ısrarla ve oldukça sakin.
“Param olsa...” diye mırıldandım, içim alabildiğine ezik.
Teselli verircesine sevecen;
“Unutma, bütün sakal-ı şerif ziyaretçilerinin duası, salavatları senin hesabına yazılacak...” dedi.
Yutkundum, içimde manevi bir haz, giderek coşkuya dönüşüyordu. Gözlerim yaşarıyor, o an ağlamak istiyordum. Küçük bir çocuk gibi hıçkırmak... hıçkırmak...
“Senin inceliğine, hassasiyetine güveniyoruz. Biliyoruz ki... Sen sakal-ı şerife layık en güzel bohçayı yapacaksın...” diye devam etti yaşlı adam.
Sonra şişeyi cebine yerleştirdi. Ayağa kalktı. Kararlı bakışlarla;
“Bohça, Ramazan ayının 27. gününe yetişmeli... O gün, senin diktiğin bohçaya sarılmalı mübarek hatıra...”
Döndü, kapıdan çıkarken bir an durdu, başını geriye çevirdi.
“26. gün bohça senden alınacak, o güne yetiştir ve bekle... Bekle...” dedi.
Ve çıktı.
Ardından bakakaldım. Hıçkırıklar boğazıma düğümlenmişti. İçim heyecandan kımıldayıp duruyordu. Birden ağladım. Sevinçten, şaşkınlıktan, mutluluktan ne yapacağımı bilememekten ağladım.
O sırada sabah ezanları okunmaya başladı.
Ertesi gün, gün boyu yaşlı adamı ve söylediklerini düşündüm. Aklımdan hiç çıkmıyordu. O rüya, yahut gerçekten farkı olmayan rüya... O yaşlının söyledikleri... Kulaklarımda onun yumuşak sözleri... 27. gece... Kırkbir bohça... Sakal-ı şerif... Sürekli bu kelimeleri sayıklıyordum... Sayıkladıkça içimde müthiş bir genişleme... huzur... Allahım... madem ki emir gelmişti... Bohçayı dikmeliydim.
Rüyamı kimseye anlatmıyordum. Annemden duymuştum, güzel rüyalar anlatılmaz derdi. Ben de böylesine güzel rüyayı anlatmak istemiyordum. İçimde sır gibi saklıyordum.
Kırkbir bohçayı yapmak için paraya ihtiyacım vardı. Borç bulmalıydım. İlk olarak aklıma müdürüm geldi. Şimdiye kadar kimseden borç isteyemediğim için öylesine zor geliyordu ki bana... Ama istemeliydim... Kırkbir bohça için bu fedakarlığı yapmalıydım.
İşyerinde müdürün kapısını çaldım, çekingen ve ürkek.
İçeri girdim.
Elim ayağım dolaşarak borç istedim.
Müdür, hiç tereddüt etmeden hemen cüzdanını çıkardı ve gülümseyerek çıkarttı istediğim parayı.
Parayı alarak süklüm püklüm yanımdan ayrıldım. Kendimi dışarı attım. Soluk soluğa avucumdaki paraya baktım.
Utancımdan Müdür Bey’den fazla para isteyememiştim. Bu paranın kırkbir bohçalık kumaşı almama yeteceğini sanmıyordum ama olsundu. Borç da olsa elimde para vardı. Bu parayla kumaş alacak ve yaşlı adamın dediği kırkbir bohçayı dikecektim.
Müdür Bey’den para alınca doğruca çarşıya gittim. Manifaturacılara uğradım.
Bir an içimde tereddüt belirdi. Bir ses içimde ne yapıyorsun Gülseren diyordu... İnsan bir rüyaya göre hareket eder mi? Ya boşuna dikersen... O an içimden hemen salavat getirdim. Ve bütün evhamlar gitti. Annemin anlattığı karıncayı hatırladım hemen... o, Kabe’ye gitmek isteyen karıncayı... Bohçayı almaya gelen olmasa da gönlümdeki niyet önemli değil miydi?..
Manifaturacıya tarif ettim, arta kalan kumaş parçalarından aldım. Kumaş parçalarını alıp ayrıldığımda iftar vakti yaklaşmak üzereydi. Müdürden aldığım 50 bin lirayı kumaşa vermiş, yine parasız kalmıştım. Eve bir şey alamıyordum. Yanımda sadece ekmek parası vardı... Hani orucun verdiği açlıkla içim gidiyordu çeşit çeşit yiyeceklere... Olsun diyordum... Sabır, diyordum kendi kendime... Sabır...
Evime geldim. İftar yaklaşıyordu, sofra kurmak için mutfağa gittim. Ekmek ve yumurtayla iftar açmayı düşünüyordum.
Az sonra top atıldı, akşam ezanları okundu. İftarımı yaparken gözümün önünde duran kumaşlara bakıyordum. Sanki onlara baktıkça doyuyor, sanki bal kaymak yiyordum. Onların renklerine dalıyordum, ileride bohça olacaklarını hayal ediyordum.
İftardan sonra hemen abdest aldım, akşam namazını kıldım, kumaşları önüme koydum.:
“Allahım, beni mahcup etme...” dedim ve besmeleyle başladım işime. Kırkbir bohçayı dikmeye başlamadan önce dua ettim, peygamberimiz(S.A.V.)e salavat getirdim...
Önce aldığım bütün kumaşları güzelce yıkadım. Sonra bir güzel ütüledim. Makasımla kesmeye başladım.
Hayatımın en zevkli işiydi bu. Sanat okulundan mezun olduğum günden bu yana yüzlerce elbise dikmiştim. Arkadaşlarım ellerimin marifetli olduğunu söylüyordu. Ama, o gece kırkbir bohçayı dikerken duyduğum mutluluğu ve huzuru hiç yaşamamıştım. Allahım, nasıl tasvir edebilirim o hislerimi... Ben, peygamberimin hatırasına, bir kumaş dikiyordum... Ağlamak geliyordu içimden... Ağlamak...
Sakal-ı şerif ziyaretlerine çok gitmiştim. Kırkbir bohçayı görmüştüm. Nasıl olacağını biliyordum. Bunun için kumaşları on santimlik, yirmi santimlik, elli santimlik parçalar halinde kesiyordum.
Sahur vaktine kadar çalıştım.
Gözlerim uykudan düşmüş, başım ağrımaya başlamıştı. Bu halde işimin başında uyuya kalmıştım.
Uyandığımda sabah ezanları okunuyordu.
Bohça giderek oluşuyordu. Giderek güzelleşiyordu. Giderek içimi coşku sarıyordu.
Ama aldığım kumaşlar yetmedi. Böyle yarım bırakamazdım. Biraz daha borç bulmalıydım. Ama kimden?
İş yerindeki samimi bir arkadaşım aklıma geldi. Bir kenara çekip borç istedim. Hemen verdi.
Aldığım elli bin lira ile yine manifaturacıların yolunu tuttum. Rengarenk kumaş parçalarından seçtim. Heyecan içinde evime geldim.
O sıralar hiçbir şeyi görmüyor, duymuyordum. Aklım işimdeydi. Düşüncem kırkbir bohçanın tamamlanmasıydı. O yaşlı adamın dediğini yapmak...
Hayatımda bu kadar heyecan duyduğumu hatırlamıyordum.
Üç gün boyunca geç vakitlere kadar büyük bir titizlikle çalıştım ve kırkbir bohçayı tamamladım.
O an muzaffer bir komutan gibiydim. Gökyüzünün en yüksek katına çıkmış gibiydim. Kuşlar gibi uçuyordum sanki.
Sonra yaptığım bohçayı masanın üzerine bıraktım; uzun uzun baktım. Yaptığım işi beğenmiştim. Güzel olmuştu.
Dünyanın en büyük harikasını izler gibi bakıyordum ona. Bundan sonra... Bekleyecektim. Rüyamdaki yaşlı adamın dediği 26. günü... Öyle demişti ya... 26. gün bohça benden alınacaktı...
Bekledim... Günler geçti... Ramazan ayının son haftasına girmiştik... Bekledim. 26. gün... O gün gelecek ve alınacaktı evimden... Allahım, o kadar inanmıştım ki buna... İçimde zerrece kuşku yoktu.
Ve ramazan ayının 26. günü de geldi. O günkü heyecanımı anlatmak mümkün değil. Çarşı pazarda bayram hazırlığı vardı. Bayram gelecek diye yüzler gülüyordu.
Teravih namazlarında “elveda ya şehr-i ramazan” ilahileri okunuyordu.
Teravih namazından sonra evime geldim.
Akşam olmuştu.
Soğuk bir geceydi.
Sobayı yaktım. Odanın ısınmasını bekledim. Odanın içinde dönüp durdum. Bir gün boyunca gelen olmamıştı.
Bohça masamın üzerinde duruyordu. Uzaktan kocaman bir gülü andırıyordu.
Durup ona bakıyordum. Gözlerimi renginden biçiminden ayıramıyordum.
26. gün bitmek üzereydi. Ne gelen vardı ne soran... içime kuşku düştü. Ya kimse gelmezse... ya gördüklerim bir hayalden ibaretse...
kuşkularımın artıp zihnimi istila ettiği sırada telefon çaldı. Arayan Tekirdağ Hayrabolu’da oturan erkek kardeşimdi.
Hayrabolu müftülüğünde görevli olan kardeşim önce hal hatırımı sordu.
Sonra:
“Abla... bir ricam var senden...” dedi.
“Buyur kardeşim...”
“Zamanın var mı?”
“Ne için sordun?..”
“Dikim işi için...”
“Hayrola?”
“Bir bohça diktirecektim de...”
Ürperdim.
“Bohça mı?”
“Kırkbir bohça... Peygamber efendimizin sakal-ı şerifi için...”
Heyecandan yutkundum, yutkundum... Konuşamadım.
Anlattı:
“Kadir gecesi günü sakal-ı şerif gösterilecek burada... Bütün Hayrabolu sakal-ı şerifi görüp dua edecek... Amma ve lakin, sakal-ı şerifin bohçası o kadar eskimiş ki... İyice çürümüş. Müftü şaşkın durumda... Yarın kadir gecesi biliyorsun... Bohça yok... Ne yapacağımızı şaşırdık. Benim aklıma sen geldin... Müftüye senden bahsettim. Sanat okulu mezunu olduğundan, elinin çabukluğundan ve maharetli olduğundan falan söz ettim. Rica etti... Aman, bize bohça diksin diye yalvarıyor. Ne dersin abla, bize yarına kadar bir bohça dikebilir misin?”
Sustum, hala yutkunuyordum, konuşamıyordum...
“Abla...” diyordu telefondaki ses. Sanki duymuyordum.
“Abla cevap versene... Dikebilir misin?”
Hıçkırıklar boğazımda düğümlenmişti.
Birden boşaldım, hıçkıra hıçkıra ağladım.
Kardeşim hala soruyordu.
“Abla... Abla... Niye ağlıyorsun? N’oldu?”
Cevap veremiyor, ağlıyordum.
“Abla söylesene, niye ağlıyorsun?”
“Kardeşim...” dedim, “...Bohça hazır...”
Kardeşim şaşırdı:
“Ne diyorsun... Hazır mı?”
“Hazır ve bekliyor.” dedim.
O da sustu.
Anlattım.
Yutkuna yutkuna, gördüğüm rüyayı anlattım. Rüyama göre, bohçayı hazır ettiğimi söyledim. O da etkilendi. Benimle birlikte o da ağlamaya başladı.
Ertesi gün, kırkbir bohçayı Hayrabolu’ya giden bir otobüsle gönderdim.
Ve kadir gecesi, mübarek sakal-ı şerif, salavat ve dualarla diktiğim kırkbir bohçaya sarılmış.
Müftü Bey, önce beni ve gördüğüm rüyayı anlatmış cemaate... Sonra bohçanın hikayesini... Bütün cemaat heyecanlanmış... O gece, benim adıma hatim indirmişler, o gece, mübarek sakal-ı şerife bakan ağlamış. O zamana kadar Hayrabolu camisi görülmedik şekilde ziyaretçi akınına uğramış... Cemaat hıçkırıklar içinde salavat getirmiş.
Kardeşim telefonla anlattı... Yaptığım kırkbir bohça ise, bir gülü andırıyormuş...
O mübarek kadir gecesi, Hayrabolu’da, sakal-ı şerif, diktiğim kırkbir bohça içinde insanlara gösterilirken, gökyüzünden kar yağıyordu. Ve ben, pencere kenarında gözyaşları içinde kar yağışını seyrediyordum.
Sanki her kar tanesi salavat getiriyordu.
Öyle hissettim, öyle etkilendim ve öylesine ağladım...
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammed” dedim.
_________________
UNUTMA!YAŞADIĞIN BU GÜNÜN TEKRARI YOK...!