Röportaj: Meryem Aybike Sinan:

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Röportaj: Meryem Aybike Sinan:
« : 26 Ocak 2009, 19:18:03 »
 Meryem Aybike Sinan hanım, yazdıklarıyla farkedilen ve kendi okuyucu kitlesini yazdıklarının güzelliğiyle oluşturan bir yazar. Günümüzde bu tarz yazarların sayısı az. Öyle olduğu için, Meryem Hanım'ın yazarlığı gerçektende hem farklı, hem anlamlı. Gerek yazılarında, gerek hikayelerinde, soylu ve kutsal yazı geleneğini ihtişam ve zarafet tülüne bürüyerek devam ettiriyor.

Röportaj: Meryem Aybike Sinan


“Edebiyatımız, emperyalist yozlaştırmanın arenasına dönüştü.

“Dünyanın hangi ülkesindeki aydınlar, kendi etnik kimlikleri, kültürel kökleri, gelenekleri ve dinleri karşısında bu kadar derin bir yabancılaşma içindedir, bana söyleyebilir misiniz? Türkiye’de yaşanan gidişat kesinlikle hastalıklıdır ve yeryüzünde de bir benzeri daha yoktur.”


Edebiyat dünyamızın yıldızı giderek yükselen genç kuşak yazarlarından Meryem Aybike Sinan ile Türk aydınındaki kültürel yozlaşma ve bunun edebiyatımıza yansımaları üzerine geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

***

O, son bir kaç yıldır edebiyat dünyasında elde ettiği mütevazı kariyer ve şöhreti, kendi milletine karşı hastalıklı bir yabancılaşma duygusunu üstünkörü bir Türkçeyle kâğıda döküp dış kaynaklı pohpohlamalarla inşâ edenlerden değil. Yani, bu anlamda “sırtını ta Avrupa ve Amerika’lardan sağlama almış torpilli edip ve edibeler” listesinde yer almıyor. Şu ana kadar edebiyat adına her ne yaptı, ne başarı elde ettiyse hepsini dişiyle tırnağıyla ve yalnızca kaleminin gücüyle elde etmiş biri Meryem Aybike Sinan.

“Türkiye’ye düşman olmadan Türk yazarı olmaya çalışma mücadelesi”nin önüne çıkardığı bütün zorlukları tek tek, sabırla göğüsleyerek…

Özellikle öykü ve deneme alanında son yılların en başarılı bayan yazarları arasında gösterilen Meryem Aybike Sinan’ın yıldızı, kültür ve sanatın diğer bütün alanları gibi edebiyatta da olanca şiddetiyle hissedilen “özbenlik reddiyesi”ne, sektörün kadim hastalığı durumundaki “sol hegemonya”ya rağmen her geçen gün biraz daha parlıyor.

“Hayat Gerçeğe Yürür” adlı ilk öykü kitabı geçtiğimiz yılbaşında piyasaya çıkan genç yazar, edebiyat dostlarından gördüğü samimi ve yoğun ilgi nedeniyle, eserlerinin basımını üstlenen Akış Yayınevi’nden, çok kısa bir süre sonra ikinci eserinin yayımı için de teklif almış. Böylelikle, yazarın ilk kitabı bir buçuk ayda ikinci baskısına ulaşırken, “Hüzün Şebneme Benzer” adlı yeni çalışmasının da bugünlerde rafları süslemeye başladığını görüyoruz.

Nitekim, her iki eserinin ardarda piyasaya çıkmasıyla birlikte, çeşitli radyo ve televizyon kanallarındaki kültür-sanat programlarından aldığı davetler de gitgide artan bu ilginin bir başka kanıtı. Onu geçtiğimiz haftalarda önce Hilâl TV’de Arzu Erdoğral’ın hazırlayıp sunduğu “Çay Saati” programında, ardından da Mehtap TV’de Ramazan Ümit Şimşek’in konuğu olduğu “Çınaraltı”nda izleme imkânı bulduk. Sinan, katıldığı her iki programda da Türk dili ve edebiyatı üzerine ilginç ve derinlikli görüşleriyle izleyenlerin dikkatini çekerken, aynı süreçte düzinelerce radyo programına da konuk oldu.

‘Malatya’nın çok kültürlü ikliminde yetiştim’

Kimi prestijli edebiyat sitelerinde sadık okurları tarafından kendisine “Türkçe’nin yeni sultanı” ve “kadife üslûplu öykücü” gibi nitemelerde bulunulan bu genç ve yetenekli bayan yazar sorduğumuz ilk soru, onun hayata ve edebiyata bakışının da bir tür özeti aslında…

“Malûm, ülkemizde hemen her şey gibi edebiyat dünyası da alabildiğine siyasallaşmış durumda. ‘Sol edebiyat’ ve ‘sağ edebiyat’ gibi iki ana akım, iki temel kavram var karşımızda. Bu ise sanatın kuşatıcılığı adına çok arzu edilen bir durum olmasa da artık ne yazık ki bir realite. Pekiyi ya siz, kendinizi kültür ve sanattaki duruşunuz açısından bu yelpazenin neresinde konumlandırmaktasınız?” diyoruz Sinan’a…

“Ben bir Doğu çocuğuyum” diyor göz bebeklerine kadar işlemiş bir samimiyetle, “Doğulu olmaktan alabildiğine memnun bir Doğu çocuğuyum. 1975 yılında, Kürtler ile Türkler’in yüzlerce yıldır birarada ve kardeşçe yaşadıkları Malatya’da dünyaya geldim. Köken itibarıyla Türk’üm ve bununla da gurur duyuyorum. Fakat, yetişme çağlarımda, Malatya’nın -başlangıcı ta Selçuklu medeniyetine kadar uzanan- o gıpta edilesi çok kültürlü atmosferinden yoğun biçimde etkilendim. Yazı serüvenimin temellerini de uyum içindeki bu çok kültürlülüğe duyduğum derin hayranlık atmıştır aslında…

Bahçeli bir evimiz vardı Malatya’da. Ve pek çok farklı etnik kökenden gelen iyi kalpli, çalışkan, dürüst, yardımsever komşularımız… Kürd’ü, Alevî’si, Ermeni’si, Süryanisi’yle, hepimiz Malatyalı’ydık. Tıpkı bir zamanlar hepimizin Selçuklu ya da Osmanlı tebâsı olduğumuz gibi. Bir güne bir gün de babamın yakın çevremizdeki o kişilerle tatsız bir olay yaşadığını hatırlamıyorum.

Çocukluk ve gençlik yıllarım boyunca, bu ülkenin kültürel mozayiğini yeryüzünde benzersiz kılan tılsımın kaynağının, farklı dinler ve etnik kimliklere sahip bütün o insanlar olduğunu, bunların her birinin söz konusu mozaik içinde bütünü tamamlayıcı birer rolü bulunduğunu gözlemledim. O yüzden de hepsini ayrı ayrı sevdim. Zaten, sonradan bir çok öykü ve denememi de yakın çevremde gözlemlediğim bu rengârenk karakterlerin gerçek hayatlarından esinlenerek yazdım. ”

“Öğretmen kökenli edebiyatçı” geleneğinin son halkası

Son derece zengin bir kütüphaneye sahip, her sabah en az üç-dört tane günlük gazete okunan bir evde büyümenin avantajını yaşayan Sinan’ın edebiyata düşkünlüğü de yine aile ocağındaki bu kışkırtıcı atmosfer sayesinde ortaya çıkmış. İlkokul, ortaokul ve lisede adım adım artarak devam eden bu düşkünlük de onu 1990’ların başlarında, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’ne yönlendirmiş.

“Başarılı bir yükseköğrenim sürecinden sonra, 1990’ların ikinci yarısında ‘Türkolog’ unvanıyla mezun oldum bu okuldan” diyerek sürdürüyor konuşmasını, “Bitirme tezim ‘Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiirleri Üzerine Bir İnceleme’ başlığını taşıyordu. Sonrasında ise daha profesyonel bir anlayışla öykü ve denemeler yazmaya devam ettim. 


Kendimi daha lisedeki öğrencilik yıllarımdan itibaren daima ‘milliyetçi ve muhafazakâr’ çizgide bir insan olarak tanımlamışımdır. Mensup olduğu kavmin insanlık ailesi içindeki gerçek değerini İslâmiyetle şereflendikten sonra bulduğuna inanan, kendisini var eden etnik ve kültürel kökleriyle de diniyle de alabildiğine barışık bir Doğu ülkesi yazarıyım ben. Ruhumda çalkantılara yol açabilecek hiç bir kimlik bunalımım yok elhamdüllilah. Bu üslûp ve duruş içinde, edebiyattaki yoluma da aynı kararlılıkla devam etmekteyim. Belki benim ilerleyişim, küresel desteğe sahip bazı kalemşörler kadar hızlı olamayacaktır. Çünkü hem iç piyasada hem de yurt dışında bir Türk yazarının kendi değerleriyle barışık olmasının alabildiğine garipsenip kınandığı ve böyle bir bakış açısına otomatik biçimde cephe alındığı kültürel bir ‘fetret devri’ni yaşamaktayız. ‘Türkler’in tarih boyunca en büyük eğlencesi, zırt-pırt Ermeni ve Kürt kesmek olmuştur’ yazarak edebiyatın meşakkatli patikalarında bir anda uzun atlama yapanlar karşısında işimin hiç de kolay olmadığının farkındayım. Bu alanın baronlarının önüne aynı anda hem ilmî alandaki bir terakkiye, hem geleneğin güzel ve olumlu yönlerine, hem de bizi biz yapan inançlara bağlı, sentez bir kimlikle çıkmak epeyece gözükara olmayı gerektiriyor. Böyle bir tercih çoğu kez ‘aforoz’ ya da en hafif şekliyle ‘yok sayılma’ tehlikesini de beraberinde getirmekte çünkü.

Ama olsun; uğruna kesinlikle mücadele etmeye değecek güzellikte, ulvi bir dâvâ bu. Tanzimat’tan bu yana kafası alabildiğine karıştırılmış olan Türk milletinin, medyada dizginleri ellerinde tutan bunca ‘Batıcı’ karşısında, kendi değerleriyle barışık kadın ve erkek yazarlara artık eskisinden de şiddetle ihtiyacı var. Ben de ortaya koyduğum düşünceler ve eserlerle bu edebiyat cephesi içinde yer almaya adayım.”

Mermi sesleri’ arasındaki ilk öğretmenlik tecrübesi

Daha önce de vurguladığımız gibi, Meryem Aybike Sinan, kitapların ve okumanın çok sevildiği, bütün üyelerinin gündelik hayatta buram buram edebiyat soluduğu kalabalık bir aileden geliyor. Var olanla kanaat etmeyi bilen, dinine ve geleneklerine bağlı, o kalabalık mevcut içinde bile mutluluk ve huzur adına yine de sağlıklı bir armoni yakalayabilmiş örnek bir orta sınıf Türk ailesi. Ki zaman içinde, bu ailenin bütün üyeleri evdeki kadim geleneğe uyarak, eğitimlerini orta hâlli ekonomik koşullar altında büyük bir başarıyla tamamlamış ve bir bölümü de devletin çeşitli kurumlarında görev yapmaya başlamışlar.

Meryem Hanım da devletin “baba” olarak görüldüğü bu zinciri koparmamış, ‘Türkolog’ unvanını kazandığı yükseköğreniminden sonra Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak lise edebiyat öğretmenliği kadrosu kazanmış. “İlk görev yerim Mardin-Nusaybin’di” diyor acı acı gülerek, “Gencecik, bekâr bir hanım öğretmen için oldukça zorlu bir görev yeriydi. Fakat, dedim ya, damarlarında doğuştan Doğululuk ruhu gezinen biriyim ben. Her ne kadar, kafamda yaşattığım kardeşlik bilincini yüzlerce yıl önce yakalamış olan o Doğu son yirmi yılda yerini daha farklı bir Doğu’ya bırakmış olsa da bu ilk görev yerimde acımasız gerçeklere karşı var gücümle direndim. Kendi Doğu algımı belleğimde inadına inadına yaşatarak görev yaptım Nusaybin’de… Ayrılıkçı terörün gemi iyice azıya aldığı bir dönemde, her iki-üç gecede bir makineli tüfek ve bomba sesleri arasında ifâ ettiğim ‘Şark Hizmeti’, sıkıntılı ama o oranda da eğitici bir süreç oldu benim için. Pek çoğu yoksulluğun dibine vurmuş Kürt çocuklarından oluşan yüzlerce öğrenci yetiştirdim. Onlar beni sevdiler, ben de onları.... Birlikte şiirler, romanlar okuduk, güldük, eğlendik, bazen de ağladık. Nusaybin’in o çetin ceviz şartlarında bile, edebiyatın içinden türlü türlü lezzetler çıkardık. Kendimi o yıllarda ünlü ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filminin idealist edebiyat öğretmeni (Robin Williams tarafından canlandırılan ‘John Keating’ karakteri) gibi hissederdim. Fakat, taraflar arasında böyle bir sevginin yeşermesini asla istemeyen şer güçler gördüm orada. Doğu’daki görev sürem bitince de öğrencilerimi, nefretten nemalanan, onların körpe beyinlerinin bilimle, sanatla, imanla ve sevgiyle değil gözleri kör eden bir hınçla dolmasını arzulayan, gençleri dağa kaldırıp eşkıya yapmanın derdindeki bu kesimlerin ellerine bırakıp İzmit’e tayin oldum. Son 6-7 yıldır da benim gibi eğitimci olan eşimle birlikte bu kentte görev yapmaktayım.”

Üslûbunun kıvraklığı çocukken keşfedilmiş

Meryem Aybike Sinan, ardarda yayımlanan iki kitabında ve internet âleminin en prestijli kültür-sanat sitelerinden biri konumundaki “Sanat Âlemi”nde her ne kadar erişkinlerin edebiyet beğenisine hitap ediyor olsa da onun bu alanın yakın takipçileri tarafından iyi bilinen bir diğer tutkusu da “çocuk edebiyatı” üzerine eserler vermek…

“Çocukları sevmeyen öğretmenlik yapamaz; çocuk edebiyatı alanında sağlam ve kalıcı eserler verilmeden de bir ülkenin millî edebiyat geleneği oluşturulamaz” diyen yazar, basılı bir yayında boy gösteren ilk eserini bundan uzun yıllar önce yine bir çocuk dergisi için vermiş. Henüz ortaokul yıllarında yazdığı bir öyküsünün o dönemin en popüler çocuk dergilerinden Türkiye Çocuk’ta basılması, üstüne üstlük kendisine bunun için küçük bir de telif bedeli gönderilmesi, hiç unutamadığı yazarlık anıları arasında yer alıyor. Türkiye Çocuk’un sonraki dönemlerde de pek çok öyküsüne yer vermesinin yanısıra, yaşı ilerleyip kalemi kuvvetlendikçe çocuk merkezli eserleriyle daha bir çok süreli yayında da boy göstermeye devam etmiş Sinan…

Onun üslûbundaki zenginliği, anlatımındaki sıradışılığı keşfedip kendisine edebiyat dünyasında yeni bir açılım sağlayan en önemli kişi ise kültür-sanat câmiamızın saygın isimlerinden gazeteci-yazar ve edebiyatçı Mehmet Nuri Yardım olmuş. Genç yetenekleri erkenden keşfedip büyük bir alçakgönüllülük içinde topluma lanse etmesiyle tanınan Yardım, geçen yılın yaz aylarında bazı deneme ve öykülerini ökuduğu Sinan’a, yöneticiliğini kendisinin yaptığı “Sanat Âlemi” sitesinde yazmasını teklif etmiş. Ve başlayış o başlayış... Anılan tarihe kadar düşük tirajlı dergilerde nisbeten daha dar çerçeveli bir okur kitlesine seslenen yazarımız, kalemiyle sivrilmeye aday pek çok yetenekli insana -soyadına lâyık bir tutum içinde- yeni kanallar açan Mehmet Nuri Hoca’nın teşvik ve öngörüsüyle kısa sürede yüzbinlere seslenmeye başlamış.

Son olarak da Akış Yayınları’nın yöneticisi, popüler gençlik romanlarıyla tanınan gazeteci-yazar ve tecrübeli editör İsmail Fatih Ceylan’ın “Bu güzelim yazılar unutulup gitmemeli. Deneme ve öykülerinizi belli aralıklarla yayımlamak istiyoruz” teklifiyle kitaplar doğmuş.

‘Çocukların eğitimi çok önemli’

Halen, yayınlanmış iki kitabının yanısıra, biri roman olmak üzere iki yeni kitap üzerinde daha çalışmasına ve “Sanat Âlemi”nde düzenli olarak denemeler kaleme almasına rağmen, çocuklara yönelik çalışmalarını da hiç hız kesmeden sürdürüyor Meryem Aybike Sinan. Sözgelimi, bu alanın önde gelen dergilerinden “Somuncu Baba”, her sayısında mutlaka onun çocuk öykülerine yer vermekte. Kendisi de iki çocuk annesi bir bayan olarak, “Çocuklar benim hem enerji hem de gözlem kaynağım” diyor ve ardından da şunları ekliyor:

“Onlar üzerine, onların duygu dünyasına yönelik metinler kaleme almak, beni hem bir anne, hem bir eğitimci, hem de bir yazar olarak sürekli geliştiriyor. Genç kuşakların eğitimini garantiye almayan, bu alanda onlara sağlıklı bir kültürel altyapı sunmayan bir toplum, psikopatlığın gitgide daha fazla prim yapmasına da hiç şaşırmamalı. Tabiî, benim burada eğitimden kastettiğim şey, çocuklarının önüne kendilerine gün içinde ayak bağı olmasın diye kan ve vahşet dolu bilgisayar oyunlarını fütursuzca koyan, onlara -çizgi filmden başka herşeye benzeyen- sadistik japon animasyonlarını tekrar tekrar izleten ebeveynlerin yaptıkları bencillik gösterileri değil… Vatan, millet, bayrak ve Allah sevgisini yüceltecek eserlerden söz ediyorum ben. Ancak ne yazık ki böyle eserlerin sayısı hiç de fazla değil. Barbie ve erkek arkadaşı Ken’in, Winx kızlarının serüvenleriyle ya da vahşi savaş oyunlarıyla büyüyen, şiddet ve cinsellik düşkünü sorunlu bir nesil geliyor. Emperyalistlerin de istediği tamamen bu aslında. Reflekslerini yitirmiş bir Türk toplumu. Ve ne yazık ki ebediyat gibi kadim bir sanat bile, toplumun uyuşturulduğu bu emperyalist savaşın en önemli arenalarından birine dönüştü.”

‘Osmanlıca mirasını reddederek kaliteli edebiyat üretilemez’

Meryem Aybike Sinan’ın son derece naif ve şiirsel bir üslûba sahip olan eserlerinde en çok dikkati çeken özelliklerden biri de, eski ve yeni kelimeleri son derece dengeli, aynı zamanda lezzetli bir sentez içinde harmanlaması… Bunun yanısıra, Türkçe gramer kuralları konusunda gösterdiği yoğun hassasiyet de hemen göze çarpmakta…

Gramerin doğru kullanımına ilişkin hassasiyetine değindiğimizde, Sinan bu konudaki görüşlerini de son derece çarpıcı ifadelerle dile getiriyor:

“Türkçe’nin kendine özgü şiirinin büyük bir yozlaştırma ve talan furyası altında yerle bir edildiği, milyonlarca insanın dükkan tabelalarından internet yazışmalarına kadar her alanda ne idüğü belirsiz paçoz bir dil kullandığı bu ahir zamanda, birilerinin Don Kişot’luk yapıp yozlaşma karşısında inatla direnmesi gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, ben uzun zaman önce Türkçeye yerleşmiş ve artık iyice kabul görmüş olan kimi türetme kelimeler konusunda katı bir reddiyecilik içinde değilim. Bunlar arasından, gerek gramer gerekse fonetik açıdan yerini bulmuş olanlar elbette ki Türkçe bünyesinde kalabilirler. Çünkü dil yaşayan ve sürekli gelişen bir varlık; doğru köklerden başarıyla türetilmiş kelimeler de dilimizi zenginleştirmekteler…

Fakat, aynı şefkat hiç bir zaman Osmanlıca’ya gösterilmedi. Yazı yazarken, Osmanlıca’dan miras pek çok kelimeyi de bilerek yediriyorum metinlerime. Türkolog olmama ve edebiyat öğretmenliğini kendime meslek olarak seçmeme rağmen, Türk dili konusunda hayatım boyunca kesintisiz bir eğitim sürecinde olduğumu varsayıyorum. O yüzden de her gün mutlaka bir kaç saatimi Osmanlıca sözlükleri incelemeye ayırmaktayım.

Osmanlıca kelimelerden bütünüyle ayıklanmış ve çorak bir tarlaya benzetilmiş olan bir Türkçeyle ‘büyük edebiyat’ yapılamaz. Üstelik, bu yalnızca bizim dilimiz için geçerli bir durum da değil. Batı edebiyatının en seçkin klasiklerine bakarsanız, orada da eski Fransızca’nın, eski Almanca’nın, eski İngilizce’nin tartışılmaz ağırlığını görürsünüz. ‘Tarumar etti’ fiilinin, içinde bulunduğu cümleye kazandırdığı şiiri ve edebî anlamı ‘yıktı’ fiilinde bulabiliyor musunuz? Osmanlıca kelimeleri tek tek ayıklanmış bir Türkçe belki internette birbirine ‘Mrb’ ‘Nbr’ yazmakta çok işe yarayabilir; fakat şiir, roman, öykü, deneme ve hatta günlük gazetelerde kaliteli köşe yazısı yazmaya asla yetmez. O yüzden de Türk edebiyatının kökününün kurumaması için, hem bir eğitimci hem de yazar olarak gelenekle bağı koparmamaya özel bir hassasiyet gösteriyorum.”

Meryem Aybike Sinan’ın dil ve edebiyat dünyamızdaki ürkütücü çoraklaşma üzerine yaptığı bu anlamlı vurgulardan sonra, sorunu tanımlarken söylenebilecek çok da fazla bir şey kalmıyor aslında…

Baskı teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte kitap yazmanın ve yaymanın kolaylaşması edebiyatımızda “nicelik” açısından belli bir gelişmeye vesile oldu belki; fakat onca yıllar sonra sanat dünyamızın ufuklarında hâlâ yeni bir Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet ya da Cahit Külebi kükremesi duyamamış olmak bu endişeyi fazlasıyla haklı kılıyor.

Edebiyatımızın gün be gün “tektip”leştiği, bu da yetmiyormuş gibi -kendisine tema olarak eziklik psikolojisini ve “piç”leri seçmiş kimi kafası karışık kalemleri saymazsak- edebiyat alanında kadın varlığı ve duyarlılığının iyice gerilediği bir dönemde, yalnızca kıvrak kalemi ve Anadolu’ya yönelik sevdasıyla varolmayı seçen Meryem Aybike Sinan’a çıktığı yolda sonsuz başarılar diliyoruz.


* * *

Söyleşi : Ali Kemâloğlu


 
 
 
 

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Röportaj: Meryem Aybike Sinan:
« Yanıtla #1 : 14 Mayıs 2009, 21:37:56 »
Meryem Aybike Sinan:Geçmişle bağı kopararak bir yere varmak mümkün değildir.
“Yeryüzünde kibirlenerek yürümeyin” der kitabımız, zira bu halinizle ne göklere çıkabilirsiniz ne de yerleri yarabilirsiniz. Mütevazı bir kalem işçisi olarak tanıdığımız Meryem Aybike Sinan sessiz ve derinden sufi bir tavrın inşasına devam ediyor. Akıcı ve incelmiş üslubuyla edebi kamuoyunun dikkatlerini üstüne çeken yazarın en belirgin avantajı Anadolu’nun dini –tasavvufi köklerinden besleniyor olmasıdır. 
Bize göre bu tasavvufi kökler yazarın önünde kullanabileceği çok geniş bir alan da açmaktadır.
Zaten özü itibariyle güzel olan o eski mana iyi bir edebiyatçının elinde nurun ala nur oluyor.
Edebiyatımıza yeni bir soluk getirme kaygısı ile yola çıkan Meryem Aybike Sinan ile kültür, edebiyat ve tasavvuf ilişkisi üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
 
Kültürü bir tohum olarak kabul edecek olursak bizim toprağımıza uyum sağlaması da çok önemlidir.
Kültürün bize ait ve bizden olması kim ne derse desin son derece belirleyicidir.
Kendini ve dünyayı bilen bir aydın için bu topraklarda yabancı otların bitmesi asla normal karşılanabilir bir şey değildir. Kültürde yerli referanslarla yola çıkıp çıkmamak hususunda siz neler söylemek istersiniz?

 
Uzun yıllar bazı aydınlarımız kültürü tarihimizin belli bir döneminden soyutlayarak kendilerine göre bir takım yeni tarifler geliştirdiler. Bu tariflerin hiç biri asla bizim toprağımızın kokusuna ve dokusuna uygun yaklaşımlar değildi. İthal ettikleri yapay unsurlarla yeni kültür desenleri çizmeye çalıştılar. Ne yazık ki onların çabaları bu toplumun birçok değerini tahrip etmeyi başarmıştır. Hatırlıyorum da bizim çocukluğumuzda TRT’de “Pazar Konseri” adında her Pazar en verimli saatlerde bir senfoni orkestrası konser verirdi bıkıp usanmadan. Hep merak ederdim bu programları dinleyenler var mıdır diye… Sonra dimağımız bazı gerçekleri kavrayıp meselelerimizin farkına vardığımızda bunun koskoca bir kandırmacadan ibaret olduğunu gördük. Birkaç bin mutlu azınlık için milyonlar feda ediliyordu. Kültürde yerli referansların hem kişisel hem de toplumsal anlamda çok yararları olduğunu bizzat müşahede etmiş birisi olarak henüz geç kalmadığımızı tekrar kendi özümüze dönüşün yolculuğuna acilen çıkılmasının son derece gerekli olduğunu düşünüyorum.
 
Prof. Dr. Kenan Gürsoy gelenekçi olmakla geleneği olmayı birbirinden ayırır. Bir geleneğinizin olması güzel bir şeydir. Geçmişe saplanıp kalmadan geleneği her dem yeniden üretebilmektir aslolan.  Sizin yazılarınızda bu geleneği yeniden üretmeyi görebiliyoruz. Siz bu anlamda kendinizi nerede hissediyorsunuz?
 
Bendeniz bu sorunuza üstat Cemil Meriç’in yüreğime ışık düşürmüş bir sözüyle cevap vermek dilerim. “Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir atiye bağlayan köprü olmak isterdim.” Geçmişle bağı kopararak bir yere varmak mümkün değildir. Muhteşem Osmanlı’nın, düşen Osmanlının, yıkılan Osmanlının hangi tarafına bakarsak bakalım kendimizi görürüz. Çünkü kökümüz, çıkış noktamızdır Osmanlı. Şahsen bendeniz kendimi Osmanlı kimliğinden kısa bir an için bile olsa soyutladığım vakit derin bir hiçliğin ve boşluğun içine düşmüş hissediyorum. Bu durum edebiyat için de böyledir. Bin yıllık bir edebi mirası reddederek, Osmanlı Türkçesini redderek büyük edebiyat ortaya koymak mümkün değildir. Evet, gelenekçiyim ama bu gelenekçiliğim bazılarının sınırlarını çizdiği ve anlamlarını belirlediği manada bir yaklaşım değildir. Ben geleneğe olup bitmiş bir hadise olarak bakmıyorum. Gelenek benim nazarımda hâlihazırda kendini geliştirmeye devam eden dinamik bir süreci ifade etmektedir. Geleneğimizin o efsunlu haşmetinin üzerine daha yeni, zamane insanının ruhuna eğilen ama mutlaka geçmişten esinleri de bünyesinde barındıran bir edebi tarzı benimsiyorum. Mevlana, Ahmet Yesevi, Yunus, Fuzuli, Mehmet Akif, Nurettin Topçu, Cemil Meriç okunmadan, onlar anlaşılmadan mensup olduğunuz coğrafyanın kültür desenlerini ve renklerini kavramadan elbette bu alanda gerçek anlamda eserler ortaya koymak mümkün değildir.
 
Tasavvuf ateşe odun atmak değil oduna ateş atmaktır bir anlamıyla. Yani tasavvuf atıl durumdaki insan malzemesini harekete geçirir. Bu anlamda tasavvufun dönüştürücü gücü hakkında siz neler söylemek istersiniz?
 


Çok güzel bir benzetme. Oduna ateş atmak… Ben de tasavvufu “içinde barış olmayan savaş” olarak anlamaktan yanayım. Üstelik bu öyle bir savaş ki insanın her hücresini ve bütün anını kapsamaktadır. Tasavvufun insanı bütünüyle dönüştürücü bir gücünün olduğunu biliyorum. Modernizmin ve kapitale dayalı dünya görüşlerinin insanda tahrip ettiği asil değerleri ve insanı insan yapan erdemleri tasavvufun maharetli ve gizemli elleriyle onardığını düşünmekteyim. Bunun da çağın yok edici baskılarına rağmen insanda ait olduğu fıtrata yeniden dönüşün ruha saadet veren bir müjdesi olarak değerlendiriyorum. Özellikle modern hayatta, insanların tasavvufa ilgi duymasının ve bu ilginin dünyanın her yerinde giderek artmasının sebebi tasavvufun bu dönüştürücü etkisi sebebiyledir. Fıtrat itibarıyla dışa dönük olarak yaratılmış olan insanoğlu hep dış dünya ile ilgilenirken birden bire kendi içinde bütün bir âlemi taşıdığının bilincine varınca çok büyük bir uyanışın merkezi haline gelmektedir. Yunus’un deyimiyle içimizdeki biz olmayan benin farkına varmak sönmeyen bir ışık yakmaktadır içerimizde. İşte insanlar bu hiç sönmeyen ışığın aşığı olmaktalar. Dünyanın birçok bölgesinde insanların tasavvufa ait bir ışık gördüklerinde bu nedenle fevç fevç oraya aktıklarına şahit olmaktayız. Yaradılış gayesini, insan olmanın erdemini, Allaha olan muhabbetin ve yakınlığın en zarif en içten şeklini buluyor insan tasavvufla. İlahi cazibenin çekim merkezine tutulmak ve oraya doğru harekete geçmek düşüncesi bile insanın büyük bir heyecan duymasına vesile oluyor.   
Okuyucudan çok yazarın olduğu bu ülkede kitap okunmamasından şikâyet etmekte çok da haklı değiliz. Çoğu kez kelimelerimiz aşındığı için tesir etmiyor. Siz kelimelerinizi parlatmak ve biletmek için hangi kaynaklardan besleniyorsunuz?
 
Kelimeleri yıldızlaştırmak diyorum ben buna. Çünkü bir yazar karanlığın yoğun olduğu anlarda kelimelerini ancak yıldızlaştırarak okuyucuya nüfuz edebilir, aydınlatabilir... Sokak diliyle, herkesin konuşa konuşa eskittiği, içini boşalttığı ve artık ne anlama geldiğini dahi düşünmediği kelimelerle ne yazarsak yazalım tesirli olunamayacağını düşünmekteyim. Çünkü modern hayat önce kelimelerin efsununu sildi, madde bulaştı kelimelerin üzerine. Kitap okunmuyor diye şikâyet etmek yerine bunun sebeplerine inmek gerektir diye düşünüyorum. Hangi kaynaklardan beslendiğime gelince… Öncelikle iyi yazarları okumak, Osmanlı Türkçesini bilmek ve dili sevmek gerekir. Bir de şiir sanatına ilgi duymak. Şiir dili farklıdır. Nesir yazacakların usta şairlerin şiirlerini iyi incelemeleri ve kelime hazinelerini geliştirmeleri lazımdır. Benim en büyük zevkim zaman buldukça Türkçe Osmanlıca sözlük okuyup incelemektir… Bu çocukluk yılarımdan beri alışkanlık haline getirdiğim bir husustur.
 
Tasavvuf alanı pek çok kişi için mayınlı bir tarla gibidir. Hep duyarız ‘tarikata girdi kafayı oynattı ‘ diye. Aslında peş peşe yaşadığımız bu çağın şokları karşısında eski kafayı biraz yerinden oynatmak da gerekmiyor mu?
 
Kafayı oynatanların çoğu aslında doğru yoldan ayrılıp menzilsiz yola düşenlerdir diye düşünüyorum. Oysa bir “Şems” bulmak bir Mevlana doğurmak gibidir, bir Taptuk Emre’ye sarılmak Yunuslaşmak gibidir. Gönlümüzün zenginliğinden yüz çevirdiğimizden beri bizler toplum olarak oynatmaya devam ediyoruz aslında. Bana göre Yunusun karşısında Taptuk Emre, Yunusun kendisini gösteren bir ayna olmuştur. Yunus Taptuğa baktığında onda kendini görmüş ve “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir” demiştir. Mevlana Şems ile karşılaştığında içindeki büyük aşkın alevini ve yakıcılığını fark etmiştir. Sadettin Kaplan Ağabeyimizin “Dilekçe”adlı bir şiiri vardır. “Kaçırdım mürşidini dergâhından gönlümün” der. Yıllarca bu dize beni etkisinde bırakmıştır. Yine değerli şair ağabeyimiz, büyüğümüz Olcay Yazıcı “Çatallı yol ağzında şaşardım kaldım Derviş/söyle hangi patika gül dağına gidermiş” der ki asıl yoksulluğumuzun, yokluğumuzun çaresini arar gibidir bu dizelerde. Bendeniz artık modern insanın kendinden iyice uzaklaştığını, gönüllerinin acilen bir mürşidin yakan, onaran, sağaltan sözlerine ve kendilerine kendilerini gösteren böyle bir aynaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ama bu mürşit nasıl bulunur? Bu aynayı nerede buluruz? Araştırılması ve ihmal edilmemesi gereken asıl mevzu işte budur.

Siz İstanbul’un fethini yazdınız pek çok dini tasavvufi ve edebi dergide de yazılarınızı zevkle okuyoruz.  Demek ki hem milli manevi değerleri sahiplenip hem de zevkle okunacak metinler vücuda getirmek mümkün. Siz bu hususta ne dersiniz?

 
İstanbul’un Fethini birçok yazar kaleme aldı belki ama bendeniz istedim ki bu fethin mana tarafını daha ziyade anlatayım. Çünkü İstanbul’un fethi maddi ve manevi bütünlük sağlanınca tastamam gerçekleşmiştir. Akşemseddin, Ak Bıyık Hoca, Şeyh Garip Sultan ve diğer mana sultanları düştü rüyalarıma, yaz kızım dediler yaz… Bu rüya uyku anında gelen bir rüya değil, tamamen ayıkken tasavvurlarıma nüfuz eden bir sevda idi. Hayatımda yaptığım en iyi şeydi bana göre. Aylarca adını zikrettiğim mana erleriyle konuşmak, onların manevi iklimine girmek, Fatih’le sohbet etmek ne muazzam bir duygudur asla tarif edemem. Bu romanı bitirip de Nesil Yayınlarına gönderdiğim gün fakirleşmiştim hatta tükenmiştim ve katıla katıla ağlıyordum. Geriye doğru olan keyifli- feyizli seyahatim tamamlanmış ve bitmişti o yolculuk. Bunun dışında bütün yazılarımın temelinde ruhuma sinmiş olan tasavvufun belirgin izlerinin görülüyor olması tamamen doğal ve kendi iç dünyamla ilgili olan bir husustur. Milli ve manevi değerlerimizin öyle bir cazibesi vardır ki onları ifade etmeye bazen kelimelerin gücü yetmemektedir. Buna hizmet edebiliyorsam kendimi çok bahtiyar hissederim.
 
Sözün gidemediği yerde insanlar hal diliyle konuşsa da Yazarlar için bu durum biraz daha farklı bir boyut kazanıyor. ‘Yazmasam ölürüm yazsam ölürüm’ gibi bir şey bu. Sizin hiç bunu yazmasam çatlarım dediğiniz anlar oluyor mu?
 
Elbette oluyor. Bu öyle bir şey ki zaman içerisinde diğer insanlardan daha başka yaklaşmaya başlıyorsunuz hayata ve insanlara. Yaprak kıpırdasa hissetmeye, kimselerin etkilenmediği birçok hadiseden acılar çekmeye, önceden hissetmeye başlıyorsunuz. Özellikle acı çeken insanlar, haksızlıklar, adaletsizlikler, toplumun duyarsızlığından öyle çok acı çekip gözyaşı döktüğüm anlar oluyor ki oturup yazmaya başlıyorsunuz. Geçen gün Gazeteci-yazar Beşir Ayvazoğlu ile birlikte olduğumuz bir toplantıda “Roman yazarları Allahın dünyadaki maymunlarıdır” dedi. Önce güldüm içimden. Sonra galiba bunu söyleyen haklı dedim. Herkes işinde gücündeyken sen oturup kendine dertler üretip söyleniyor bir de dayanamayıp yazıya döküyorsun. Sanırım her dem bu anların içindeyim.
 
Lafın tamamını herkese anlatmazlar. Bazen az bir sözle çok şeyler anlatırsınız. Maksat sözü adrese teslim etmekse bunu en kısa yoldan yapmakta fayda var. Gönderdiğiniz bir sözün adresine teslim olduğunu öğrendiğinizde bu size neler hissettiriyor?
 
Muhteşem bir duygu tabii ki. Yazarlığın en güzel tarafı sanırım bu. Bazan hiç tanımadığım okuyuculardan mektuplar alıyorum. Kitaplarımda ya da yazılarımda bahsettiğim hususlarda yazılar yazıp göndermişler. O adresler olmasa yazma amacımız olur muydu açıkçası kestiremiyorum. Ancak her yazının gideceği bir adres mutlaka vardır. Her yazının başka adrese gittiğinin farkında olan birisi olarak mümkün olduğunca bu adreslere sağlıklı sözler göndermek arzusundayım. Kalem mesuliyetinin ehemmiyetini, kalem üzerine yemin eden o büyük zatın varlığını her dem yüreğimde hissederek.
 
Kendinize örnek aldığınız biri var mı sorusuna genellikle ya ölmüş ya da çok meşhur olmuş birinin adını verir edebiyatçılarımız. Bu biraz da gizli bir kıskançlığı içinde barındırır. Hâlbuki yaşayan ve meşhur olmamış bir yazarı da pekâlâ beğenebiliriz. Sizin böyle okurken zevk, yazarken de rol model aldığınız yazarlarınız var mı?
 

Olmaz mı? Aslında herkesin vardır. İyi yazarların hepsini beğeniyorum desem yuvarlak bir cevap vermiş olabilirim ama daha özele inersek; Yavuz Bahadıroğlu, Tarık Buğra, Bekir Büyükarkın, Nazan Bekiroğlu, Ali Çolak, Ahmet Turan Alkan, Halil Cibran, Tagore, Osman Yüksel Serdengeçti, Sabahattin Zaim, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Muhterem Yüceyılmaz, Sevinç Çokum, Mustafa Kutlu gibi yazarları özellikle çok beğeniyor ve benim yazarlarım diyorum.

Yazarlık bir anlamda yalnızlık dediğimiz akrebin etrafını ateşle örmek gibi bir şey. Muhatap aldığınız bir kitlenizin olması size yalnız olmadığınızı hissettirirken beraberinde belli sorumluluklar da yüklüyor.  Özellikle yeni yeni yazmaya başlayan gençleri doğru yönlendirmek gerekmiyor mu?

 
Evet, yazarlık tek başına yürünen bir serüvendir. Muhatap aldığınız bir kitle var ancak bu diğer alanlarda olduğu gibi gözle görünen bir kitle değil. Yazdığınız her kitabı, her yazıyı alıp gönderiyorsunuz. Ancak asla tasavvur edemiyorsunuz okurunuzu. Sonra geri dönüşümler başlayınca işte o zaman yalnız olmadığınızı mutlaka bir yerlerde sizin dünyanızı okuyan, sizi anlayan birilerinin olduğunu görüyorsunuz. Dünyanın birçok yerinden aldığım mektuplardan anlıyorum ki yazdığımız her satırın hesabını vereceğimiz düşüncesiyle yazmak gerektir. Özellikle yeni yazmaya başlayan gençleri doğru kanallara yönlendirmek gerekir. Usta olanların yol göstermeleri, cesaret vermeleri, yeni yazarların yetişmesinde etkili olacaktır diye düşünüyorum.
 
Teşekkür ederiz.
 
Asıl bendeniz bu nazik söyleşi için teşekkürü borç bilirim.
 
Kaynak: Umut Bulut / sanatalemi.net