Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #200 : 08 Şubat 2009, 22:48:50 »
Diğer bir topluluk da nefislerinin derdine düşmüş, kendilerinden başka bir şey düşünmüyor. Dine, Peygamber'e önem vermiyor, nefislerine ait istekleriyle uğraşıyorlardı ki, onlar münafıklar idi. Muhammed aleyhisselamın peygamberliği hakkında şüphe üzerinde bulunuyorlar ve harbe ganimet hevesiyle veya ihtilal fikriyle gelmişlerdi. Çokları daha başlangıçta Abdullah b. Übey ile beraber savuşup gitmiş, bir kısmı da kaçamamış kalmıştır. Olay bu duruma dönüşünce, başlangıçta gönüllerinde intikam almış gibi bir sevinç hissettiler; sonra da her iki taraf için şüpheli mevkide bulunduklarından dolayı, korkuları şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine uyku girmedi. Cahiliyye (İslâm öncesi) kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar, "Artık Peygamber'in işi bitti, yok oldu." batıl zannında bulunuyorlardı. "Muhammed hak peygamber olsaydı, Allah ona böyle kafirleri musallat etmezdi." diyorlar, Allah'ın "Dilediğini yapar, dilediğine hükmeder." bir fail-i muhtar, dilediğini yapmakta serbest olduğunu bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne güya danışıyorlarmış, emir bekliyorlarmış gibi, "gözetilen o zafer işinden bizim için az bir pay var mı?" Diğer bir mânâ ile, "bize bir iş, bir tedbir var mı?" diyorlardı ki; bu deyim, "Nasıl, bundan sonra hakimiyet işinden bize de bir hisse var mı?" gibi, bir siyasi (politik) maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde biz bir dolap çevirebiliyor muyuz? Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz bırakacak bir rol oynayabiliyor muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine alabilir.

Ey Muhammed! De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu halde neticede bütün galibiyet (üstünlük) O'nun ve O'nun dostlarınındır. "Şüphesiz ki Allah'tan yana olanlar üstündürler." (Maide, 5/56). Yahut bütün Bedir onundur. Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş ise o olacaktır. Ey Muhammed! O münafıklar nefislerinde (yani gönüllerinde veya kendi aralarında) bir şey, bir bozuk fikir, bir küfür gizliyorlar ki, onu sana açmazlar. Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bu savaşa geldiklerine pişman oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o vadolunan işten bir şey olsaydı (yani Muhammed'in vaadi doğru olsaydı), yahut bizim fikir ve tedbirden hissemiz olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi, burada böyle öldürülmeye maruz olmaz, içimizden bu kadar ölü vermezdik." diyorlar. Ecelin iki olduğunu söylüyorlar, normal sebeplerin, ilâhî iradenin tersine etki edebileceğini sanıyorlar. "Emr" kelimesi ya "umûr" kelimesinin veya "evamir" kelimesinin müfred (tekil)i olduğuna göre, bu söz birkaç mânâya gelebilir. Bir yandan Hz. Peygamber'in belli şartlarla Allah tarafından vaad etmiş olduğu zafer işini yalanlamak maksadıyla peygamberliğe bir itiraz; diğer yönden yukarda açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den çıkılmaması hakkındaki reyi kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in emir ve isteğini hatalı bulma ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir şekilde hükümet işine iştirak etmek ve işe karışmak, bu niyetle Peygamber'in idare şeklini istibdatkâr (keyfi idareye yakışır şekilde) görmek isteyen bir ihtilal fikri vardır. Bu münafıklar derken bu niyetleri besliyorlar ve tabiatıyla açıklıyamıyorlardı. Halbuki önce Resulullah, münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy'i istişareye davet etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını anlatmış ve aynı görüşte bulunmuş ve fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu, çıkmak görüşünde ısrar ettiklerinden dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre bu durum karşısında Resul-i Ekrem'e münafıkların bir çeşit istibdad isnat edercesine "eğer bu işten bize bir şey olsaydı..." demeleri, iftira edercesine bir gerçeğin tahrifi (bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay ile tecrübe göstermişti ki, münafıkların istişare içine alınması bile hikmete uygun değildir. Çünkü Abdullah b. Übey, kibir ve gururundan fikrinin kabul edilmemesine tahammül edemeyerek kırgınlığını artırmış, savaşla ilgili tedbirlerin akışını yakından öğrenerek ona göre orduda ihtilal çıkarmaya çalışmıştır. Bu sebepleydi ki yukarda açıklandığı üzere " Ey inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin." (Âli İmran, 3/118) ayeti inmiş ve "De ki: Bütün işler Allah'a aittir." ilâhî emri ile bu bakış açısından da gerçek gösterilmiştir. Ve bunlara rağmen İslâm ile ilgili işlerde istibdad (zorbalık) olmadığını ayrıca açıklamak için de "İşte onlarla istişare et." (âyet: 159) emri gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik iddialarına da "Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi." diye cevap, emir buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp da evlerinizde (yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış olanlar, herhalde, devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi". Zira Allah'ın takdirini geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir. Ve bundan dolayı Allah'a su-i zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah bunları inananlara yardımı olmadığından değil, nice nice hikmet ve iyi şeyler için ve özellikle içinizdeki ihlas (samimiyet) ve nifak(bozgunculuk)ı tecrübe âleminde imtihana çekmek ve kalblerinizdeki gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları tasfiye ve temizlemek için böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere arkadaş olan ve onlardan ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde öyle imtihanlara çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın gerektirdiği bir seçme sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık kazanır, münafıkların da durumları ortaya çıkar.

155- Şüphe yok ki iki ordunun çatıştığı gün içinizden yüz çevirenler (yani düşmandan dönen veya Medine'ye kadar kaçanlar), herhalde kazanmış oldukları bazı hatalar sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmak istedi. O bazı günahlar ne idi? Onu ancak Allah bilir ve burada gizlemiştir. Anlaşılıyor ki itaat, itaate sevkettiği gibi, günah da günaha sevkeder. Ve insanın şeytana kapılmak kabiliyetini artırır. Bununla beraber muhakkak ki Allah onların günahlarını affetti. Çünkü "Allah çok bağışlayıcı ve halim" dir. "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı yaratık bırakmazdı". (Fâtır, 35/45) Artık ümitsiz olmak, kötü zanna düşmek caiz değildir.

O gün sebat eden veya kaçanların sayısı ve kimlikleri hakkındaki haberler çeşitlidir. Muhammed b. İshak'ın nakline göre üçte birisi yaralı, üçte biri bozguna uğramış, üçte biri de sebat etmiş. Bozguna uğrayanlar hakkında da ihtilaf vardır. Denilmiş ki bir kısmı Medine'ye kadar vardı ve Resulullah'ın öldürüldüğünü haber verdi. Bu, Sa'd b. Osman idi. Ondan sonra daha bazıları gelmiş, kadınlarının yanlarına girmişlerdi. Kadınlar bunlara: "Demek Peygamber'den kaçıyorsunuz ha!" diyorlar ve yüzlerine toprak saçıyorlar, "Burada öreke var, al da iplik bük." diye hakaret ediyorlardı. Diğer taraftan denilmiştir ki, müslümanlar dağdan ileri geçmediler. "Keffal Tefsiri"nin açıklamasına göre bu konudaki bütün haberlerden özetle anlaşılabilen şudur ki: Bazıları dönmüş ve uzaklaşmış. Bunların kimisi Medine'ye, kimisi de diğer tarafa gitmiştir. Fakat çoğu dağ tarafında kalmışlar ve orada toplanmışlar, bunların yanında Hazreti Ömer de vardı. Ancak bunun başlangıçlarda olmadığı, bir de uzağa gitmeyip dağın üzerinde Resulullah'ın oraya çıkmasına kadar kaldığı muhakkaktır. Ebu Hayyan Tefsiri'nde nakledilmiştir ki, Hazreti Ömer, bir cuma günü hutbeye çıkmış, Âl-i İmran sûresini okumuştu ve ismi geçen (Hz. Ömer) hutbesinde Âl-i İmran sûresini okumaktan hoşlanırdı. İşbu "Sizden yüz çevirenler..." âyetine gelince demiştir ki: "Uhud günü biz bozulduk, ben geçtim dağa çıktım, kendimi görüyordum ki, dağ keçileri gibi sıçrıyordum, insanlar da, 'Muhammed öldürüldü' diyorlardı. Ben de, 'Muhammed öldürüldü diyen bir kimse bulursam her halde öldürürüm' dedim. Nihayet dağın üzerinde toplandık. Bunun üzerine bu ayetin tamamı indi." Yine Keffal Tefsiri'nde ve Razî Tefsiri'nde yazılmıştır ki, Hazreti Osman da Ensar'dan Sa'da ve Ukbe adında iki kişi ile beraber bozulmuşlar, hatta uzak bir yere kadar gitmişler, üç gün sonra dönmüşler, Hz. Peygamber (s.a.v.) de, "uzakça gittiniz" buyurmuştur. Bir gün Hz. Fatıma, Hz. Ali'ye: "Osman ne yaptı?" diye sormuş, o da ismi geçen (Osman'ı) eksiklemiş, Peygamber'imiz (s.a.v.) de, "Ey Ali, kız kardeşlerin kocaları birbirlerini sevme hususunda beni yordular." hitabıyla karşılamıştır. Sebat edenlere gelince: Bunlar nihayet ondört kişi idiler ki, Muhacirler'den Ebu Bekir, Ali, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Zübeyr b. el-Avvam. Ensar'dan Hubab b. el-Münzir, Ebu Ducane, Âsım b. Sâbit, Hâris b. es-Sımma, Sehl b. Huneyf, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Muaz'dır. Söyleniyor ki, o gün bunlardan sekizi Resulullah ile ölüm üzerine andlaşmışlardı. Üçü Muhacirlerden: Ali, Talha, Zübeyr. Beşi de Ensar'dan: Ebu Dücane, Haris b. es-Sımma; Hubab b. el-Münzir, Asım b. Sabit, Sehl b. Huneyf idi. Allah'ın izniyle hiç biri öldürülmemiştir

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #201 : 08 Şubat 2009, 22:49:16 »
156-Şu halde Ey müminler, o küfredenler ve sefere çıktıkları veya gazi olmaya gittikleri zaman kardeşleri için bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi, diyenler gibi olmayınız, kâfirlere benzemekten sakınınız, onların sefer ve savaşı, gerçekten ölüm sebebi kabul edip de böyle söylemeleri, Allah'ın, o telakki (kabullenme)yi kalblerinde büyük bir hasret kılması içindir. Yani o inanışın neticesi kalplerin, sonsuza dek hasrette kalmasıdır. Bir kerre ölüm ve öldürülmeyi bu gibi sebeplere bağlayanlar ve daha ilerisini düşünmeyenler için teselliye imkan yoktur. Artık olan olmuş ve "ah keşke göndermeseydik" diye hasret çekmekten başka bir şey kalmamıştır. Bunlara, onu yasaklamadıklarından dolayı kendilerini ölüme sebep olmuş bir katil gibi düşünerek (farzederek) pişmanlıktan başka bir şey düşmez. İkinci olarak, bu inanış, sefer ve harpten yılmaya ve onların büyük faydalarından mahrum kalmaya ve düşmanın istilasına uğrayıp her felakete baş eğmeye sebep olur ki, bu da ebedî büyük bir hasrettir. Halbuki hayatı da, ölümü de veren Allah'tır. Allah öldüreceği zaman seferde de öldürür, hazarda da; harpte de öldürür, sulhte de. Nice sefere çıkanlar vardır ki, büyük büyük kârlar, istifadelerle sağ ve salim dönerler gelirler. Nice savaşa gidenler vardır ki, büyük zaferlerle dönerler. Allah öldürmeyince kimse ölmez, hem de Allah yaptıklarınızı görür. Müminler bunu bilmeli ve kâfirlere benzememelidirler.

157- Şayet Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz hiç şüphe etmeyiniz ki Allah'tan bir mağfiret (affetme) ve rahmet herhalde o kâfirlerin ömürleri boyunca toplayacakları şeylerden hayırlıdır.

158- Başkasına değil, ancak Allah'a haşrolunacaksınız. Ona sevkolunup, onun huzurunda toplanacaksınız, mükafatınızı ve cezanızı ondan alacaksınız.

Müminlere vaki olan bu hatırlatmadan sonra Resulullah'ın şanına, haklarına ve görevlerine ilişkin olarak hitap renklendirilerek şu ayet irad buyuruluyor:

159- Şimdi ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili kusurlarını affet, ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar et ve işde onlarla istişare et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği emir olsun. Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever.

"Müşavere", şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas itibarıyla öbürleri gibi masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı (kullanıldığı) zaman, dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ (işaret etme) mânâsına geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, oy vermek mânâsına gelir. Müşavere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak (türeme) bakımından iş bu müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından veya satılık hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak mânâsından alınmıştır.

"Afv" ve "istiğfar" emirlerinden olan "İşte onlarla istişare et." buyurulmasında dikkati çeken bir takım nükteler ve hikmetler vardır:

1- Peygamber'in onlarla müşaveresi, şanlarının yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini) gerektirir. Bu da onların sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşavereye tenezzül edilmemesi ise bir çeşit hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk meydana gelir. Bunun sonucu ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. Bu açıdan Peygamber'e ait müşavere, bir kalp hatırı almayı içerir.

2- (Âl-i imran, 3/79), (Âl-i İmran, 3/104), (Âl-i İmran, 3/110) emirleri işaretince Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi bütün insanlar için uyulacak, örnek alınacak bir ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en yüksek bir siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise "Allah tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz. Muhammed'in müşavere mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra da "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" nebevî hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla kulluk etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük bir cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli idi ki; işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait çalışma, kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin (alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşaveresi bir terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır.

3- Esasen Peygamber'imiz, Uhud olayının başlangıcında müşavere etmişti. Peygamber'imiz, Medine'den çıkılmaması tarafına meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber onlarla müşavereyi terk ederse, o müşavereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna delalet ederdi. Bunun için, bu olaydan sonra müşavere emri açıkça belirtilmiştir ki, Peygamber'in kalbinde bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşavere hususunda üzüntü caiz olmayıp, tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği ve iyi niyetle vaki olan ictihadî reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa bile, başında mesuliyet olmayacağı anlaşılmış olsun.

4- Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy müşavereye sokulmuş olduğu halde, müşavere ahlâkını tanımıyarak ve tahakküm fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda işe karışma ve müdahele hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu işten birşey olsaydı..." dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; hem İslâm siyasetinin tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever ruh ve ahlâka dayandığını, hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas fikrine aykırı açık veya gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan bir işe katılma durumunda olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu halde "onları işe ortak et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi ve müşaverenin metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya yönelmiş olması gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle bütün işlerin Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan ise şu neticeyi alırız ki, İslâm şurası (danışma kurulu)nın görevi, yalnız kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda Allah'ın kullarının genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o konuda aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti olmayan yalnız beşerî istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi temsil ve ona uyarak faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan iradesinin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin ilme tabi olması arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa ortada müşavere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesi cereyan eder ve bu münakaşa, hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli fırkaların çarpışması, batması gerekli olur.

İşbu müşavere emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb (mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin ihtilafı vardır. İmam Şafiî hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir olan farzdır. Fakat tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah katından vahy inmiş olan hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşavere etmesi caiz değildi. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın geldiği yer)de ictihada mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan hususlara gelince, her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler ve tefsirciler işbu emrinin, harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda müşavere caiz olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru" kelimesinin "elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla ahd için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp ve düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak nass (kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir. Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir. Delillerin gelmesinden sonra ihtilaf edenler ve Allah'ın kitabına iman etmeyenler aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri karşısında rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali olduğu malumdur. Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Resulullah'ın din içinde ictihadla da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı caiz görmeyenler, müşaverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan hususlara ait olduğuna inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur ki,Resulullah vahyi bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel ederdi. Ve bu ictihadda başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa vahy ile düzeltilir, devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer ictihadlardan farkı bu idi. Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) diye müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey akıl sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) diye basiret kullanmak ile istibar (ibret alma) ve kıyası da emretmişken, basiret sahiplerinin efendisi olan, akıl ve zekası herkesin üstünde bulunan Resulullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı açıktır. Şu halde Resulullah, vahy inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı için, vahyin gelmesinin dışında müşavere ile de görevli olmuştur. Rivayet edilmiştir ki işbu indiği zaman Resulullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz". Diğer bir hadis-i şerifte de: "Müşavere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur." buyurulmuştur.

Bütün bunlardan anlaşılır ki, burada Peygamber'e hitap olarak gelen "veşâvirhüm" (onlarla müşavere et) emri, yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle beraber, bunun sebebi ve asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için gelmiş olmasıdır. Şu halde Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için vacibtir. Nitekim diğer bir âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (Şûrâ, 42/38) buyurulmuştur.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #202 : 08 Şubat 2009, 22:50:04 »
160-161-Bu noktada Resulullah'a hitabdan müminlere sözü çevirerek buyuruluyor ki: "Eğer Allah size yardım ederse size galip gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size yardım edecek olan kimdir?" "Hizlân" muhtacı, tam ihtiyacı sırasında bırakıvermektir. Bedir vakası birinci fırkanın, Uhud vakası da ikinci fırkanın misalleridir. Gerçi Uhud'da Cenab-ı Allah müminleri perişan bırakmamıştır. Fakat Bedir gibi tam yardım da bahşetmemiş ve bu şekilde Allah'ın yardımsız bırakmanın dehşetini takdir ettirecek bir imtihan yapmış olduğundan, bu da ikinci fırkayı tecrübeyle takdir etmek için yeterli örnek olmuştur. Şu halde müminler de ancak Allah'a tevekkül etsinler, yalnız ona dayansınlar.

İmam Fahruddin Râzî der ki: "Tevekkül bazı cahillerin zannettiği gibi, insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri, tevekküle engel olurdu. Tevekkül insanın zahirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ'nın, korumasına dayanması demektir..." Okçular, merkezi terkedip ganimete koşmalarına sebep olarak, "Resulullah herkesin aldığı kendisinin olsun der de ganimetleri taksim etmez diye korktuk, nitekim Bedir'de taksim etmemişti." demişler, Resul-i Ekrem de:

"Demek ki ganimetleri size taksim etmeyeceğiz de hainlik yapacağız zannettiniz." buyurmuştu. Bu sebeple Peygamber'in şânını tenzih ve hainliğin Allah'ın gazabını çeken büyük bir günah olduğunu ve cezasız kalmayacağını açıklamak için şu âyetler inmiştir: . Gulûl = ", ganimet malından gizli bir şey aşırmak, emanete hiyanet etmektir ki, genelde devlet mallarında su-i istimal (kötüye kullanma) de bu türdendir. Resulullah, gulûl (hainliğ)i büyük günahlardan saymıştır ve bu konuda bir çok hadisi şerif vardır. Bu cümleden olarak: "Her kim üç şeyden uzak olarak ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. Kibir, gurur, borç" "İpliği, iğneyi de eda ediniz (veriniz), çünkü kıyamet gününde âr (utanma), nâr (ateş) büyük ayıptır. " buyurulmuştur.

162- Şimdi Peygamber gibi Allah'ın rızası ardında giden zat Allah'dan bir dehşetli gazap (kızgınlık) ile dönen ve varacağı yer cehennem olan haine benzer mi? O cehennem ne fena varış yeridir. Hayır onlar eşit olamazlar.

163- O sevilen gurup ile o istenmeyen gurup Allah katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri cennette, biri cehennemdedir ve Allah onların amellerinin derecelerini bilir, ona göre sevap ve ceza verir.

Şimdi bu sevilen gurup ile sevilmeyen gurubun durumlarını biraz açıklama ve Uhud olayından üzgün olan müminleri teselli etme ve kalplerini takviye (kuvvetlendirme) konusunda önce Resulullah'dan başlayarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

164- Andolsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.

165- (Bedir'de düşmanı) iki katına uğrattığınız bir musibet (Uhud'da) size çarpınca mı: "Bu nereden" dediniz? De ki: "Bu başınıza gelen kendinizdendir". Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.

166-167- İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. Bu da müminleri belirlemesi ve hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya (hiç olmazsa) savunmaya geçiniz." denilmişti. Onlar ise: "Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik arkanızdan gelirdik." demişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerini daha iyi bilendir.

168- Kendileri oturup kaldıkları halde kardeşleri için: "Eğer bize uysalardı öldürülmezlerdi" dediler. Onlara de ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırınız".

169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.

170- Allah'ın lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.

171- Onlar, Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler.

172- Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır.

173- İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir".

174- Bunun üzerine kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.

175- (Size o haberi getiren) ancak şeytandır, (sadece) kendi dostlarını korkutabilir. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.

176- Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.

177- İman karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır.

178- Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.

179- Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat vardır.

180- Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'a aittir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

164- "Andolsun ki Allah, müminlere, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." Bu, ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in ümmeti olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş bulunan müminlere ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın âyetlerini okur, ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder. Onları ıslah ve tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır (kemale erdirir), onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir. Kitap, şeriatin zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah bilgilerine, sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.

O cahiliyyet ve sapıklık birkaç sene içinde birden bire bu yüksek hidayet ve hikmete dönüşüverdi. Ve bu şekilde geçmiş asırlar tarihi kapanıverdi. Şu halde buna ümmet olan müminlere gevşeklik yakışır mı?

165-Bu böyle iken sizin iki katını isabet ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince, (yani sizin musibetiniz düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen musibet nereden?" dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişti. Uhud'da da müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit verdiler. Bu ölçü ile müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki kayıplarının yarısı kadardı. Bir de müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de, bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar ise bir kerecik bozulmuşlardı. Bu itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete bakarak müslümanların musibeti ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin musibetleri, müslümanların Bedir başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti, müşriklerin bir başarısı değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş ve bunu büyüterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye dalmışlardı. Bu soru, hadisenin ilmî bir bakışla tetkik ve tenkidi için mesele ortaya atma kabilinden olabilirse de, diğer taraftan münafıkların: "Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi, peygamber olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalıştıklarından, burada mümin halkın fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı. Buna göre Cenab-ı Allah, olayın haddinden fazla büyütülmüş olduğunu karşılaştırmak suretiyle göstererek sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru üslubuyla hatırlatmak için (Âli İmran, 3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci gibi kederleri de değişen bu âlemde, bu halin şaşılacak ve üzülecek bir şey olmadığı tarzında bir teselli etme cevabına işaretle beraber, meselenin gerçek cevabını da açıklamak için buyuruyor ki: Ey Muhammed cevap olarak şöyle de: O sizin kendinizden oldu. Bunun sebebini ilk önce dışarda değil, kendinizde, emre uymamak, merkezi terkedip ganimet hırsına düşmek gibi kötü irade ve hareketinizde aramalısınız. Şu halde "bu nereden?" diye şaşıp ve üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip, gelecek için hazırlanmalısınız. Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden olmak üzere yolunda bulunanlara başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri sefil de edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını lütuf şeklinde gösterebilir. Bunun için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ yoktur. Burada önce olayın sebep ve kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde kulların fiillerinin kendi iradelerine dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla beraber; bundan insan iradesinin, ilâhî iradenin tersine olarak olaylarda müstakil (bağımsız) olduğunun zannedilmemesi, sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin, Allah'ın kudretine ve iradesinin ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice anlaşılması için ilavesinden sonra, doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle sorunun cevabı şu şekilde açıklanıyor ki:

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #203 : 08 Şubat 2009, 22:50:37 »
166-167-Ey müminler, iki ordunun (yani müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun) çatıştıkları o gün her ne felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın olmasına imkan yoktur. Demek ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı olmayarak ilk defa ve doğrudan doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da gerektirir. Bunda Cebbar (zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez. Ancak sorumluluk kullara ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder. Buna ve özellikle bunun zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest bırakma) de tabir etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade izin kelimesiyle ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı gerektirmez. Ve bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle buyurulması da bu kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade ile; bazıları da tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek olmadığını da anlatmaktır.

Sözün kısası vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp, iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı da olağanüstü sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet, kulların iradesini izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir. O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki bir kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.

Şunu da bilmeli ki musibet, Allah'ın birtakım hikmetleri ile de beraber bulunan Allah'ın izniyle beraber, bir de müminleri bilmesi, (yani halk arasında ayırıp ortaya çıkarması), ve münafık olanları bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre ecir ve cezalarını vermesi içindir. Bunda, böyle müminleri seçmek ve münafıkları ayırmak hikmetleri de vardır. O münafıklar ki, kendilerine geliniz Allah yolunda çarpışınız veya kendinizi ve vatanınızı müdafaa ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari çok kalabalık görünerek düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz, denildi de. İbnü Abbas (r.a.) demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır." Çünkü Uhud savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da bunlara: "Size Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve kavminizi terkedip gitmeyiniz." demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna karşı biz savaş olacağını bilseydik, yahut savaşmasını bilseydik elbette size uyardık dediler ve bununla fesat (bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek istediler. Doğrusu o gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler. Zaten bunlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler, (yani içleri dışlarına uymaz). Söyledikleri kalplerinden gelmez. Bu onların her zamanki halleridir. O gün de ağızlarından iki şey açıkladılar ki, kalplerinde yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz, bilseydik uyardık." dediler. Kalplerinde ise bunların ikisi de böyle değildi. Onların kalplerinde ne sakladıklarını Allah daha iyi bilir.

168- O münafıklar ki, harpten savuşup oturarak kardeşleri (yani akrabaları) için: "Bizi dinlemiş olsalardı öldürülmezler, bizim gibi kurtulurlardı." dediler. Bunu diyenin de Abdullah b. Übeyy olduğu nakledilmiştir. Bu sözde, önce savaştan kaçırmak için teşviklerde bulunduklarını ikrar; ikinci olarak teşvikleri dinlenilmediği için gücendiklerini açıklama; üçüncü olarak öldürülenleri aşağılama ve "oh olsun" diye öç alma; dördüncü olarak da eceli inkar vardır. Ta yukarda (Âli İmran, 3/122) âyet-i kerimesindeki iki grup münafıkların yüzünden az daha kalp zayıflığına düşüyorlardı, Allah korudu. Ey Muhammed, bunları susturmak için de ki: "Öyleyse haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım?" Sizin kurtulmanızın sebebi savaştan savuşup oturmanız olduğu ve size uyanların kurtulacağı iddiasında doğru iseniz, bunu yapabilmeniz gerekir. Gelelim öldürülenlere:

169-Ey hitap mümkün olan herhangi bir kimse, yahut Ey Muhammed! "Allah yolunda öldürülen kimseleri ölüler zannetme" . İmam Ahmed b. Hanbel'in ve daha birçoklarının İbnü Abbas hazretlerinden rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Allah'ın Resulü buyurmuştur ki: "Uhud'da kardeşleriniz şehid oldukça Allah Teâlâ onların ruhlarını yeşil kuşların içlerine koydu ki, cennetin ırmaklarından sulanırlar, meyvelerinden yerler ve Arş'ın gölgesinde asılmış altın kandillere giderler, istirahat ederler. Ne zaman ki yiyecek ve içecek yerlerinin hoşluğunu ve uyuyacak yerlerinin güzel letafetini taddılar, 'Nolaydı Allah'ın bize neler verdiğini kardeşlerimiz bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, savaştan gocunmasalardı.' dediler. Allah Teâlâ da: 'Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ ederim.' buyurdu ve bu âyetleri indirdi. Tirmizî'nin "hasen", Hakim ve diğerlerinin "sahih" olarak Cabir b. Abdullah hazretlerinden tahric ettikleri bir hadis-i şerifte de şöyle rivayet edilmiştir: "Cabir (r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.) bana rastgeldi, 'Ey Cabir, seni üzgün görüyorum, niye?' dedi. 'Ey Allah'ın Resulü, dedim, babam şehit oldu, çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ babanı ne şekilde kabul buyurdu sana müjde edeyim mi?' 'Evet' dedim. Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ hiç kimseye perde arkasından başka bir şekilde kelâm söylemedi. Babanı ise diriltti de yüzüne karşı ona, 'Ey kulum, dile benden, vereyim sana.' dedi. O da: 'Ey Rabbim, bana hayat verirsin de senin yolunda ikinci defa öldürülürüm' dedi. Rabbi Teâlâ: 'Benden onlar bir daha dönmezler.' diye söyledi buyurdu. O da: 'Ey Rabbim, arkamdan tebliğ et.' dedi, Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi." İkisinin de vukuu mümkün olduğu gibi bu, bir âyet; diğeri bir kaç âyet hakkında olması yönünden iki rivayet arasında zıtlık yoktur. Ve bu âyetlerin Uhud şehidleri sebebiyle inmiş olduğu hakkında haberler açıktır. Nitekim Bakara Sûresindeki (Bakara, 2/154) âyeti Bedir şehidleri sebebiyle inmiştir.

170- O şehitler, arkalarından kendilerine katılmayan (yani şehit olmayıp hayatta kalan) bütün müminlerin sonunda korku ve üzüntüden kurtulup mesut olmalarıyla müjdelenir, sevinir ve neşeli olurlar. Bu şekilde demek ki kalanların din ve dünya selamet ve saadetiyle devamlı oluşu, şehitlerin rızıklandıkları refah ve sevincin sebeplerinden birini teşkil eder. Diğer bir mânâ ile, arkalarında mücahede eden ve henüz şehit olmak suretiyle kendilerine katılmamış bulunan gelecekteki şehitlerin, bugün çektikleri acı ve zahmete rağmen neticede şehit olarak, dünya ve ahiretin korku ve hüznünden bütün bütün kurtulacaklarını ve kendileri gibi mesut olacakları müjdesini alırlar da sevinirler. Şu halde geride savaşı kaybeden ve şehid olmaktan mahrum kalan ve düşman işgali altında inleyen ve özellikle dinlerinin yok olması tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların halinden haberdar olurlarsa şehitlerin de üzgün olmaları gerekecektir. Demek oluyor ki, Allah Teâlâ şehitlere bunların durumlarını ya bildirmeyecek, ilgilendirmeyecek veya bildirdiği şekilde onları o üzüntüden koruyacak, lutfunun nimetiyle memnun edecektir. Çünkü Allah yolunda şehit olanlar "kendilerine hiçbir korku olmayanlar ve üzülmeyecek olanlar" dır.

171-Şehitler "Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler."

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #204 : 08 Şubat 2009, 22:51:01 »
172- Hele o müminler ki, "Onlar, kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve peygamberinin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır." Bu âyet de Uhud'un arkası sıra Hamra-i Esed Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan çekilip Revha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar: "Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı, neye bıraktık geldik, herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz." diyerek, dönüp müslümanlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hazreti Peygamber de bunu derhal haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini göstermek için, Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve: "Bugün bizimle beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın." buyurmuş idi. Şu halde Peygamber'le beraber bir cemaat hareket ettiler ki, yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Medine'den sekiz mil mesafede bulunan Hamra-i Esed isimli yere kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok zahmet çekiyorlardı, sevaplarını kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki sırayla birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra binen inip altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saatlerce birbirlerine dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar yaraların ıztırabından idi. Fakat Cenab-ı Allah müşriklerin kalblerine korku koydu da kaçtılar, gittiler. İşte bu âyet, bu hal içinde Resulullah'ın davetine katılan bu müminler hakkındadır.

173-174-Aynı şekilde o müminlerden bahseden (3/173-175) âyetleri de Küçük Bedir Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan Uhud'dan Mekke'ye gitmeye karar verdiği zaman: "Ey Muhammed, sözleşme zamanımız Küçük Bedir mevsimi olsun, orada çarpışırız istersen." diye bağırmıştı. Hazreti Peygamber de Hz. Ömer'e: "Bu, bizimle senin aranda inşaAllah" diye cevap vermesini emretmişti. Vakit gelince Ebu Süfyan emri altındakileri alıp çıktı. "Merru'z Zahran" isimli yere kondu. Fakat Allah kalbine bir korku verdi, cayıp dönmek istedi. O sırada Nuaym b. Mes'ud Eşceî'ye rastgeldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Buna: "Ey Nuaym, ben Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpışmaya anlaşmıştım. Bu sene ise kurak, bize herhalde ağaçlarda hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz bir sene yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış bulunursam cür'et (cesaret)i artar. Medine'ye git onları oyala, geciktir, sana on deve vereyim." demişti. Nuaym yola çıktı, geldi gördü ki, müslümanlar hazırlanıyorlar. "Bu dedi, doğru bir fikir değil; onlar memleketinize geldiler, bir çoğunuzu öldürdüler, siz üzerlerine giderseniz, hiç biriniz geri gelmez". Ve bu söz, bir takımları üzerinde tesir icra etti. Resulullah, bunu anlayınca: "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben yalnızca çıkarım." buyurdu ve beraberinde yetmiş kişi kadar zevat ile hareket etti ki, İbnü Mes'ud hazretleri de içlerinde idi. Gittiler, Küçük Bedir'e vardılar. Küçük Bedir, Kinane Oğulları'na ait bir sudur ki, bir pazar yeri idi. Burda her sene sekiz gün toplanırlardı. Hazreti Peygamber ve ashabı, müşriklerden kimseye rastlamadılar. Pazara gittiler, yanlarında nafaka (geçimlik)ları ve ticaret malları da vardı. Alış-veriş ettiler, bire iki kazandılar ve Medine'ye sağ salim ve zengin olarak geldiler ki, bu âyet bunlar hakkındadır. Ebû Süfyan da Mekke'ye dönmüştü. Mekke halkı onun askerini (Kavut askeri) diye isimlendirdiler, "Siz sevik (kavut) içmeye çıkmışsınız." dediler.

175- Sizi o alıkoymak isteyen şeytan, yahut o şeytan sizi dostlarından korkutuyor. Burada şeytan, müslümanları alıkoymak isteyen o herif veya onu sevkeden; dostları da Ebu Süfyan ve arkadaşları olduğunu ve mânâ takdirinde bulunduğunu tefsirciler açıklıyorlar. Şu halde ey müslümanlar, şeytanın dostlarından korkmayınız, benden korkunuz, siz halis (samimi) mümin iseniz, böyle olmanız gerekir.

Şimdi bütün bu olaylar üzerine Resulullah'ı teselli hususunda, hitab değiştirilerek buyuruluyor ki:

176-Ey Muhammed! "Küfürde yarışanlar seni üzmesin." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında bir kaç rivayet vardır:

1- Kureyş kâfirleri hakkında inmiş, Allah Teâlâ onların harp için asker toplayıp durmak gibi küfürde yarışmalarına karşı Peygamber'ine teminat vermiştir.

2- Münafıklar hakkında inmiştir. Bunların küfürde yarışmaları da şu şekilde özetlenmiştir: Münafıklar Uhud olayı üzerine müminleri devamlı olarak korkutmaya, başarı ve zaferden ümitlerin kesip ümitsizlendirmeye çalışıyorlar ve özellikle, "Muhammed, melik (kral)lik için uğraşan ve sırf siyasi maksadla hareket eden bir inkılabçı, onun için işler bazan iyiliğine ve bazan kötülüğüne oluyor. Eğer Allah tarafından peygamber olsaydı hiç yenilmezdi." diye propaganda yapıyorlar. Bunlar, müslümanların fikirlerini bulandırıyor ve bu sebeple Resul-i Ekrem de üzülüyordu.

3- Bazıları demişlerdir ki, kâfirlerden bir kavim müslüman olmuşlardı. Sonra Kureyş'lilerden korkarak dinden döndüler. Bundan dolayı Resulullah merak etmiş ve bunların dinden dönüşleri yüzünden bir zarar gelebilme ihtimalini düşünmüş.

4- Yahudiler hakkında inmişti. Çünkü bunlar da Uhud vakasından sonra küfürlerini daha çok kızıştırmışlar ve müslümanları aldatmak için çalışmaya başlamışlardı.

İşte bu âyetler, bunların bir veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Zahiri amm (genel)dır.

177-Bunlar Allah'a zarar namına bir şey yapamazlar. Bunda iki mânânın hatıra geldiği gösterilmiştir. Birisi: "İlâhî mülk ve saltanattan hiç bir şey noksanlaştıramazlar" demektir. Nitekim Ebu Zerr (r.a.) in rivâyet ettiği üzere Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ buyuruyor ki, evveliniz (öncekileriniz) ve ahiriniz (sonrakileriniz), cinleriniz ve insanlarınız içinizde en çok Allah'dan korkan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu benim mülküme bir şey ilave etmezdi. Tersine öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz, insanlarınız içinizden en kötü olan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu da benim mülkümden bir şey eksiltmezdi." Birisi de, "Allah'ın velî kullarına hiç bir zarar yapamazlar" demektir ki, velilere zarar vermeye kalkışmak, Allah'a zarar vermeye kalkışmak hükmünde tutulmak suretiyle mubalağa ifade eden bir mecazdır. Beyan makamı, Peygamber'i teselli etme yeri olmasına bakarak tefsircilerin çoğu bu mânâyı tercih etmişlerdir.

"İman karşılığında küfrü satın alanlar..." Bu âyetin de mürted (dinden dönen)leri ve yahudileri hedef aldığı açıklanıyor. Dinden dönenler hakkında olması açıktır. Yahudilere gelince: Bunlar Bakara sûresinde açıklandığı üzere peygamber olarak gönderilmeden önce Peygamber'i tanıyorlar ve iman ediyorlar ve onunla düşmanlarına karşı istinsar (yardım istemin)de bulunuyorlardı. Böyle iken Peygamber olarak gelince küfrettiler, fikirlerini değiştirdiler. Buna göre imanını vermiş, küfrü satın almış mürted (dinden dönmüş) durumunda demektirler. Bununla beraber bu âyetin, münafıklarla ilgisinin ihtimali de yok denemez. Zira açıklamaya göre birinci âyet dolayısıyla küfürde yarış edenler, münafık ve diğer bütün kâfirlerin önlerinde giden önderlerine; ikinci âyet dolayısıyla imanı verip küfrü satın alanlar da onların arkalarında gidenlere yormak uygun olacaktır ki, dinden dönenler daha çok ikincide bulunurlar.