Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #195 : 08 Şubat 2009, 22:46:38 »
"Müsaraat", , konuşmak, sürat yarışı yapmaktır. Mağfiret (afv)e koşmak da, sebeplere ve mağfiretin yoluna koşmak demektir. "Cennet", dâr-ı saadet (saadet evi) olan ebedî vatan, o gizli bahçe ki "altından ırmaklar akan cennetler" den birisi veya hepsi. "Arz"; tûl (uzunluk) karşılığı "en" veya vüs'at (genişlik) veya karşılık ve bedel mânâsınadır ki, birşey satın almak için arz olunur. Diğer bir âyette "Genişliği, gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun." (Hadid, 57/21) buyurulduğundan, burada da teşbih (benzetme) "kaf"ın hazfi (düşmesi)yle "Onun eni, göklerin ve yerin enidir." mânâsı gözetilmiştir. Ve bu teşbihin hakikî veya genişliğin büyüklüğünden kinaye olduğu da bahis konusu edilmiştir. İbnü Abbas ve Said b. Cübeyr ve cumhûr (çoğunluk) demişlerdir ki: "Gökler ve yer, kumaş gibi yayılıp birbirine ulanınca cennetin enine bir ölçü olur. Uzunluğunu ise Allah'tan başka kimse bilmez". Bu görüşe göre cennet, semalardan daha büyük demektir. Bazı nebevî hadislerde de cennet, Arş-ı âzam (büyük Arş)ın altında ve semaların üstünde bulunduğu şeklinde varid olmuştur. Bunun için "bir kişiye düşen cennet" diye de açıklanmıştır. Bununla beraber bu âyetin zahiri, bu alemin semaları ve yeri, aynen cennetin eni, âyeti de teşbihen (benzetilerek) böyle olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel, birini "en" mânâsına alarak tevfik (birbirine uydurmak) mümkün olduğu gibi, "Rabbının (hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman, 55/46) âyeti de, her iki âyetteki cennetleri başka başka olarak almaya müsaittir. "Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver." (Bakara, 2/201).

Râzî tefsirinde nakledildiği üzere Herakl'in (yani Rum kralının) elçisi Peygamberimize: "Sen 'müttekîler için hazırlanmış ve genişliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete davet ediyorsun? O halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuş. Resulullah (s.a.v.): "SübhanAllah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman gece nerede olur?" buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir.

134-Bu cennetin müttakî (Allah'tan gereğince korkan)ler için hazırlanmış olduğu gösteriliyor. Ve bu korunmanın sadece şirkten sakınmak mânâsına genel bir korunma olmadığı anlatılmak için bu müttakîler, özel vasıflarla vasıflandırılıyor ki, birinci olarak "serra", sürûr (sevinç) veren durum; "darrâ", zarar ve sıkıntı veren durum demektir ki, hâl-i yüsur ve hâl-i usür, (sürûr hali ve gam hali); hayat ve vasiyyet hali suretiyle ölüm hali; evlat ve akrabaya harcama gibi sevinç veren infak; düşmanlara karşı masraf gibi zarar ve sıkıntı veren harcama halleri; kolaylaştırıcı kimselere ziyafet ve hediye; sıkıntıda olan fakirlere sadaka mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir. Buna göre açık olan genellemedir. Gayz, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatın heyecanının yani öfke demektir ki, gadab (kızgınlığ)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır. Deniliyor ki, her halde gadabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut gadab (kızgınlık), istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. Gayz ise yalnız kalpte kalabilir. Bir de Allah'a gazab isnat edilir de, gayz isnat edilmez. "Kezm = " dolu bir kırbanın (deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır ki, burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hâl göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. Kötülük edenlere karşı afv ile muamele edenler. Affetmek hakkında birçok nebevî hadis varid olmuştur. Bu cümleden olarak buyurulmuştur ki: "Kıyamet günü, nerede ecir (sevab)leri Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler." diye bir çağırıcı bağıracak. "Ecri Allah üzerinde olan kim?" denilecek. Bunun üzerine, affetmiş olanlardan başka kimse kalkamayacaktır. İşinde iyilik yapan bütün iyilikseverleri kapsayıcıdır. (İhsanın mânâsı için Bakara sûresi 112. âyetine bakınız).

135-İkinci olarak "Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman..." Fahişe, zina gibi çok çirkin olan fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah. Yahut fahişe, başkasıyla ilgisi olan günah. Nefse zulüm de başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir. Müttakilerin ikinci kısmı insanlık hali böyle bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlarlar da haya ve korkularından günahlarına hemen istiğfar ederler. Yaptığına nedamet edip kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere koşuşurlar. Gerçekte günahları da gafûr (affedici), rahim olan Allah'dan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah'dan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah sonunda derhal Allah'dan utanıp da hemen tevbe ve istiğfar edenler, ve yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenler,

136- bunlar yok mu, Allah tarafından mükafatları bağışlanma, günahları yokmuş gibi altından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Bunlar Allah'ın göze görünmeyen ebedî (sonsuz) nimetleridir. Ne de güzeldir ecri iş yapanların, çalışanların. Esas itibarıyla amelin gereği değil, sırf Allah'ın lütfu olan bu bağışlama ve cennet, ilâhî vaad gereğince, güzel amel sahiblerinin haklarıdır. Amel etmeyen, tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selametleri ise böyle hak etmek şeklinde bir ahd ve vaad ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah'ın dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir. Bununla beraber onların bağışlanması da imkansız değil, caizdir. Çünkü "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, muhakkak Allah bütün günahları affeder." (Zümer, 39/53) buyurulmuştur. Ancak şuna dikkat edilmesi gerekir: İkisinde de esasen hakim olan ilâhî lütuf ve büyüklük olmakla beraber, Kur'ân dilinde biri çalışmış namuslu bir ecir, biri de ecir olmak üzere yazılan ve fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı sadaka uman bir dilenci durumunda anlatılmıştır. Şu halde kendini beğenmiş, küstah bir işçinin kovulmak tehlikesi bulunduğu gibi, tembel bir dilencinin de iman cilvesi ile ihsana mazhar oluvermesi mümkündür.

Burada açıklanan iki kısım müttakilerin hali, kıyasın gelişine tatbik olununca birincilerin genel olarak Bedir ashabının, ikincilerin de Uhud ashabının vasıflarına işaret ettiği anlaşılır. Bundan dolayı, bu kıssa (olay)ya sözü nakletmek için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

137- Muhakkak ki sizden önce birçok olaylar, şeriatler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin, dolaşın da yalancıların sonunun nasıl olduğunu bir görün

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #196 : 08 Şubat 2009, 22:46:56 »
138- Bu (Kur'ân) insanlar için bir açıklama, Allah'dan gereğince korkanlar için doğru yolu gösterme ve bir öğüttür.

137- kelimesi burada vaka (olay)lar mânâsınadır. Yani ey müminler, Uhud vakasında kâfirler size karşı bir gösteride bulundularsa da bundan dolayı üzülmeyiniz. Sizden önce milletlerin tarihinde böyle nice olaylar geçmiştir. Fakat güzel sonuç Allah'dan korkanlara kalmıştır. Yer yüzünde gezin de gözünüz ve basiretinizle bakıp inceleyiniz, gerçeği yalanlayanların sonu nasıl olmuş? Tefsirciler: "Burada, ibret almak için yeryüzünün her yerini gezip onun içine aldığı Allah'ın acaip yaratıklarını seyretmenin, salih kişileri ve büyük yapıları ziyaret etmenin ve tarih kitaplarını okuyup incelemenin caiz olduğuna delalet vardır. Çünkü bunlar, âlemin seyrini ve geçmiş milletler üzerinde cereyan eden işkenceleri bilmek için bir yoldur." diyorlar ki bunda, hak ile batılın akışını incelemek suretiyle ibret almak için eski eserlerin de dahil olacağı unutulmaması gerekir. Biz de şunu eklemek isteriz ki, bu konuda "geziniz" emri, mücerred (yalnız) izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade eder.

138- İşbu "gelip geçmiştir." hatırlatması ve gerisi, bütün insanlara bir çeşit açıklama ve fakat yalnız Allah'dan hakkıyla korkanlara doğru yolu gösterme ve öğüttür. Gereğince korunmak karakterine uymayanlar, akıllarını başlarına alamazlar. Mev'ıza (öğüt), din yolunda layık olmayan şeylerden yasaklamayı ifade eden söz demektir.

Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

139- Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.

140- Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah'ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.

141- Bir de bu, Allah'ın iman edenleri tertemiz seçip, kâfirleri yok etmesi içindir.

139- "Eğer hakikaten inanıyorsanız muhakkak üstün olan sizsinizdir." Uhud harbinde müminlerin bir kısmı bozulunca, o zaman düşman komutanlarından olan Hâlid b. Velid dağı tutmak istemiş, Resulullah da: "Sakın üzerimize yükselmesinler. Ya Allah, bizim kuvvetimiz ancak seninledir." demişti. Bu âyet de o zaman indi diye rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud'dan sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa muhakkak başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her İslâm ordusu da öyle olmuştur.

140-141- "Eğer size bir yara dokunmuşsa, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştur." "Karh " yara demektir. Uhud savaşında Muhacirlerden beş kişi (yani Peygamberimizin amcası Hz. Hamza b. Abdülmüt-talib, Resulullah'ın sancakdarı Mus'ab b. Umeyr, Peygamberimizin amcaoğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Şemmas, Utbe'nin kölesi Sa'd), Ensar'dan da yetmiş kişi şehid olmuşlardı. (Allah hepsinden razı olsun). Başlangıçta Bedir harbinde kâfirler ordusundan yetmiş kişi öldürülmüştü. Uhud'da İslâm ordusu bine yakın olduğu gibi, Bedir'de kâfirler ordusu da bin kadardı. Bundan başka Uhud savaşında müslümanlar Resulullah'ın emrine muhalefet olmazdan önce düşmandan bayraktarlarıyla beraber yirmi küsür kişiyi öldürmüşler ve birçoklarını yaralamışlar ve oklarıyla bir hayli hayvanlarını da tepelemişlerdi. Bazı tefsirciler bu mukayeseyi yalnız Uhud harbine tahsis etmişlerse de, tefsircilerin çoğunluğunun açıkladığı üzere âyet Uhud ile Bedir'in karşılaştırılması hakkındadır. Yani düşmanlar Bedir savaşında verdikleri ölü, gördükleri yenilgiden dolayı gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşmeyip Uhud saldırısına hazırlanmış oldukları halde, siz onlardan daha yüksek iken nasıl olur da gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşer, üzülürsünüz ve bundan sonra da cihada hazırlanmazsınız?

O günler, o zafer ve üstün gelme günleri yok mu? Biz onları insanlar arasında tedavül ettirir, döndürür, dolaştırırız. Kâh filanların lehine çeviririz, kâh da filanların. Nitekim:

"Bir gün aleyhimize, bir gün lehimizedir. Bir gün kadınlar, bir gün de kartallar" denilmiştir. "Devlet" ve "devle" isimlendirmesi de işbu müdavele (döndürüp dolaştırma) mânâsı itibariyledir. Ve bu günleri döndürüp dolaştırmanın birçok gizli hikmetleri vardır. Bu cümleden olarak Allah sizden iman edenleri bilsin ve sizden şehidler alsın ve şahitler tutsun diyedir ki böyle yapar. Ve malum ya Allah zalimleri sevmez. Eğer bu döndürüp dolaştırmak olmamış ve kâfirler hep sıkıntı ve şiddet içinde kalmış olsaydı, imanın ihtiyarî (isteğe bağlı olmasının) kıymeti kalmaz, zorunlu bir iş olur. Teklifin, sevap ve cezanın mânâsı olmaz, her şekilde ilâhî cebir (zorlama) ve kudret, hükmünü icra eder. Ve çalışma ve seçime, isteğe bağlı olan sayısız terakkî (ilerleme) ve ıstıfa (seçme) kanunu bulunmazdı. Görünüşte kâfirlerin çıkarına gibi görünen bazı şüpheler bulunmalı ve mükellef gaybe ait delilleri iman gözüyle keşf ve tetkik ederek o şüpheleri defetmeli ve o sayede bulunduğu halden geleceğe aşk ile hamle ettirecek heyecanlar duyabilmelidir ki, gerçek iman sahibi ile küfür sahibi ortaya çıksın ve küfür ehli geçici şeylerle aldanırken iman ehli ebedîlik ile en son saadete ulaşsın. Bunun için buyuruluyor ki: Bir de Allah iman edenleri seçsin ve günahlardan temizlesin ve o kâfirleri eksiltip körletsin. Demek olur ki, insanlar arasında günlerin döndürülüp dolaştırılması, iman ile küfür arasında bir ıstıfâ (seçim) ile, işin sonunda müminleri yükseltme hikmetine dayanmaktadır. Herhangi bir zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka inanmalarının kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok bir şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki, bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakmak, bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü, ilgilendiği şeye bakmaksızın mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. Buna göre müminlerin Allah'a öyle kuvvetli bir imanları bulunması gerekir ki, kâfirlerin, esasında bir küfür ve şirk olan dünyaya ait imanları onunla ölçüldüğü zaman, ahiret karşısında dünya, hâlik (yaratıcı) karşısında mahluk (yaratık) kadar zayıf ve hükümsüz kalsın. Bu noktada "Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7) ifadesinin de bir tecellisi vardır. Ve herhalde sonuçta şurası kuşkusuz sabittir ki, yaratılış mutlak bir seçime yöneliktir. "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın." (Âl-i İmrân, 3/191) Bunun için kâfirlerin başarıya ulaşması da netice itibariyle, kendi zararlarınadır.

Mesela işbu "Allah iman edenleri bilsin.", "Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri bilmeden, sabredenleri bilmeden..." (Âl-i İmrân, 3/142), "Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları bilecektir." (Ankebut, 29/3), "İki zümreden hangisinin, kaldıkları süreyi daha iyi hesab edeceğini bilelim." (Kehf, 18/12), "Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilelim." (Muhammed, 47/31), "Allah hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin." (Hûd, 11/7) ve yukarda Bakara sûresinde geçen "Biz Peygamber'e uyanı bilelim." (Bakara, 2/143) âyetlerindeki ilâhî ilmin mânâsı dikkate değer görülmüştür. Hatta Mu'tezile mezhebinden olan Hişam b. Hakem bu âyetlerin zahiriyle delil getirerek: "Allah Teâlâ hadiselerin meydana gelişini ancak olduğu anında bilir, zira bu âyetler Allah Teâlâ'nın bu şeyleri ancak oluşları sırasında bildiğini ifade ediyor." demiştir. Halbuki Allah'ın ilminin ezelî oluşu, aklî ve naklî kesin deliller ile sabit ve ilâhî ilimde değişme, mümkün olmayacağı için tefsirciler bu âyetlerdeki ilme birkaç şekilde mânâ vermişlerdir:

1- Temsille yorumlanmıştır ki, iman üzere sabit olan ihlas sahiplerini görüp bilmek isteyen şefkatli bir sevgili muamelesi yapmak demektir.

2- Burada ilim, sebebiyyet (sebep olma) ve müsebbebiyyet ilgisiyle temyizden mecazdır ki, imanları kuvvetli ve sabit olanları diğerlerinden ayırd etmek demek olur. Nitekim: "Allah müminleri, şu üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, pisi temizden ayrılacaktır." (Âl-i İmrân, 3/179) buyurulmuştur.

3- İlim, kendi hakiki mânâsıyladır. Fakat bilinenle ilgi durumlarını ayırt etmek gerekir. Bir şeyle varlığından önce bilginin ilgisi durumuyla, bizzat varlığından sonraki ilgisinin durumu arasında fark vardır. Bunun için kelamcılar demişlerdir ki, Allah'ın ilmi kadîm (ezelî) olduğu halde tealluku (ilgisi) hâdis (sonradan olma) olabilir. Ve Allah'ın ilminin olaylara iki ilgisi vardır: Biri, var olmadan önceki ilgidir ki, ezelidir. Allah Teâlâ ezelde "her şeyi bilen" dir. İkincisi, varlığından sonra lâyezal (zevalsiz, sonsuz) da ilgisidir ki, Allah Teâlâ sonsuzda her şeyi varlığından sonra, mevcut veya fânî olarak da olduğu gibi bilir. Ve bu fark, Allah'ın ilminde bir değişme değil, bilinenin halinde bir değişme ifade eder. Ve bununla Allah'ın ilminin tahakkuk (gerçekleşme) ve sabit olması ortaya çıkar. Şu halde bu mânâca ilim, tahakkuk ve icat (yaratma) mânâsıyla yakından ilgilidir.

4- İlim, lâziminden mecazdır ki, ceza veya mükafat mânâsınadır. Nitekim dilimizde: "İyiliği et, denize at, balık bilmezse Hâlik (yaratıcı) bilir." atasözünde, "Halik bilir" demek, "o takdir eder, mükafatını verir" demektir ki, O'nun mükafatı, en büyük rızadır. Birçok âyetlerde ilmin bu mânâya geldiği de olmuştur. Nitekim "Allah için yaptığınız her harcamayı, yahut adadığınız her adağı Allah bilir." (Bakara, 2/270) bu kabildendir. Üçüncü mânâ çok ince ve pek felsefî olduğu için, ikinci ve dördüncü mânâlardan birisi, genel bir bakışla, daha açıktır. den buraya kadar olan âyetlerin meâllerinin özeti şu oluyor ki: "Allah Teâlâ bu dine yardım vaad etmiştir. Eğer siz gerçekten müminler toplumundan iseniz, biliniz ki, Uhud vakası bu hâl üzere kalmıyacaktır. Devlet, müslümanların olacak ve onlar sonunda düşmanları istila edeceklerdir. Zaten dünyanın acıları ve tatlıları sonsuz ve halleri devamsızdır. Ebedî saadet ahirettedir. Ebu Hayyan tefsirinde nakledilir ki, hafızın birisi, âyetini okurken, dili fasih Araplardan birisi dinlemiş, o herhalde "O günleri Araplar arasında döndürüp dolaştırırız." olacak demiş. Kendisine: "Hayır dir", denilince, "Yani biz Allah içiniz ve O'na dönücüyüz, Ka'be'nin Rabbine yemin olsun ki Arabın devleti elden gitti." demiş ve bu âyetten İslâm devletinin sırf Araba mahsus olmadığını ve bütün toplumlar arasında bir tedavül (döndürülmey)e namzed bulunduğunu lisan kuvveti ile anlamıştır.

Bu öğüt, müjde ve teselliden sonra, Uhud savaşındaki hataları tenkid ve kusur edenleri de tevbih (kınama) ve terbiye sadedinde buyuruluyor ki:

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #197 : 08 Şubat 2009, 22:47:38 »
Meâl-i Şerifi

142- Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?

143- Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz.

144- Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.

145- Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.

146- Nice peygamberler vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostları çarpıştılar; Allah yolunda başlarına gelenlerden yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.

147- Onların sözleri ancak: "Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!" demekten ibaretti.

148- Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel davrananları sever.

149- Ey iman edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz.

150- Hayır! Sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

151- Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Onların yurtları ateştir. Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!

152- Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.

142-143- "Andolsun ki siz ölümü istiyordunuz..." Bu hitab müminlerden bir kısmı hakkındadır ki, yukarda anıldığı üzere, Resulullah (s.a.v.) Bedir harbine ansızın çıktığı için, harb olacağını zannetmemişler ve bundan dolayı Bedir gazvesinde bulunamamışlardı. Bedir ashabı hakkındaki ilâhî ikramları anladıkları zaman gitmediklerine pişman olarak: "Ah keşke biz de Bedir ashabı gibi öldürülüp şehit olsaydık." diye düşmanla çarpışmak için arzu beslemeye başlamışlardı. Ve hatta Medine'de savunmaya razı olmayıp, Uhud'a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı. Fakat harbe çıkıp anılan olay olunca birçokları sebat edemediler. Bu âyet bunlar hakkında inmiş ve önceden harbi arzu ederek ölümü temenni ettikleri halde, onu görünce bakıp kalmalarından dolayı azarlanmışlardır. Bazı tefsirciler diyorlar ki burada ölümden kastedilen harbdir. Çünkü savaş, çoğu zaman ölümü içine alır. Bu itibar ile kendi şahsında ölüme razı olmayan, harbi de temenni etmez. İşte harb ile ölüm arasındaki bu ilgiden dolayı, çıkıp düşmanla çarpışmak arzusundan ölümü temenni etmekle tabir buyurulmuştur. Yoksa kastedilen, bizzat ölümü temenni etmek değildir. Çünkü bir müslüman için ölümü istemek meşru (dine uygun) değildir. Hatta savaşta şehid olmayı temenni etmenin bile caiz olamıyacağına ve çünkü bunda kâfirlerin galip gelmesini temenni mânâsı bulunacağını kabul edenler olmuştur.

Fakat doğrusu, şehit olmayı istemekte sakınca yoktur. Ve bu âyette ölümü istemekte, şehid olmayı isteme mânâsı açıktır. Ancak iyi anlaşılmak gerekir ki, şehit olmayı istemek, düşmanın üstün gelmesini temenni eder gibi, bizzat ölümü temenni etmek şeklinde olmamalıdır. Asıl maksad, Hak yolunda şehitlik rütbesine erişmek ve Allah katında vaad edilmiş olan gerçek hayata ermektir ki, bunda ölümü isteme bir vesile olmak bakımından zımnî (örtülü) kalır. Kısaca, ölmek için yaşamakla, ahirette gerçekten yaşamak için ölmek arasında pek büyük bir fark vardır. Savaşacak olanlar, sırf bu maksatla hareket etmeli ve ölümle karşılaştıkları zaman da ondan kaçınmamalı ve bu imandan ayrılmamalıdır. Uhud savaşı, her mânâsıyla müdafaa harbi olduğu gibi, tecavüz eden düşmana karşı meydan muharebesine çıkmak arzusunu besleyen bu müslümanların istek ve arzuları da yapmacık bir gösteri olmayıp, samimi bir iman eseri olduğunda hiç şüphe yoktu. Fakat "haber (ağızdan ağıza dolaşan söz), görülen şey gibi değildir." ifadesi gereğince bugünkü arzu ile yarınki olacak olay arasında büyük bir fark bulunduğundan kalp ile sözün fiile uygunluğu önemli bir mesele teşkil eder ki, asıl imanın doğruluğu (sadakatı) bundadır. "Öyle erkekler var ki, Allah'a verdikleri sözde durdular." (Ahzab, 33/23). Şu halde herhangi bir harbe karar vermek için tam bir ciddiyetle iyice düşünmeli ve bir kere harbe başladıktan sonra, artık dönmeyi hatıra getirmemeli, ölmek de gerekirse onu sabır ve sebat ile seve seve karşılamalıdır. Yoksa kanını son damlasına kadar akıtmaya yeminler ederek harbi kızıştırıp da selameti kaçmakta arayanlar hiçbir zaman selamet bulamazlar ve işi perişan ederler, hem de kendileri dünya ve ahirette çöküntüye uğramış olurlar.

144- ""Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geriye mi döneceksiniz?" Rivayet olunuyor ki Uhud günü iki ordu çarpışmaya başlayıp harp kızışınca, Peygamberimiz: "Şu kılıcımı hakkıyla kim alır da bükülünceye kadar düşmana çalar?" buyurmuş ve onu Ebu Dücane Simak b. Harşet el-Ensarî almış ve başına da kırmızı sarık sarıp salınarak ve:

"Ben, dostumla, hurmalıkların yanındaki dağın eteğinde bulunduğum sırada, hiçbir zaman harp saflarının gerisinde kalmamak üzere antlaştım. Allah ve Resulünün kılıcıyla vuruyorum..." diyerek beraberindeki birkaç müslüman ile birlikte harbe dalmıştı. Resulullah: "Bu azametli (kibirlenerek) yürüyüşü Allah ve Peygamberi sevmez ama, bu makam müstesna" buyurdu. O da karşısına kim gelirse vurup öldürüyordu. Hz. Ali, Hz. Hamza ve Sa'd b. Ebi Vakkas düşman saflarına dalarak kahramanca savaşmışlar ve Hz. Ali kılıcı bükülünceye kadar çarpışmıştı. Bu şekilde Allah, müslümanlara başarı ihsan etmiş, müşrikler hayli kayıp vermiş ve bozulmuştu da ganimet toplanmaya başlanmıştı. Bunu gören okçuların çoğu ganimete iştirak etmek için komutanları Abdullah b. Cübeyr'in engellemesine rağmen mevkilerini bırakıp koştular. Onun yanında ve Resulullah'ın korunmasını emrettiği o mevkide ancak sekiz kişi kaldı. Düşmanın sağ cenah (taraf) komutanı olup, ilk önce Hz. Zübeyr'in karşısında geri çekilmiş olan Halid b. Velid, kalan okçuların azlığını ve arka tarafın boş kaldığını görünce, derhal ikiyüz elli kadar süvari ile Şı'b tarafından şiddetli bir hücum yaparak, kalan okçuları şehit edip İslâm askerini arkadan vurdu ve yarıp dağıttı, bütün kuvvetleriyle Resulullah'a doğru hücum etti. Ashab-ı kiram şiddetle çarpıştılar, içlerinden otuz kişi yaralandı, Abdullah b. Kamia sokulup Resulullah'a bir taş atarak mübarek rubâıyye (ön dişlerle azı dişi arasındaki) dişini kırdı ve güzel yüzünü yaraladı, öldürmek maksadıyla atıldı. (Bir rivayete göre taşı atan Utbe b. Ebi Vakkas idi). Mus'ab b. Umeyr müdafaya koştu. Fakat İbnü Kamia bunu şehit etmiş ve Resulullah'ı öldürdüğü zannıyla dönmüş, "Muhammed'i öldürdüm." demişti. O zaman kim olduğu belli olmayan birisi: "Bilmiş olunuz ki Muhammed öldürüldü." diye acı bir haykırış haykırmış ve bu ses hemen dağılıvermekle, her taraftan halk dönüp kaçmaya başlamışlardı ki, hatta bu bağıranın İblis olduğu söylenmiştir. Resulullah ise: "Allah'ın kulları bana doğru (gelin)." diye çağırıyordu. Bu sırada ashabdan ilk önce Ka'b b. Malik, kendi tabiriyle, miğferin altında parlayan gözlerinden Resulullah'ı tanımış, en yüksek sesiyle: "Ey müslüman toplumu! Müjde Allah'ın Resulü işte!" diye alabildiğine bağırmış, Resulullah da ona "sus" işareti vermiş, hemen otuz kadar sahabi Resulullah'ın yanına toplanmışlar, onu korumuşlar ve nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları dağılmışlardı.

"Muhammed öldürüldü" yaygarası üzerine çok sarsılmışlar ve perişan olmuşlardı. Bir kısmı, "savaşı bırakalım" demiş, ellerini salıp oturmuşlar; bazıları: "Abdullah b. Übeyye gidecek bir adamımız olsa da bize Ebu Süfyan'dan bir eman (güven) alıverse." diye söylenirmiş. Bir kısım münafıklar da: "Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi, artık eski dininize dönünüz ve kardeşlerinize başvurunuz." diye ikiyüzlülüklerini açığa çıkarırlarmış. Bundan dolayı, bütün bunlara karşı Enes b. Nadr hazretleri (Enes b. Malik hazretlerinin amcasıdır) kalkmış: "Ey topluluk! Eğer Muhammed öldürüldüyse, Muhammed'in Rabbi canlı ve ölmemiştir. Resulullah'dan sonra sağ kalıp da ne yapacaksınız? Onun savaştığı uğurda savaşın da ve onun öldüğü uğurda şeref ve şan ile ölün." demiş, bundan sonra: "Allah'ım şunların dediklerinden sana özür beyan ederim ve şunların (münafıkların) yaptıklarından yüz çeviririm." diye dua ettikten sonra, kılıcını çekip muharebeye atılmış ve şehid oluncaya kadar harp etmiş ki, yetmiş yara aldığı rivayet olunmuştur. Ve birtakım insanlar da aynı şekilde şehit olmuşlardır ki, Sa'd b. Rebî' ve kanlar içinde yuvarlanan Ensarî bu cümleden idi. Kaçanlardan bazıları Medine'ye kadar gitmişler ve çoğu dağda kalmışlar, sonra toplanmışlar ve düşman açıldıktan sonra Peygamberimiz de yanındakilerle beraber oraya çıkmış ve birleşmişlerdi. İşte bu âyet, bu öldürme yaygarası üzerine görevlerini terkedenleri terbiye ve makam-ı sıddîkîn (doğruların makamın)e irşad için inmiştir. Olay öldürme şayiasının yayılması üzerine olduğu halde âyette ölümün öne alınması, Resulullah hakkında öldürülmesinin vaki olmadığı ve olmayacağı, fakat ölümün muhakkak vuku bulacağı için, özellikle Peygamber'in vefatı sırasında ortaya çıkacak olaylara dikkati çekmek ve o bakış açısından dinî terbiyeyi kuvvetlendirme hikmetini içine almaktadır. "Allah seni insanlardan korur." (Maide, 5/67) buyurulmuş olduğu halde, birtakım ashabın öldürülme söylentisine nasıl ihtimal verebildikleri meselesine gelince: Birinci olarak, bunun o zaman nazil olmuş bulunduğu malum değildir. Ve öldürülmüş peygamberler de vardır. İkinci olarak, her âyet herkesin bilgisi altında olmayabilir. Üçüncüsü, herkes için her bildiğini, her zaman ve her yerde hatırlamak mümkün olmaz. Özellikle böyle dehşetli korkular karşısında şiddetli üzüntü ile bildiğini unutmak beşerî arızalardandır. Nitekim Hz. Ömer, Peygamberimizin vefat ettiği gün, işbu âyetini ancak Hz. Ebu Bekir'in hatırlatmasıyla hatırlamıştı.

"İnkılâb alâ'l-akıb = " esas olarak, "ökçeler üzerine dönmek" demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır, Kur'ân'da bu tabir, ya harpte kaçmaktan kinaye veya dinden irtidad (dinden dönme)den mecaz olmak üzere iki mânâya ihtimali vardır. Burada açık olan "dinden dönme" mânâsıdır ki, harpten kaçmak dolayısıyla inkârî istifham (soru) ile "irtidad mı edeceksiniz?" (dinden mi döneceksiniz?) diye bir tevbîh (azarlama) ifade eder. Ve Peygamberimizin vefatından sonra müslümanların görevlerini hatırlatır. Ve bu azarlama ve hatırlatmanın mahsulü de şu olur: "Muhammed ancak bir Resuldür. Ondan önceki bütün peygamberler ise gelmiş geçmişlerdir. Şu halde Muhammed de onlar gibi gidecektir. Bu yönden O'nun diğer peygamberlerden bir farkı yoktur. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriat (din)lerin bâkî kalması için de kendilerinin bâkî kalmaları şart değildir. Önceki peygamberlerin hepsi vefat etti. İman eden tabileri sebat edip dinlerini muhafaza ve müdafaa ettiler. Risaletin hükmü budur. Muhammed aleyhisselama ait elçiliğin hükmü de başka değildir. Bu böyle iken eğer Muhammed vefat eder veya öldürülürse, siz onun dininden dönüverecek veya onu müdafaa etmiyecek misiniz ki, bir öldürülme söylentisi üzerine kaçmaya kalkıştınız? Hayır, Muhammed (s.a.v.)'in vefatından sonra sizin hayır ve menfaat (çıkar)ınız dönmekte değil, sebattadır. O zaman bu görev tamamen size kalacak ve siz sözünüzde durup onu yerine getirirseniz şükredenlerden olacaksınız ve muhakkak Cenab-ı Allah'ın mükafatına ereceksiniz. Nitekim geçmiş peygamberlerin ümmetleri de ancak böyle mesut olagelmişlerdir".

Burada yüksek nazmı, Resul'den hâl veya sıfat veya bir isti'nafiyye cümlesi olarak bir kübra (önerme) yerindedir. Ve bütün peygamberlere genel olduğu açık bir şekilde anlaşıldığından Hz. İsa da bunda dahil olmuş olur. Ve bu genel nassın, mütevatir olmayan hadislerle tahsisi caiz olmamak gerekir. "Onu (İsa'yı) öldürmediler ve asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzer gösterildi." (Nisa, 4/157) âyeti de öldürme ve asmanın reddinde kat'î ise de, genelde ölümü reddetmede kat'î olmadığından bunu tahsis edici olamaz. Şu halde Hz. İsa'nın ölmediği ve ahir zamanda ineceği hakkında varid olan sahih hadislerin mânâsını, bilinen ölümden başka bir yöne yormak gerekecektir. Çünkü genel nassın, genelliği üzere cereyan etmediği farzedilecek olursa, âyetin takribinin tamamlığı işkâl yeri olacaktır. Çünkü kazıyye (önerme), genel olmadığı takdirde, bazı peygamberlerde geçmiş misal ile ölümün caiz görülmesi sabit olsa bile, hepsinde bir hükmü isbat edecek olan ölümün tahkiki sabit olmayacaktır.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #198 : 08 Şubat 2009, 22:48:03 »
"Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." Burada "şâkirin"den maksad, İslâm'da sebat ederek vazife yapanlardır. Bunun için "sâbitîn = sebat edenler" veya "tâiîn = itaat edenler" diye tefsir edilmiştir. Hz. Ali, "sâbitîn" (sebat edenler) ile tefsir eder ve dermiş ki: "Bunlar, Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Ve Ebu Bekir şâkirîn (şükredenler)in başıdır". Buna göre âyet, öldürülme söylentisi üzerine dönme ve kaçmanın, dinden dönme değilse de, ona yakın büyük bir günah olduğunu anlatmakla bir azarlama ve inananları sıddîkîn (güvenilir kimseler)in makamına yükseltecek bir terbiyeyi içermiş olduğu gibi, bilhassa Peygamber'in vefatı sırasındaki dinden dönme (irtidad) olaylarının ve Hz. Ebu Bekir'in bunlara karşı doğruluk metanetiyle güzel başarısına bir işareti içine almaktadır. Ve bu şükretmenin dünyada mükafatı de İslâm devletinin kuruluşu olmuştur.

145- Öldürülme söylentisi üzerine perişan olanlar üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi etken olduğu anlaşılıyor ki, birisi Peygamber'in vefatından son derece müteessir olarak her şeyden vazgeçmek; diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can derdine düşmektir. birinciye cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her ikisine karşı teselli ve irşadı içine almış olarak metanet (dayanma) ile cihada sevk ve bu konuda bu iki endişenin bile bir mazeret olamayacağını açıklamaktır. Gerçekten Allah Teâlâ'nın izni ve iradesi olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi ihtimali yoktur. Gerek döşekte olsun, gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm böyle olunca, Allah'ın iradesi erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi arzusuyla kimse ölmez. Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın saldırmasıyla değil, Allah'ın izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir şahıs da ölecek veya öldürülecek olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil, Allah'ın emriyledir. Ve bunun böyle olduğu da Uhud olayının tecrübî (deneysel) sonuçlarından biri olmak üzere sabittir. Eğer böyle olmasaydı, o gün hiçbir kimse kurtulamazdı. Buna göre her iki takdirde Allah'ı unutmamak ve Allah'ın iradesine, tam bir rıza ile itaat edip görev yapmak gerekir. Harp meydanında vazife ise kâfirlere karşı koymak ve i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) uğrunda hiçbir şeyden çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun ecele faydası yoktur. Kâfirlere mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar bile, dinden dönme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Allah'ın izniyle ölüm ise tayin edilmiş bir şekilde yazılır. Yani Allah katında bilinen bir vakit ile takdir edilmiştir ki; ne ileri gider, ne geri kalır. Bir insan, gerçekte nasıl bir şekilde ölecekse öyle ölür. Ve onun dünyada iki ömrü yoktur. Şu halde iki eceli de yoktur. Bazı kimseler ecel-i müsemmâ (eceliyle gelen, normal ölüm) ve ecel-i kaza (kaza ile gelen ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler. Ve, "Zavallı eceli gelmeden kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne ise ömür, ecel odur. Ve o kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir. Bundan başkası gerçekten değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar ve ihtimallerdir. Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr imkanı bulunmayan apaçık bir gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin bunu karmaşık bir mesele imiş gibi "ecel bir mi, iki mi?" diye konuşmaya kalkışmaları, konuyu kavrayamamalarından doğar. Evet, kaderin sırrı belli olmaz ve yaşayan bir kimsenin ne vakit ve ne şekilde öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez. İlâhî kanunda ölümün sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan, ecelinin ne olduğunu bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak şu bilinmelidir ki bu sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah katında bilinen ve takdir edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm endişesi, hayatla ilgili kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim vazifeleri unutturmamalıdır. Çünkü hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf Allah'ın dilemesidir. Ve bunda kimsenin tesiri yoktur. Fakat hayattan istifade ve hayatın meyvelerini toplayabilme, devşirebilme hususu böyle değildir. Bu cihet (yön) beşer iradesiyle ilgilidir. Bunun için buyuruluyor ki, ve her kim dünya sevabı isterse, ona dünya sevabından veririz; her kim de ahiret sevabı isterse, ona da ahiret sevabından veririz. Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse de, her halde biraz olsun verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz. Burada "dünya sevabı" kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz (taşlamay)i içermektedir. O şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi olan itaate sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir engel karşısında bundan dönmezler. Bu şükredenlerden maksat ya lâm-ı ahd (ahid lâmı) ile şehidler ve diğer bilinen mücahidler bunda ilk girenlere dahildirler. Burada şükrün cezasından kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu, sözün gelişinden açıkça anlaşılmaktadır.

146-147-148- "Ribbiyyûn" kelimesi, nin çoğuludur ki, "rabbânî" gibi rabbe nisbettir. Rabbe kulluk eden demektir. nın esresi, Basra-Bısriyyûn gibi ism-i mensûbun değişimlerindendir. Rabbânî, mürebbî (terbiyeci) demek olan "rabbe"ye nisbet olarak düşünülebildiği gibi, "ribbî" de cemaat demek olan "ribbe"ye nisbet olarak da tahlil edilmiştir ki, esasında sosyal anlamı düşüncesiyle "cemaat" (toplum) diye tefsir edilmiştir. Bunlardan başka Vâhidî'nin Ferrâ'dan naklettiği üzere "evvelûn" (yani evvelkiler, öncekiler) mânâsına da gelir. Bazıları, "rabbânî" ile "ribbî" arasında bir mânâ farkı bulunduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden olarak İbnü Zeyd demiştir ki: "Rabbânî, veli imamlar, de halkdır ki, ribbe bağlıdırlar. Buna göre "rabbânî" ve "ribbî" ikisi de "rabbe intisab" mânâsını içermekle beraber, ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; rabbânî de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mânâ olacaktır. Bununla beraber bunların anlamdaş veya "ribbiyyûn"un, "rabbâniyyûn"dan daha şümullü olarak da kullanılması caiz olur. Yukarda, Allah tarafından peygamberliğe, kitaba, hüküm ve hükumete nail olmuş bir beşerin insanlara karşı, "bana kul olunuz" diye rubûbiyyet (tanrılık) iddiasına hakkı olmadığı ve "Fakat Rabb'e halis kullar olun." (Âl-i İmran, 3/79) âyeti gereğince bunların görevi öğretim ve eğitim ile rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu açıklanmakla, Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesinin hikmetlerinden birisi de rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu anlaşılmış ve bundan sonra "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) ilâhî fermanıyla Muhammed ümmetinin, ümmetlerin en hayırlısı olacağı da anlatılmış idi. İşte burada, Uhud olayı dolayısıyla Muhammed aleyhisselâma ait sebepler yüksek bir mânâ ile terbiye edilmek üzere, "Siz öyle ümmetlerin en hayırlısı olarak rabbânîler olmaya namzedken, geçmiş peygamberlerin ümmetleri kadar da olamayacak mısınız ki, öldürülme söylentisi karşısında perişan oluverdiniz." meâlinde büyük ve ince bir azarlama ortamında, buyurulmuştur.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #199 : 08 Şubat 2009, 22:48:29 »
149-150- "Ey iman edenler! Eğer siz kâfirlere itaat ederseniz..." Peygamberlerin yardımcılarına uymayı özendirdikten sonra, bu âyetler de "Eski dininize dönünüz." diyen münafıkların sözleri sebebiyle inmiştir. Bununla birlikte bütün kâfirlere uymaktan sakındırılmıştır. Bu sakındırma hitabı özellikle şu mânâyı içeriyor ki, cihaddan kaçmak, kâfirlere uymak ve mağlub olmaya, bu da neticesiyle dünya ve ahirette zarar doğuran dinden dönmeye götürecek bir felakettir.

151- "Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı inkâr edenlerin kalblerine korku salacağız." "er-Ru'b ", kalbi dolduran korku; "sultan", hüccet ve bürhan ve delil demektir. Dikkate değer ki, müslümanlara büyük bir vaadi içeren bu âyet, kâfirlerin hepsinde Allah'a bir şirk bulunduğunu ve şirkin hiçbir ilmî esasa dayanmayan bir zulüm, bir haksızlık olduğunu ve korkunun sebebi de bu şirk olacağına işaret etmekte ve bu şekilde müslümanları tam bir ihlas (samimiyet)a sevketmektedir. Buna göre geniş mânâsıyla "müşrikler" deyimi, "kâfirler" deyimiyle müradif (eşanlamlı) demektir.

152-Şimdi, "Allah Teâlâ inananlara böyle vaadlerde bulunuyor da Uhud olayında niye bu musibetler oldu?" gibi bir soru akla gelirse, şurası muhakkak ki Allah size olan va'dini yerine getirmiş, doğruluğunu göstermiş idi. O sıradaki siz düşmanları, Allah'ın izniyle, doğruyordunuz. "Hass = ", öldürmek suretiyle hissi ibtal etmek mânâsına olup, çok öldürmek ve kökünü kesmek mânâlarına gelir. Yani düşmanınızı Allah'ın yardımıyla bozmuş, önünüze katmış devamlı kesiyordunuz ve kesecektiniz. Fakat siz bu yardımın tamam olması için sabır, korunma ve emre uymak gibi gerekli şartlara riayet etmediniz. Onun için vaadin tahakkuku o zamana kadar devam edebildi ki nihayet kalb zayıflığına düştünüz, sabredemeyip ganimete hırs ettiniz, emir ve kumandada münakaşa ettiniz ve isyan eylediniz. Çünkü okçular, Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve "her ne olursa olsun buradan ayrılmayınız" dediği mevkiden kendi kanaatlarıyla ayrılmışlar ve komutanları Abdullah b. Cübeyr'in emrini dinlememişlerdi. Bütün bunlar da Allah'ın, size sevdiğiniz zafer ve ganimeti, düşmanın bozulmasını göstermesinden sonra oldu. O halde ki, kiminiz dünyayı arzu ediyordu, ganimete koştu, kiminiz de ahireti istiyordu, yerinde kaldı, şehid düştü. Allah onu gösterdikten sonra o kalb zayıflığınız, münakaşa ve isyanınız üzerine sizi o musibetlerle denemek ve imtihan etmek için düşmanlardan yüzünüzü çevirdi, bununla beraber şurası muhakkak ki pişmanlığınız nedeniyle sizi affetti de. Allah Teâlâ bu müminlere böyle büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir. Ve o affetme, sizin pişmanlık ve imanınız dolayısıyla bu ilâhî lütfun eseridir. Yoksa bütün bütün mahvolmanız hiçbir şey değildi.

Allah'ın sizi denemesi o zaman idi ki veya hatırınıza getirin o zamanı ki:

Meâl-i Şerifi

153- Peygamber sizi arkanızdan çağırıp dururken, siz boyuna uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size gam üstüne gam verdi ki, ne elinizden gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

154- Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve "Bu işten bize ne?" diyorlardı. De ki: "Bütün iş Allah'ındır". Onlar sana açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: "Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik". Onlara şöyle söyle: "Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde olanı bilir.

155- İki toplumun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenler var ya, şeytan onların kazandıkları bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi. Ama yine de Allah onları affetti. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, halim(çok yumuşak)dir.

156- Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler ve yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri için: "Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi." diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

157- Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, (sizin için) onların topladıkları (dünyalıkları)ndan daha hayırlıdır.

158- Andolsun, ölseniz de, öldürülseniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.

159- Sen (o zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah'dan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.

160- Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.

161- Hiçbir peygambere ganimet malını gizlemesi (devlet-millet malını aşırması) yaraşmaz. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığını boynuna yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar haksızlığa da uğramazlar.

162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi midir? Varış yeri olarak ne kötüdür orası!

163- Onlar (insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir.

153- O sırada uzak uzak gidiyordunuz, yahut dağlara çıkıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz (yani alabildiğine kaçıyordunuz), Peygamber ise gerinizde (yani ordunun arkasındaki kuvvetler içinde) sizi çağırıp duruyordu. Yukarıda nakledildiği üzere "Bana doğru gelin ey Allah'ın kulları." diye çağırıyordu. Demek ki kaçışın şiddetinden merkez, artçılar halinde (yani artçılar gibi) kalmıştı. Böyle oldu da Allah sizi, gam üstüne gam ile cezalandırdı. O ganimet kayboldu. Öldürülüyor, yaralanıyordunuz. Düşmanın zaferinden dolayı çok üzülüyordunuz. Peygamber'i öldürmek için yapılan hücum ile içi kan ağlar ve perişan durumda kaldınız. Yahut, Allah sizi gama karşı gam ile cezalandırdı. Siz isyanınızla Peygamber'i üzdünüz, Allah da buna karşılık sizi bu gamlarla gamlandırdı. Diğer bir mânâ ile, Peygamber sizin başınıza gelen felaketlerin acısını yüklenerek size gam ortağı oldu ki ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlük, ne de uğradığınız musibet (kötülük)lere üzülmeyesiniz. Dünya olaylarına karşı metin ve tecrübeli olarak Allah'a sığınıp geleceğe hazırlanasınız. Zira bu şekilde deneyle görülmüş oldu ki, acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar olur. Ve bir lahza içinde Allah yenilenleri galip, üzülenleri memnun edebilir. Ve Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberlidir.

154- O gamdan sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) bulmuş demektir. Rivayet ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra Uhud'dan açılırken, "yine geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar da duruma bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak tekrar hücum etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok fazla endişe ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak olursa bütün bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı. İşte bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun şiddetlendiği sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni uyku basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini vAllahi işitiyordum". Ebu Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi gördümse kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku basanlardan idim, elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım". Böyle bir emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi, Allah'dan bir güven olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî sükünet cümlesindendir. Bu uyku, normal bir uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli şekillerde istifade etmişler. sözünden anlaşılıyor ki, orada bütün müminlere inen bu uyku, hepsini birden bastırmamıştır. Sözün kısası bu askerde iki zümre vardı. Müminler, münafıklar. Müminler, Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah tarafından hak peygamber olduğuna ve sözleri kendi arzusundan olmayıp hak vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine yardım edeceğini ve bütün dinlere üstün getireceğini de Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan, bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok etmeye kadar varamayacağına imanları gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o korkulara rağmen emniyetleri yok edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlüklere, ne de uğradığınız musîbetlere üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini toplamışlardı.