Nur Dağı’nın Nurlu Misafiri
Yerdekilerin ve göktekilerin yücelttiği, adı güzel kendi güzel Efendimiz, Rabbimizin üzerine yemin ettiği mübarek hayatın ve en güzel ahlakın sahibiydi. O Mekke’nin emini, insanların sevgilisi, Kureyş’in göz bebeğiydi. Cahiliyenin zifiri karanlığında parıldayan bir nur gibiydi.
Ahlakın en güzeline, gönüllerin en yücesine sahip Efendimiz çevresinde olup bitenlere çok üzülüyor; Kâbe’deki putlar, insanların yaptığı zulüm ve ahlaksızlıklar ona derin bir acı veriyordu. Bir şey yapmalı ve bu şehrin bunaltıcı havasından kurtulmalıydı.
Otuz beş yaşından itibaren insanlardan uzaklaşmaya, yalnız kalmaya başladı. Evinden 5 km. uzakta bulunan Nur Dağı’na gidiyor, dağın zirvesinin hemen altında bulunan Hira Mağarası’nda inzivaya çekiliyordu. Vaktiyle dedesi Abdulmuttalib ve meşhur haniflerden Zeyd b. Amr da bu mağaraya sığınmışlardı. İlerleyen yıllarla birlikte mağaradaki yalnızlık süresi artmış, Ramazan ayının tamamını Hira’da geçirmeye başlamıştı.
Allah Rasûlü mağarada bulunduğu sırada yanına gelen fakirlere yemek yedirir, itikâftan çıktığında ise ilk önce Kâbe’yi yedi kez tavaf eder sonra ailesinin yanına giderdi. Yiyecek bir şeyler hazırlattıktan sonra yeniden Hira’ya dönerdi. Bazı günler hanımı Hz. Hatice’yi de yanında götürdüğü olurdu.[1]
Hira Arayışın Adıdır
Rasûl-i Ekrem’in insanlardan uzaklaşıp yalnızlığa sığındığı günlerde hiçbir dünyevî sıkıntısı yoktu. O, Kureyş’in dürüst ve başarılı tüccarı, şehrin sevilen ve takdir edilen bir ferdiydi. O, yeryüzünün en üstün hanımefendisiyle evliydi ve saadet dolu bir yuvası vardı. Mutlu bir yuvaya ve üstün itibara sahip olan kimsenin zorlukla çıkılabilen ıssız mağarada ne işi vardı? Evini, yuvasını, rahatını terk eden Efendimiz, bu karanlık mağarada ne arıyordu?
O, cahiliyenin kendisine dayattığı çirkin ve adi yaşam tarzını reddetmiş, Kâbe’deki putlara ve onların etrafında şekillenen hayata ömrünün hiçbir döneminde itibar etmemişti. Ağaçtan ya da taştan yapılan putlar ilah olamazlardı. Muhammed aleyhisselam bunları biliyor; kâinatın yaratılışını, varlığın sebebini, hayatı ve ölümü, her şeyin sahibi ve her şeye kadir olan âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ı düşünüyor, hakikati arıyordu. Zaten Hira arayış anlamına geliyordu.
İnsanın dünyevî sıkıntılardan kurtulması, kendisini hesaba çekmesi, kendisine çekidüzen vermesi, kendisine vakit ayırması kısacası kendisini bulması için yalnız kalması gerekirdi. Kendisini bulan elbette Rabbini de bulurdu. Dünyaya yalnız gelen ve yine yalnız başına gidecek olan insanın, gerçekte Allah’tan başka kimi vardı ki? İnsanın yüreği sadece Allah’ın yüceliğini düşünerek ve O’nu zikrederek tatmin olabilirdi. O halde kalabalıklar içinde yaşayıp aslında kimsesi olmayanlar, huzuru ve mutluluğu bulmak için Allah’a dönmeliydi.
Sevgili Peygamberimiz Hira’da tefekkür ediyor, Rabbine ibadet ediyor ve Allah’ın yüce beyti Kâbe’yi seyrediyordu. Zira mağara Kâbe’ye bakıyordu. Tefekkürün ve arayışın da bir kıblesi olmalı ve o kıble elbette Hz. İbrahim’in hatırası Kâbe olmalıydı.
Salihin Rüyası da Salih Olur
Müminlerin annesi ve ilmin zirvesi Hz. Âişe o günleri şu sözlerle anlatır:
“Peygamber’e gönderilen vahiy, sadık rüyalar şeklinde başladı. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen çıkardı.”[2]
Nübüvvet çok büyük ve pek ağır bir yüktü. Efendimiz bu ağır vazifeye rüyalarla alıştırıldı. Peygamberler haberleri, emir ve nehiyleri önce rüyalarında alırlar; kalpleri sükûnete kavuştuğunda ise vahiy gelirdi.[3] Onların gözleri uyur, kalpleri uyumazdı.[4] Peygamberlerin rüyası da vahiydi.[5] Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i kurban ettiğini rüyasında görmüştü.[6] Allah’ın son elçisi Peygamberimiz, sadık rüyaların nübüvvetin kırk altıda biri olduğunu beyan buyurmuştu.[7] Allah Rasûlü’nün bu hâli altı ay devam etti.
İnsanlar nasıl yaşıyorlarsa öyle rüyalar görür ve nelere kıymet verseler rüyalarında onları yaşarlar. Salih ve sadık rüyaları, ancak salih ve sadık kimseler görebilir.
Nebiyy-i Muhterem yalnız kalmak istiyor, hiçbir şey yalnızlık kadar ona sevimli gelmiyordu. Mekke’den çıkıp insanların olmadığı sessiz sakin yerlere geldiğinde, “Allah’ın selamı üzerine olsun ey Allah’ın Rasûlü” diye sesler duyar, endişe içerisinde çevresine baktığında ağaçlardan ve taşlardan başka bir şey göremezdi.[8] Varlık selama durmuş, vakit çok yaklaşmıştı.
Bin Aydan Hayırlı En Güzel Gece
Ramazan ayının muhtemelen yirmi yedisi, pazartesi gecesiydi.[9] Muhammed aleyhisselam Hira Mağarası’nda tefekkür ederken yeryüzünün en büyük hadisesi gerçekleşti. Vahiy meleği Cebrail gelerek Efendimize “Oku!” dedi. Allah Rasûlü “Ben okuma bilmem.” deyince melek onu gücü kesilinceye kadar sıktı ve ikinci defa oku, dedi. Efendimiz yine aynı cevabı verince melek onu yine dayanabileceği son noktaya kadar sıktı ve üçüncü kez oku, dedi. Peygamberimiz aynı cevabı tekrarlayınca Cebrail onu yine sıktı ve serbest bıraktıktan sonra: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alak’tan yarattı. Oku, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O’dur. İnsana bilmediklerini öğreten O’dur.”[10] dedi. Bunlar Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetleri ve bu gece kıymeti en yüce olan Kadir Gecesi’ydi.
Kur’an âlemlerin Rabbi’nin kelâmı, sözlerin en güzelidir. Mevlâmızın öğüdü, gönüllerimizin şifası, yolumuzu aydınlatan rehberimizdir. Vahiy Allah celle’nin insanoğluna tenezzülü, kullarına iltifatıdır. Vahiy Rabbimizin hayatımıza müdahalesi, ateşe giden insanlara uzanan yardım elidir. Vahiy Allah’ın sevgi ve merhameti, kullarına verdiği en büyük nimetidir.
Altından Kıymetli Sözler
Melek kaybolduğunda, söylediği sözler Efendimizin kalbine yazılmıştı sanki. Dehşet içindeydi, titriyordu. Eve geldiğinde Hz. Hatice’ye “Beni örtün, beni örtün.” dedi. Bir müddet dinlenip sakinleştikten sonra da başından geçen olağanüstü hadiseyi hanımına anlattı ve kendimden korkuyorum, dedi.
Rasûl-i Kibriya’nın korkması, endişeye kapılması gayet tabii idi. Zira O, peygamber olabileceğini hiç düşünmemiş, bu konuları aklına dahi getirmemişti. Kuran-ı Kerim O’nun bu durumunu bizlere şu ayet-i kerimelerle haber vermekteydi: “Sen bu Kitab’ın sana vahyedileceğini ummuyordun. Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak gelmiştir.” (Kasas 28/86) “Hâlbuki sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.”( Şura 42/52)
Efendimizin anlattıklarını sevinç içerisinde dinleyen Hz. Hatice, kocasını teselli ederek: “Allah’a yemin ederim ki Allah Seni hiçbir zaman mahzun etmez. Çünkü Sen akrabalarına iyilik eder, işini görmekten aciz olanların yükünü taşırsın. Fakirlere yardımcı olur, kimsenin yapamayacağı kadar iyilik edersin. Misafire ikram edersin. Hak yolunda karşılaştıkları hadiseler karşısında halka yardım edersin.” dedi.[11]
Bu sözler Efendimiz aleyhisselam’ın nübüvvetinden önceki hayatını en güzel şekilde ifade eden sözlerdir. Bir insanın gerçek hâlini, yaşayışını en iyi bilecek olan eşidir. Zira insanlar dışarıda farklı, evde farklı olabilir. Kendilerini diğer insanlara temiz ve fazilet sahibi gösterip hakikatte bu vasıflara sahip olmayanların gerçek yüzü, evlerinde ortaya çıkar. Bu sebeple Sevgili Peygamberimizi en iyi tanıyan kimsenin sarf ettiği bu cümleler büyük değer ifade eder.
Cennet Kadınlarının Efendisi
Sevgili eşi hakkında bu sözleri söyleyen Hz. Hatice annemiz, hem dünyada hem de ahirette kadınların en yücesidir. Zira o, Efendimizin inzivaya çekildiği, arayış içerisine girdiği yıllarda sabır göstermiş; her durumda Peygamberimizin yanında yer almıştır. Şanlı Nebi’nin yüce hanımı duyduklarından sonra: “Müjde ey amcamın oğlu! Ben Senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ediyorum.” diyerek kendisini tebrik etmiştir.[12] Hz. Hatice’nin yüceliğini daha iyi anlamak için Nuh ve Lut aleyhisselam’ın iman etmeyen hanımlarına ve onların peygamber olan eşlerine düşmanlık ederek zalimlerin safında yer almalarına bakılmalıdır.
Sana Gelen Musa’ya Gelendir
Hz. Hatice bu sözlerle yetinmeyip Efendimizi amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka Tevrat ve İncil’i bilen, cahiliye devrinde Hıristiyanlığı seçmiş bir kimseydi. Yaşı iyice ilerlemiş, gözleri görmez olmuştu. Nebiyy-i Zişan Hazretlerinin başından geçenleri dinledikten sonra şunları söyledi: “Sana gelen Musa’ya gelen Namus-u Ekber (Cebrail)dir. Ah keşke, Senin insanları Allah’ın dinine davet edeceğin günlerde genç olsaydım da kavmin seni yurdundan çıkardığında yanında olup Sana yardım edebilseydim.” Efendimiz hayret içinde sordu: “Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?” Allah Rasûlü kendisini çok seven ve el-Emin diye isimlendiren halkının neden böyle yapacağını anlayamamıştı. Varaka, “Evet, Senin gibi bir vahyi tebliğ eden hiçbir peygamber yoktur ki düşmanlığa uğramamış ve yurdundan çıkarılmamış olsun.” diyerek cevap verdi. Sonra kalktı ve Son Peygamber’in alnından öptü.[13]
Hz. Hatice Utbe b. Rebia’nın Hıristiyan kölesi Addas’a da gitmiş ve Cebrail hakkında sorular sorarak aynı cevapları almıştı.[14]
Vahiy Kesiliyor
Varaka’nın sözleriyle ferahlayan Efendimiz yaşadığı hadisenin tekrarlanmasını, vahiy meleğini yeniden görmeyi arzuluyordu. Fakat uzun bir süre vahiy gelmedi. Sık sık Cebrail’i ilk gördüğü Hira Mağarası’na gidiyor, fakat günler haftalar geçtiği halde vahiy gelmiyordu. Vahyin bu şekilde gecikmesine “Fetretü’l-Vahiy” denildi. Sevgili Peygamberimiz, Rabbinin kendisine darıldığını ve terk ettiğini düşünerek çok mahzun oldu. Cebrail’in gelmeyişi O’na derin bir hüzün verdi. Vahyin gelişi ile yaşanan korku ve heyecan, yerini vahyin kesilmesinin verdiği endişe ve kedere bırakmıştı. Vahyin gecikmesinin sebebi, Rasûl’ün yüreğindeki endişelerin giderilmesini beklemek ve O’nun vahye olan iştiyakını arttırmaktı. Efendimiz risaletin ağır yüküne hazırlanıyordu. Vahiy Rasûl’e değil, Rasûl vahye tabi idi. Vahyin ne kadar kesildiği ile ilgili olarak 15 günden üç yıla varıncaya kadar pek çok tarih verilmiştir. Fakat bu durumun çok uzun sürmediği muhakkaktır.[15]
Ey Örtüsüne Bürünen
Rasûl-i Müctebâ Hazretleri hüzün ve keder yüklü bu günlerden birinde Hira Mağarası’ndan dönüyordu ki bir ses işitti. Sesin geldiği yöne baktığında vahiy meleğini gördü. Melek yerle gök arasında kurulmuş bir taht üzerindeydi. Çok korktu. Hemen eve gelip “Beni örtün beni örtün.” dedi. Bunun üzerine Müddessir suresinin ilk ayetleri nazil oldu:
“Ey örtüsüne bürünen! Kalk, insanları uyar. Rabbinin ismini yücelt. Elbiseni tertemiz tut. Kötülüğün her çeşidinden sakın. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızası için sabret.”[16]
Muhammed aleyhisselam ayağa kalktı ve yeryüzünün en büyük inkılâbı başladı.
[1] İbn Hişam, Sire,I,236; Mustafa Fayda, “Muhammed”,DİA;XXX,410.
[2] Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 3.
[3] Şamî, Sübülü’l-Hüda, II, 228.
[4] İbn Sa’d, Tabakât, I, 171.
[5] Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, I, 256.
[6] Saffât 37/102.
[7]Buhâri, Tabir 7; Müslim, Rüya 6.
[8] İbn Hişam, I,234.
[9]Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I,74; İsmail Yiğit-Raşit Küçük, Hazreti Muhammed, 87.
[10] Alak 96/1-5.
[11] Buhâri, Bed’ü’l-Vahy 3.
[12] İbn Hişam, I,238.
[13] Buhâri,Bed’ü’l-Vahy 3; İbn Hişam,I,238.
[14] Belazuri,Ensabu’l-Eşraf,I, 111.
[15] Kasım Şulul, Son Peygamber,175-176; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed,84.
[16] Müddessir Sûresi 74/1-7.