Eline alıp mana tasım iç kana kana...
Dudaklarında Yusuf bestesi, gözlerinde Yakub’un döktüğü hicran katreleri ve karşısında devrin kör kuyusuna itilmiş bir nesil..
Bu bizim çileden yana talihimiz mi diyeceksin?
Yoksa bir gün Melik-i Mısır olmaya namzed bir neslin mukadder olduğu yükü taşırken katlandığı fedakârlıklar mı diyeceksin?
Nasıl dersen de, ama yine de Kenan ilindeki baba gibi inleyeceksin.
İnlemeden, ağlamadan, gözyaşlarını ceyhun etmeden kurtuluş mu var zannedersin?
Gümüşten ırmaklar ne zaman çağlar?
Hatta şimşekler gökyüzünde gezdikçe semanın gözü su ile dolub dökülmez mi zemine yağmur şeklinde?
Sonra çağıl çağıl çağlamaz mı ırmaklar, dereler dağlardan bayırlardan, bağlara, bostanlara içirmek için hayat suyunu.
Yakub’un gamı efganı dedik; davanın boyunduruğu altına girib o hicranlı sesin yankılandığı çileli yollarda mukaddes yükü çekmek ilelebet hedefe doğru.
Şeyh Galibin:
Yakub-ı gamım ışk ile hak olsam da
Canımdan azizsin helak olsam da
Damanını manendi Züleyha tutarım
Ey! Yusuf-u sine çak çflk olsam da.
dediği gibi Yusuf’u beklemek, perdelerin kalkacağı günü beklemek gözlerinden.
Mis gibi, Yusuf’un kokusunu alabilmek çok uzaklardan.
Sonra Yusuf! Yusuf! Diyerek saba rüzgârına efganını salıb Mısır’daki esrarın siyah zülüflerine Kenan’dan dokunabilmek.
İşte ey Yusuf’u bekleyen gönül!
Çektiğin acılar bu acı. Sinene bu kederden taş bastın, uykuların bunun için kaçtı senin.
Zira Yusuf sana bahar hediyesiydi;
sen Yusuf’a saksılık edecek kıraç toprak.
İşte Yusuf gelmekde..
İliklerine kadar hissettiğin “hoş bu’ onun...
Sana müjdeler olsun ey Yusuf’u bekleyen gönül,
ey sine-i Yakub, sana müjdeler olsun!..