Felsefe Terimleri Sözlüğü

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Felsefe Terimleri Sözlüğü
« : 30 Ekim 2013, 23:37:39 »
ABSÜRD: Anlamsal öğeleri birbiriyle bağdaşmayan... Mantık açısından mantık kurallarına aykırı olanı dile getirir. Saçma bir düşünce , öğeleri birbirini tutmayan , birbiriyle bağdaşmayan düşüncedir. Saçma bir yargı kendi içinde tutarsızlığı olan ya da tutarsızlığı içeren bir yargıdır.
Anlamsız ile saçma aynı anlamda değildirler. Saçmanın bir anlamı vardır fakat yanlıştır anlamsızın ise hiçbir anlamı yoktur. Saçma, felsefede usa aykırılığı dile getirir. Usa aykırı olan her şey saçmadır. Saçma doğru ile yanlış arasında yer alan üçüncü bir kavramdır. Yanlış ile karıştırılmamalıdır. Her yanlış saçma olmayabilir

AGNOSTİSİZM: İnsanın, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren öğreti. Agnostisizm hem bir terim , hem de felsefi kavram olarak Thomas Huxley tarafından ortaya atıldı. Huxley agnostik sözcüğünü hem geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Agnostisizm, tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk tepkiyi Yunan antikçağ bilgicilerinden duyumcu sofistler vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların sonucudur ve duyular dışında bilgi edinemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.

AHLAK: İnsanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar dizgesi, başka insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan ölçütler bütünü. Tarih boyunca her insan topluluğunda ahlak dizgesi var olmuştur. Bu dizge toplumdan topluma ve aynı toplum içinde çağdan çağa değişiklik gösterir.Nesnel ya da toplumsal ahlak, insanın toplumun öteki bireylerine karşı ödevini içerir. Bu kurallar yazılı olmadığı için biçimsel bakımdan hukuktan farklı olmakla birlikte, gene de ahlak ile hukukun örtüştüğü, hatta özdeşleştiği durumları vardır. Toplumsal yaşama egemen olan hukuk kurallarıyla nesnel ahlak arasında sıkı bir bağ vardır. Toplumun genel ahlak görüşlerine ve toplumsal vicdana uygun düşmeyen hukuk düzenlemeleri, kendilerinden beklenen toplumsal işlevi yerine getiremeyeceğinden uzun ömürlü olmaz. Ahlak duygusu ise "ahlaki davranışların kaynağı olan duygu" olarak tanımlanabilir.
AKADEMİ veya AKADEMIA: Platon'un kurduğu felsefe okulunun adı.

AKIL YASALARI: Aklın özdeşlik, çelişmezlik, yeter neden ilkeleri

ALGI: (Os. İdrak, Şuur, Teferrüs, Fr. Perception, Al. Perception, Wahrnehmung, Empfindung, Erfassung, İng. Perception, İt. Percepzione) Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma.

1. Etimoloji: Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir.

2. Felsefe: Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklenkikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, uscular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı'ya karşı bir de iç algı'nın sözünü ederler. Felsefede algı terimi üç anlamda kullanılır : Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu.

3. Ruhbilim: Ruhbilimde bir deneğin belli bir süreden birbirinden ayırdedilebilen tepkiler gösterebildiği çevrenin tümüne algı alanı (Fr. Champ de perception), algının beyinde gerçekleştiği süreye algı süresi (Fr. Temps de perception), algının parçaları arasındaki ilişkilerden oluşan yapıya algısal yapı (Fr. Structure perceptionelle), çeşitli nesnelerin bir bütün olarak ya da bir nesnenin özelliklerine ayrılmaksızın algılanmasına algısal birlik (Fr. Unite perceptionelle), duyularla gelen algısal gereçlerin bütünlenmesine ve anlamlandırılmasına algılaştırma (İng. Perceptualisation), ses iletiminin bozulmasından doğan sağırlığa algılama sağırlığı (Ing. Perception deafness), algılayarak öğrenmeye algısal öğrenme (Ing. Perceptual learning), belli bir örneğe uygun olarak algılama eğilimine algısal kurgu (Ing. Perceptual set), denir. Bk. Duyu, Duyum, Bilinç, Algıcılık, Algılanır, Algılanmaz, Algın, Algı Karşıklığı, Algı Işığı.
ALİENATİON veya YABANCILAŞMA: İnsanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren kavram.Çağdaş yaşamın çözümlenmesinde çok kullanılan bu kavram değişik anlamlara gelir.

1) Güçsüzlük: İnsanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi

2) Anlamsızlık: Herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu düşüncesi.

3) Kuralsızlık: Toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması.

4) Kültürel Yaygınlaşma: Toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu.

5) Toplumdan Yalıtlanma: Toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusu.

6) Kendine Yabancılaşma: İnsanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamaması

Terimi en iyi bilinen anlamıyla Karl Marx kullanmıştır. Marx’a göre bu kavram, insansal ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir. Tarihsel süreçte insan , tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde geliştirememiştir. Toplumsal yasaların bilincine varmadan toplumsal gelişmeyi bilinçle ve insanca yönetmek olanaksızdı. Bu bilgisizliğin sonucu olarak, tarihsel süreçte hep kendisine yabancı, eş deyişle insansal olmayan ürünler ortaya koymuştur. Bundan ötürü insan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde bizzat kendisini özdeksel ve tinsel olarak durmadan yoksullaştırmıştır. Bunun sonucu olarak insan , bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.

ALOGİSME: (Fr. Mantık) Mantıkdışıcılık... Gerçeğe sezgi ya da inanla varabileceğini ileri süren öğretiler, gerçeğe mantıksal uslamlamayla varılabileceğini yadsıdıkları için bu adla anılmışlardır. Özellikle usaykırıcılar, inancılar ve sezgiciler, genellikle de gizemciler bu adla nitelenirler. Bk. Mantıkdışı, Sezgicilik, İnancılık, Gizemcilik.

ALTBİLİNÇ: (Os. Tahteşşuur, Matahteşşuur, Nimemşuur, Gayrı meş'urun bih, Şuuraltı, Fr. Subconscient, Al. Unterbewusst. İng. Subconscios, İt. Subcosciente, Subcoscio) Bilinç süreçlerini etkileyen bilinçdışı ruhsal süreçler... Dilimizde daha çok bilinçaltı deyimiyle dilegetirilmektedir. Kimi sözcüklerde (Örneğin Bk. Lalande, Vacabulaire de la Philosophie, Paris, 1926, c. II, s. 805) güçsüz bilinç (Os. Zayıf şuur, Fr. Faiblement conscient) olarak tanımlanmış ve bilinçdışı (Os. Gayrı şuur, Fr. İnconscient) deyimiyle anlamdaş sayılmıştır. Bk. Bilinçaltı, Bilinçdışı, Bilinç, Fröydcülük.
ALTIK: (Os. Mütedahil, Arazi, Madun, Tekabülü basit; Fr. Subelterne, Al. Subeltern, Subelternirt, Untergeordnet; İng. Subaltern, Subalternate; İt. Subalterna, Subalternata) Tümel ve tikel karşıtlığını taşıyan önermelerin birbirlerine göre durumu.... Altık önermeler, nicelikçe karşıolumlu önermelerdir

AMORAL: Ahlak dışı.

AMPİRİZM: Bilginin tek kaynağının deney olduğunu ileri süren öğreti... Bu öğreti bilginin sadece duyumlardan geldiğini ve deney dışında hiçbir yoldan bilgi edinilemeyeceğini savunur. Bilginin duyumlara dayandığı savı, ustan ve doğuştan bilgi olmadığı anlamını içerir. Ampirizm, duyumdan ayrı bilgi prensipleri olarak aksiyomların, akli prensiplerin, doğuştan fikirlerin ve kategorilerin varlığını inkar eder. Dolayısıyla bütün bilgimizin dayandığı esasların duyulabilir tecrübenin eseri ve mahsulü olduğunu ileri sürer. Önsel (apriori) olan hiçbir şeyi kabul etmez.

Ampirizm, insanın doğuştan bir takım bilgi esasları olduğunu iddia eden idealizm ve rasyonalizmin karşısındadır. Ampirizme göre akıl, mantıki bir role sahiptir, yani olaylardan değil, müşahedelerden elde edilen önermeleri, tutarlı bir sistem halinde tanzim etmek rolüne sahiptir.

Ampirizm, şu önemli yanılgıları taşır: diyalektikten yoksun olduğu için tek yanlıdır, bilgi sürecinde deneyin rolünü metafizik bir tutumla saltıklaştırır. İkinci olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin rolünü küçümser. Üçüncü olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin göreli bağımsızlığını yadsır. Dördüncü olarak ve bunlardan ötürü de öznel öğrenme sürecini etkin bir süreç olarak değil, edilgin bir süreç olarak görür.

Ampirist John Locke doğuştan, önsel, bir bilgi olmadığını tanıtlamak için “boş levha ( tabula rasa) deyimini kullanmıştır. Locke göre insan beyni, doğduğu anda, boş bir levha gibidir. Bu levha, yaşandıkça, duyular yoluyla elde edilen algılarla dolacaktır. Bu yüzdendir ki yeni doğan çocuk hiçbir şey bilmez ve aptalların levhaları ömür boyu boş kalır. Çünkü doğuştan bilgi yoktur. Bilgi, ancak duyularla elde edilebilir. Kendisine sözü edilmeyen bir şeyi kendiliğinden bilen bir tek kişi gösterilemez. Anadan doğma körde renk bilgisi yoktur, çünkü rengi algılayamamaktadır.

AMPİRİK DEYİ: (Tr. Marksbilim) Kuramsal deyi karşıtı, eylemsel deyi... Herhangi bir olgunun kuramsal deyimi, ampirik deyiminden başkadır. Örneğin, ekonomide değer kuramsal deyi, fiyat aynı olgunun ampirik deyimi'dir. Artık-değer ve kar deyileri de böyedirler. Birincisi aynı olunun kuramsa deyimini, ikincisi ampirik deyimini dilegetirirler. Ampirik deyi'le kuramsal deyi , her zaman, birbirine uygun düşmezler. Örneğin değer ve fiyat aynı değildirler, bir malın değeri on kuruş olduğu halde fiyatı on beş kuruş olabilir. Ampirik olgu, kuram (Fr. Téorie)'dan uzaklaşabilir ama kuramsız anlaşılmaz. Bu iki deyi biçimi arasındaki önemli farkın anlaşılmaması, ekonomi alanında birçok yanlış sonuçlara varılamsının nedeni olmuştur.
ANALİTİK FELSEFE: 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’de ve ABD ile bazı İskandinav ülkelerinde yaygınlaşan ve felsefenin asıl uğraş alanının dil ve dildeki kavramları çözümlemek olduğunu, bu yolla “kafa karışıklığı” yaratan geleneksel felsefe sorunlarının çözülebileceğini savunan felsefe akımı.

Akımın kurucusu ve en büyük temsilcisi Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein’dir. 1945-60 yılları arasında gelişen analitik felsefe bir ölçüde İngiliz düşünürleri Bertrand Russel ve G.E. Moore’un 1900’lerden başlayarak geliştirdikleri gerçekçilik ve çokçuluk düşüncesinden türemiş olan 1930’ların mantıksal olguculuğunun devamıdır.

Analitik felsefenin temel hareket noktası felsefenin tek konusunun dil olduğu anlayışıdır. 20. yüzyıl başlarında gelişen mantıksal olguculuktan felsefenin kendisinin bilgi üretmediği görüşünü ve felsefe tarihinde yapıt vermiş düşünürlerin aslında dilin yarattığı sorunlarla uğraşmış oldukları görüşünü devralan analitik felsefe, felsefenin dilsel yapıları çözümlemekte asli uğraşını bulabileceğini savundu.

Analitik felsefe, Russel ve mantıksal olgucuların anlayışların temelinde yatan, mantık aracılığıyla bir mükemmel biçimsel dil kurmayı amaçlar. Ancak bu amacından uzak kalarak gündelik dile yönelmiştir. Buna göre sağduyunun kaynağı olan ve “sıradan” insanların konuştukları dil, zaten tam ve yetkindir. Felsefeye düşen, dilin bu gündelik kullanımının dışına çıkması sonucu beliren sahte sorunları gidermektir.

ANABOLİSME: (Fr. Foster) Besinlerin protoplazmaya dönüşmesi... Yaşambilim bilgini profesör Michael Foster, metabolizma olayını ikiye ayırmış ve bunlardan hücrelerin yıpranışına katabolisme, bu yı5;pranışı onarmak için hücre içinde besinlerin protoplazmaya dönüşmesine anabolisme andını vermiştir. Bu, İngiliz düşünürü Spencer'in intégration adını verdiği bir özümleme olayıdır. Foster'e göre her iki yaşambilimsel işlem birbirine karşı ters yönde işlerler. Bk. Metabolisme, Katabolisme, Özümleme.

ANARŞİZM: Başta devlet olmak üzere bütün baskıcı kurumları ortadan kaldırmayı öneren öğreti. Anarşizme göre devlet egemen sınıfın çıkarlarını korumakla görevlendirilmiş gereksiz bir kurumdur. Özgürlüğü gerçekleştirmek için en başta devlet yıkılmalıdır. Devlet hiçbir zaman yeni bir toplum çağını başlatmak için kullanılamaz. Temsilcilik, gerçeklere dayanmayan bir düşçülüktür; bu gibi düşçülükler insanları insan dışılığa dönüştürür. Baskı yerine özgür işbirliği, korku yerine kardeşlik ve sevgi gerçekleştirilmelidir. Devlet yerine işbirliğinin doğuracağı dernekler ve bu derneklerin birleşmesiyle meydana gelen federasyonlar kurulmalıdır. Uyum bu birleşmelerin doğal dengesiyle gerçekleşecektir. Çeşitli birlikler her an yön ve biçim değiştirerek her an etkin yönü ve biçimi kullanacaklardır. Devlet ile birlikte her türlü baskıcı kurum yok edilmelidir. İnsan; bir üretici olarak anamalın otoritesinden, bir vatandaş olarak devletin otoritesinden, bir birey olarak dinsel törenin otoritesinden kurtulmalı ve özgür bir gelişme olanağına kavuşmalıdır. Bütün insansal yetenekler ancak başsızcı (anarşist) bir toplumda, hiçbir baskıyla engellemeksizin, özgürce gerçekleşebilir.
ANDIRIM: (Os. Münasebet, Tecanüp, Mücaneset, Müşareket, Müşabehet, Mümaselet, Temsil, Münasele, Müteşabihat, Teşbih, Delili Şebeh, Kıyası Fıkhi, Müşakele; Fr. Analogie, Al. Analogie, İng. Analogy, İt. Analogia) Oranlar arasında benzerlik.

1. Etimoloji: Avrupa dillerinde Yunancanın nisbet anlamındaki analoyia sözcüğünden türetilmiştir. Bilimsel terim olarak nisbet bakımından benzerlik anlamını verir. Türkçede andırım, eşanlamlı olarak andırış, andırışma terimleri andırmak kökünden türetilmiştir. Aynı anlamda örnekseme terimi de kullanılır.

2. Mantık: Andırım terimini, günümüzde de kullanıldığı anlamda, oranlar arasındaki benzerlik olarak antikçağ Yunan düşünürü Aristoteles tanımlamıştır. Andırım, niceliksel olabildiği gibi niteliksel de olabilir. Nitekim mantık, daha çok niteliksel andırımlarla uslamlama yapar. Ne var ki niceliksel oranlar arasındaki andırım kesindir, kuşkulanılamaz. Niteliksel oranlarsa aynı ölçüde kesin değildirler. Öyleyse uslamlamada tümdengelim ve tümevarım'la birlikte andırım aynı kesinlik ve pekinlikle kullanılabilir mi?.. Ortaçağın skolastik mantıkcıları, görgücülüğün karşısında usculuğu pekiştirmek için, temevarım'a karşı tümdengelim ve onun yanında da andırım'ın üstünlüğünü tanıtlamaya çalışmışlardır. Çünkü tümevarım deneyciliğin işidir, çeşitli tikel deneylerden elde edilen sonuçlardan genel bir sonuç çıkarılır. Tümdengelim'se o zamanlar usculuğun işi sayılmaktadır, çünkü genel ilkeler deneylerden değil düşüncelerden çıkarılmaktadır. Andırımsal kanıt (Os. Burhanı temsili, Fr. Argument analogique)'ın güçlendirilmesi de usculuğun yararına olacaktır. Bu konuya koca bir ortaçağ boyunca gereğinden çok önem verilmesinin nedeni budur. Bk. Andırımlı Uslamlama.

2. Eleştiricilik: Bk. Analogien der Erfahrung, Deney Andırımı, Principe de la Permanence de la Substance, Principe de la Succession des Phénoménes, Principe de la Simultanété des Substances.

3. Yaşambilim: Günümüz yaşambiliminde, andırışlar kuramı'ndan farklı olarak, aynı kaynaktan gelmedikleri halde aynı görevi gördüklerinden ötürü birbirine benzeyen örgenlere andırımlı örgenler denilmektedir. Örneğin kuşların kanatlarıyla böcelerin kanatları böyledir, her ikisi de uçmaya yarar, oysa aralarında hiç bir özdeşlik yoktur. Bk. Andıran Örgenler, Andırışlar Kuramı, Benzetili.

4. Estetik: Antikçağ Yunanlılarından beri, yakın zamanlara kadar, güzel yazı ya da şiirlere benzer (Os. Nazire) yazmak ustalık sayılmış, bu bakımdan güzel sanat yapıtları örnek tutulmuştur. Günümüz sanatında bu, sadece bir taklit sayılır ve sanatdışı bir olgudur.

5. Tanrıbilim: Bk. Analogie Propre, Analogie Métaphorique, Analogon Rationis.

6. Dilbilim: Andırım, dilbilimin başlıca yöntemlerinden biridir. Yeni sözcükler örneksemelerle türetilir.

7. Fizik: Bilinen benzeyişlerden bilinmeyen benzeyişleri çıkarmada kullanılan mantıksal andırım yöntemi, fizik biliminde de başarıyla kullanılmıştır. Örneğin bunlar gücü, önceden bilinen beygir gücüne benzetilerek ölçülmüştür.

8. Astronomi: Fizikte olduğu gibi astronomide de, aynı mantıksal benzetme yöntemiyle, önemli sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin dünyamızdaki fizik ve kimyasal koşullara benzer koşullar bulunduğu için, Ay'a adam göndermeye girişilmiştir.

9. Bilgi kuramı: Andırım yöntemi, benzeyişten sonuç çıkarmada, tanımlamada ve sınıflandırmada yararlıdır. Örneğin Claude Bernard, et yiyicilerin kırmızı ve ot yiyicilerin sarı renkli idrar çıkardıklarına bakarak ot yiyici tavşanın aç bırakılınca kendi kendin yediği, eşdeyişle yedek besinleriyle beslenerek ot yiyicilikten et yiyiciliği geçtiği sonucunu çıkarmıştır. Huygens, ışığın bir dalga olduğunu ses titreşimleriyle ışık titreşimleri arasındaki benzeşmeye dayanarak bulmuştur. Andırım yöntemi, ortak özellikleri bulunan nesnelerde, birinde bulunan başka bir özelliğin ötekine de bulunabileceği olasılığına dayanır. Ne var ki bu bir olasılıktır ve bilimsel kesinlikten yoksundur. Bundan ötürüdür ki yüzyıllar boyunca deney ve gözlem yerine kullanılmış olan andırış yöntemi, birçok başarılı sonuçlar elde etmesine rağmen bugün kullanılmamaktadır. Bununla beraber kimi bilginler, başka yöntemlerle de denetlemek koşuluyla andırış yönteminin bugün de kullanılabileceği ve yararlı sonuçlara yol açabileceği kanısındadırlar. Ne var ki andırım, tek başına bir tanıt olamaz ve başka yöntemlerle denetlemediği hallerde güvenilir bir tanıtlama değildir. Tanıtlama sorunun dışında, andıranını yapma yoluyla bir çok yeni buluşları gerçekleştirebilir.
ANIKLIK: (Os. İstidat, Layık, Kabiliyet, Ehliyet, Muvafakat, Fr. Aptitude, Al. Eigung, İng. Ability) Doğal yetenek.

1. Etimoloji: Anıklık terimi, Uygurca hazır, tamam, yetkin anlamlarına gelen anığ kökünden türetilmiştir. Osmanlıcada bu terim çeşitli karşılıklarla bir hayli karıştırılmıştır. Örneğin Ahmet Naim İlmünnefis çevirisinde Fransızca aptitude terimini kabiliyet terimiyle çevirdiği gibi passibilité, capacité, faculté, receptivité, vacation terimlerini de aynı karşılıkla karşılamıştır. Oysa Fransızca aptitude terimi, Hind-Avrupa dil grubunun bağlamak, tutturmak, dokunmak, yetişmek, çıkmak anlamlarını kapsayan ap kökünden Latinceye aynı anlamlarla apere sözcüğüyle geçmesinden türemiştir. Türkçede tam karşılığı doğal elverişlilik ya da doğal yetenek (Os. İstidat)'tir.

2. Ruhbilim: Anıklık, bir işi daha az çabayla ve daha yetkinlikle yapmayı sağlayan doğal elverişliliği dilegetirir. Bk. Alışkanlık, Yatkınlık, Edinilmiş Anıklık.

3. Tanrıbilim: Ruhbilimsel anlam Tanrı vergisi olarak nitelenir. Gönülde duyulan Tanrı çağrısı (Os. Hidayet, Fr. Vocation) anlamında da kullanılır. Bk. Yetenek.

ANIMSAMA: Platon felsefesinde, ruhun bedene girmeden önceki varlığında görmüş olduğu ideaların bilince dönüşü.

ANLAM BİLİM: Anlamları inceleyen bilim... Semantik olarak da bilinir. Anlambilim felsefi ya da mantıksal ve dilbilimsel olmak üzere iki farklı açıdan ele alınabilir. Felsefi ya da mantıksal yaklaşım, göstergeler ya da sözcükler ile bunların göndergeleri arasındaki bağlantıya ağırlık verir ve adlandırma, düz anlam, yan anlam, doğruluk gibi özellikleri inceler. Dilbilimsel yaklaşım ise, zaman içinde anlam değişiklikleri ile dilin yapısı, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantı gibi konular üstünde durur.

Felsefe ve dilbilim alanlarında anlambilim, bir dilin göstergeleri ile bunların anlamları arasındaki bağlantının incelenmesidir. Anlambilime farklı yöntem ve amaçlarla yaklaşılsa da, her iki alan da insanların dilsel anlatımlardan nasıl anlam çıkardıklarını açıklamaya çalışmıştır.

Felsefe sorunları bir dil içinde ifade edilmek zorunda olduklarından, sonunda dilin kendisi ile ilgili soruşturmalar haline dönüşürler. 1920’lerde ve 1930’larda olgucu okulun mantıkçıları, dile matematik ve mantıkta bulunan kesinliği ve açıklığı getirmeye çalışmışlardır. Onlara göre “doğal diller” açıklıktan ve kesinlikten uzaktır. Bu nedenlerden belirsizlik ve çokanlamlılıktan arınmış “ideal” bir dil üzerine kurulu bir anlambilim kuramı geliştirmeye çalışmışlardır.
ANTİMORAL: Ahlak karşıtı

ANTİNOMİ veya ÇATIŞIKLI: Saltığı çözümlemek için usun düşmek zorunda bulunduğu çelişki... Kant terimidir.

Alman düşünürü Kant’a göre saltığın alanındaki bütün önermeler çatışıktır. Çünkü bu önermeler üzerinde deney yapılamayacağı için karşılıkları da aynı güçle ileri sürülebilir. Sözcük oyunlarına dayanan kozmolojik tanıtlarsa her iki karşıt önerme için ileri sürülebilir. Kant nesneye olduğu gibi özneye de kesin bir bilinemezlik yakıştırır ki bu gibi kozmolojik önermelere saf usun çatışkıları adını verir ve bunları dört ana çatışkı da toplar.

1) Nicelik çatışkısı: ”Evren sınırlıdır-evren sınırsızdır “

2) Nitelik Çatışkısı: ”Özdek bölünmez atomlardan yapılmıştır-özdek sonsuzca bölünebilir.”

3) Bağıntı çatışkısı: “Her şey zorunlu olarak bağıntılıdır-hiçbir şey zorunlu olarak bağıntılı değildir.”

4) Kiplik çatışkısı: “Evrenin nedeni olan zorunlu bir varlık vardır-evrenin nedeni zorunlu bir varlık değildir.”

Kant’a göre anlık duyumsal deneyin sınırlarını aşamayacağından duyumsal deneyin dışında kalan bu gibi önermelerin savı kadar karşı savı da aynı kesinlikle tanıtlanabilir, bu halde hem savı hem karşı savı doğru saymak gerekir ki bu bir çatışkıdır.

ANTROPOMORFİZM: İnsan niteliklerini başka bir varlığa, özellikle Tanrı’ya aktarılması.

İlkel insanlarda başlayan bu tasarım, önce cansızları canlı saymakla başlamıştır. Daha sonra, tanrılara, çeşitli mitolojilerde görüldüğü gibi, insan biçimi ve nitelikleri yakıştırılmıştır. Bu anlayış, antikçağ Yunanlılarında, Homeros-Hesiodos ikilisinin tanrıları insan biçiminde ve insan niteliğinde olarak düşünmeleriyle başlamıştır. Homeros-Hesiodos’un mitolojik tanrıları, insanlar gibi; sevişirler, düşünürler, kıskanırlar, acı çekerler ve birbirlerinin ayaklarını kaydırırlar. Bu anlayışın nedeni, Yunanlıların her şeyi canlı, devimli biçimli düşünme eğilimleridir ve ilkel canlıcılığın izlerini taşır. Antropomorfizmin örnekleri ilahi dinlerde de görülür. Örneğin Hıristiyanlığın Andians tarikatı, kutsal kitaptaki sözlerin gerçek anlamıyla anlaşılmasını önerir ve örneğin tanrının eli deyimini etki anlamında değil insanlardaki al anlamında anlar. Müslümanlık ve Yahudilik’ de bu örtülü bir biçimde gerçekleşmiştir.
A POSTERİORİ: Deneyden sonra ve onun ürünü olarak elde edilendir. Deneyden önce ve ondan bağımsız olarak anlamını dile getiren Latince apriori deyimiyle birlikte kullanılır. Kant’ın felsefesinde önemli yer tutar.

A PRİORİ: Deneyden önce alan... Deneyden sonra olan anlamındaki Aposteriorinin (sonsal) karşıtıdır.

Deneyden çıkarsamadığı ve bundan ötürü de deneyden önce olduğu varsayılan bilgi sorunu antikçağ yunan düşüncesinde oluşmuş, skolastiklerce geliştirilmiştir, Alman düşünür Kant’ın sisteminde önem kazanmıştır. Her iki terimi de ortaya atan XIV. Yüzyıl skolastiklerinden Albert le Grande de Saxe’tır. Antikçağda Aristoteles tümelden tikele yapılan uslamlamayı önsel kanıt (apriori) ve buna karşı tikelden tümele yapılan uslamlamayı sonsal kanıt (aposteriori) saymıştır. Çünkü birincisinde ussal bir ilkeden, ikincisindeyse duyumlarla algılanan ve bundan ötürü de deneysel olan bilgilerden yola çıkılıyordu. Birincisi önsel bilgiden yola çıkan bir tümdengelim uslamlama, ikincisi sonsal bilgiden yola çıkan bir tümevaran uslamlama’ydı. Özellikle Hıristiyan metafiziği, tanrının varlığını kanıtlamak için deneyden yaralanmak imkansız bulunduğundan, zorunlu olarak ussal ve bundan ötürü de önsel olan(apriori)’dan yararlanmıştır. Gerçekte hiçbir önsel bilgi bulunmadığı halde önselliğin yüzyıllarca savunulmasının gerçek nedeni bu zorunlulukta yatar.idealist felsefe tarihi bir bakıma böylesine bir savunmanın tarihidir. Fakat bilimsel açıdan hiçbir önsel bilgi yoktur

ARANEDENCİLİK yani OKASYONALİZM: Bütün olayların tek gerçek nedeninin Tanrı olduğunu öne süren, insana neden gibi görünen bütün öbür şeylerin Tanrının istencini yansıtan birer araneden olduğunu savunan felsefe öğretisi.

Descartes'ın ruh ve beden ikiliğini çıkış noktası olarak alan aranedencilik, bu tözler arasında ancak Tanrının aracılığıyla bağ kurulabildiğini söyler.
(Savunucuları: Batı felsefesinde: Geulincx, Malebranche; İslam felsefesinde: Gazali.)

ARİSTOTELESCİLİK: Alm. Aristotelismus, Fr. aristotelisme, İng. Aristotelism, es. t. Aristetalisiye (Felsefe ve Tanrıbilimde) Yunan filozofu Aristoteles'e dayanan, deneysel gerçekçi eğilimli, aynı zamanda ereksel bir dünya görüşü niteliğindeki düşünce doğrultusu.
ARKHE: Batı Anadolu kıyılarındaki kentlerde yaşamış Sokrates öncesi filozofların ilke “temel” “ana madde” anlamı kazandırdıkları sözcüktür, unsurdur. Antik çağda Anadolu Yunanlıları düşünsel çabaya bir ilk nedeni araştırmakla giriştiler. İlk kez iki her zaman dört ediyorsa bunun tanrıların keyiflerinin üstünde bir ilk ve değişmez nedeni olmalıdır. Dünya nasıl yapılmıştır? Bitkiler, hayvanlar, insanlar nasıl oluşmuşlardır? Bütün bu varlıkların başı, kökü, kaynağı nedir? Gibi sorular sorulmuştur.

Bilinen tarih içinde sözcüğü felsefi anlamda ilk kullanan Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales’tir. Thales her şeyin arkhesi su demiştir. Thales sözcüğü her şeyin “ana maddesi”,”dayandığı ilk”,çıktığı kaynak” gibi anlamlarda kullanıp, doğaya ve doğadaki gelişmeler kendi içlerinde bulunan doğa ötesi açıklamalar gerektirmeyen bir kaynağa geri götürme çabasından söz eder. Böylece bilimsel düşüncenin öncüsü sayılır. Daha sonra Anaksimandres bu ilk nedenin belirsiz bir cevher, Aneksimenes ise bunun hava olduğunu söylemiştir.

Aristoteles ise arkhe her şeyin temeli özüdür. Bütün öteki şeyler ondan çıkar, ama o hep var olmakta devam eder.

Metafizik idealist felsefede bütünüyle bu ilk (arkhe) düşüncesine dayanır. Metafiziğin en belli ve açık biçimi olan dinsel düşünceye göre bu ilk tanrı’dır.

Arkhe düşüncesi “ilk”leri “başlangıç”ları “temel”leri arayan düşünüş biçimiyle daima iç içedir.

AŞKIN (transcendant): Üstün olan, insanlık düzeyinin üstüne çıkan (Tanrı).

ATEİZM: Tanrının varlığını yadsıyan görüş... Ateizm, ruh, ölümden sonra yaşam vb. her türlü metafizik inançların yadsınmasını kapsar. Ateizm, Tanrıyı ne tinsel varlıkları kabul eden teizmin karşıtıdır. Ayrıca ateizm, Tanrının var olup olmadığı sorusunu karşılıksız bırakan, bu sorunun yanıtsız ya da yanıtlanamaz olduğunu savunan agnostizimden ayrılır. Ateistlere göre, tanrının var olmadığı kesin bir doğrudur. Ateizmin felsefesel temeli, özdekçilik ve bir ölçüde şüpheciliktir.

AUGUSTİNUSÇULUK: Alm. Augustinismus, Fr. augustinisme, İng. Augustinism
Bir yandan.Platonculuk ve Yeni Platonculukla Hıristiyan düşüncesini birleştirmeye, öte yandan felsefenin ağırlık noktasını öznel-ruhsal alana (içdeney fizikötesine) kaydırmaya çalışan, Augustinus'a bağlı öğreti.
// Bu öğreti Aristotelesçilikle karşıtlık içindedir. mayacağımız şey. Gerçekliği aşan, doğa üstü.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Felsefe Terimleri Sözlüğü
« Yanıtla #1 : 30 Ekim 2013, 23:38:13 »
BEĞENİ: Güvenilir, ince ayrımlara varan bir duyguya dayanan estetik yargılama ve değerlendirme gücü; güzeli çirkinden ayırma yetisi.

BELİT (Aksiyom): Başka bir önermeye götürülemeyen ve tanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önerme. Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonucu varılır. Belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca çöker.

1) Mantık: Mantıkta belit terimi, bir şeyi tanıtlamak için kullanılan tanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açık ilke anlamını veriri tanıtlanmayı gerektirmediği gibi tanıtlanamazda. Çünkü tanıtlama, daha da açıklamak demektir, buysa daha çok açıklanamaz. Her belit bir ilkedir, ama her ilke bir belit değildir. Örneğin, “her bütün kendini meydana getiren parçalarından büyüktür” ilkesi bir belittir, buna karşı Einstein’in görelilik ilkesi bir belit değildir. Metafizik dünya görüşünün ürünü olan bütün mantıklar, “bir şey kendisinin aynıdır” önermesiyle dile getirilen özdeşlik ilkesini belit saymışlardır. Hegel’in diyalektik mantığı bunun doğru olmadığını meydana koymuştur. Bir şey kendisiyle bile aynı değildir, çünkü sürekli olarak değişmektedir.

2) Matematik: nicelikler arasındaki orantıları dile getiren zorunlu önermeler, matematikte belit adıyla tanımlanırlar. Örneğin, “bir üçüncü niceliğe ayrı ayrı eşit olan nicelikler birbirine eşittir”, “eşit niceliklere eşit nicelikler eklenirse toplamları da eşit olur”. Matematiksel belit, mantıksal belitin niceliklere uygulanmasıdır. Aralarında başkaca bir anlam ayrılığı yoktur.

3) Dekartçılık: Descartes ve başta Spinoza olmak üzere izdaşları felsefelerini belitlere dayarlar. Örneğin Descartes, felsefesini “düşünüyorum, öyleyse varım” belitinden çıkarak kurmuştur. Spinoza’da ünlü Etika’sında örneğin, “başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir” gibi belitlerden yola çıkar. Ne var ki, ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Bundan başka, bu belitler, “parçalarının toplamı bütüne eşittir” gibi belitler gücünde değildirler. Daha açık bir deyişle, Dekartçıların belitleri öznel, kendilerince belit sayılmış belitlerdir. Nitekim Cogito’nun yüzyıllarca önceki biçimini çürütmek için, “bin altın düşünüyorum, öyleyse bin altınım var” önermesi ileri sürülmüştür.

BETİMLEME (Tasvir): Somut gerçekliği içinde bir nesnenin, kendine özgü belirtilerini elden geldiğince tam ve açık seçik bir biçimde gözönüne serme.

BİÇİM (Form): Nesnelerin dış görünüşü. Metafizikte bir nesnenin, gizil ilkesi olan, hammaddeden ayırt edilen etkin belirleyici ilkesi.
BİLGİ: Öznenin amaçlı yönelimi sonucunda,özne ile nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şeydir.Nesnelere yönelen özne onlar üzerine düşünerek,zihinsel bir etkinlik geliştirir.Bu etkinlik sonucu kavramlara ve kavramlardan da önerme ve çıkarımlara varılır.Bilgi aktı,özneden objeye bilinç etkinliğidir.Bilgi akt'ları algılama,anlama ve açıklama şeklinde olabilir.

Algılama aktı,somut nesneler üzerinde yapılan duyu deneyleri sonucunda elde edilir.Anlama aktı,doğruyu bütünüyle sezgisel yada zihinsel anlamadır.Açıklama aktı,bir şey hakkındaki ilk bilgiden yola çıkarak son bilgiye ulaşma çabasıdır.Bilgi çeşitleri 6'ya ayrılır

a) Gündelik Bilgi: İnsanların sıradan deneyimleri sonucu elde ettikler bilgilerdir.Neden-sonuç ve yönteme dayanmaz.kişinin algı ve sezgilerine dayanır.Bilimsel ve geçerli değildir.Sistemsizdir

b) Dinsel Bilgi: Özne ve nesne arasındaki bağ,yüce bir varlık tarafından belirlene bir inanç sistemine dayanıyorsa buna dinsel bilgi denir.dinsel bilgi değişmez,kesin bir bilgidir.Amacı insana manevi yaşam ve yaratan hakkında inanca dayalı bilgi vermektir

c) Teknik Bilgi: Öznenin nesneyi pratik amaçları için değiştirme ve ve ondan alet yapma bilgisidir.Pratik bir bilgi olup insana yarar ve kolaylık sağlar.

d) Sanatsal Bilgi: Sanatçı,nesneye yönelerek onda gördüğü bir şeyi elindeki malzemeyle ifade etmeye çalışmasıdır.Yara gibi bir amacı yoktur.Doğadaki nesneleri kullanmasına rağmen,doğada olmayan bir güzelliği eserine katar

e) Bilimsel Bilgi: İnsanın aklıyla belli bir konuya yönelerek elde ettiği yöntemli, sistemli, düzenli, geçerli, kanıtlana bilinir ve denetlene bilinir nesnel bilgiye denir.
1) Formel Bilimler: Konusunu doğadan almayan yani duyu ve deneyime dayanmayan fakat duyular üstü bir ideal varlık alanını ele alan bilim dallarıdır(matematik.mantık) Formel bilimler,sembolleri kullanarak kendilerini ifade ettikleri için aynı zamanda bir ideal;yani yapay anlatım biçimidir.Bundan dolayı diğer bilimlerle oranla daha nesneldir.Doğa insan bilimleri sembolleri kullanarak daha nesnel olmayı amaçlar

2) Doğa Bilimleri: Nedensellik ilkesine göre,yani aynı koşullar altında hep aynı sonuçların çıkacağı ilkesine dayanan doğa bilimleri deneysel yöntemi temele alır.konu alanı içinde doğa bilimleri(fizik),yaşam bilimleri yer alır.Temel özelliği olgusal ve deneysel olmalarıdır.Olgusaldır.Çünkü olgular ile neden-sonuç ilkesini araştırır.Nedenseldir.Çünkü;Do ğa bilimleri genel, kesin,tümel,doğru yasalara ulaşmayı amaçlar.

3) İnsan Bilimleri: İnsanı değişik boyutlarıyla inceleyen bilgi türüdür.İnsan bilimleri;antropoloji,sosyoloj i,psikoloji,siyaset bilimi,dil bilimi ve tarihtir.Bu bilimler insanın yapıp ettikleriyle ve ne yapacaklarıyla ilgilenir.Fakat kesin bir yasaya varamazlar.

f) Felsefî Bilgi: Felsefi bilgi,evreni,varlığı,insanı,do ğayı parçalara ve konulara bölmeden bir bütün olarak anlamaya çalışır.Felsefi bilgi insanın aklıyla ortaya koyduğu tümel düşüncelerdir.Felsefi Bilgi;araştırma ve eleştiriye dayalıdır,akla dayanır.Mantık ilkelerine dayalı akıl yürütmelerdir,Soyut ve kavramsal olduğu için evrenseldir,birleştirici ve bütünleyicidir,Özneldir,bir bitmişlik yoktur.

BİLGİCİLİK (Sofizm): Eski Yunan’da İ.Ö 5. yüzyılın ikinci yarısından İ.Ö 4. yüzyılın başlarına değin para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefecilerin (sofistler) oluşturdukları akıma bilgicilik denir.

Sofist deyimi, bilgeliği yeğleyen öğreti, bilgi öğretmeni, siyasada yararlı olma sanatı, söz söyleme sanatı anlamlarında kullanılmıştır. İ.Ö 5. yüzyıl, antik çağ Yunan felsefesinde bilgicilik akımının egemen olduğu çağdır. İlk düşünür sayılan Thales’den beri ortaya atılan sayısız varsayımlar, sonunda insan zekasını şahlandırmış ve bütün olup bitenleri yeniden gözden geçirerek kıyasıya eleştirmeye yöneltmişti. Doğa bilimlerinin denetiminden yoksun insan düşüncesi, varlığın temeli konusunda daldığı hayal aleminden kendisine dönüyordu. Bilgicilik akımının inceleme amacı, insanın kendisiydi. Protagoras’ a göre , “insan her şeyin ölçüsü” ydü. Bilgi, teorik bir merak değil, pratik bir yarar olmalıydı. Protagoras “tanrılara gelince, ben onların ne var olduklarını ne de yok olduklarını bilirim” diyordu. Bilgici Hippias, giydiği elbiseyi kendisi diktiği için “ bağımsızlığa kavuşmakla” övünüyordu. İnsan her türlü yapma bağlardan kurtulmak ve insansal yasanın (nomos) yerine doğal yasa (physis) konulmalıydı.

Bilgiciler , özdekçi düşünceleri sürmekle beraber, ürünü oldukları idealist çizgiyi sürdürmüşler ve dünyayı tanıma olanağını yadsımışlardır. İşte bu idealist çizgidir ki, bir yandan bilgicilik akımını yozlaştırarak felsefeyi güzel söz söyleme sanatına dönüştürürken diğer yandan idealist ilkelerin gelişmesi sürecini doğurmuştur.
BİLİM NEDİR: Sözlüklerde ve ansiklopedilerde bilimin değişik tanımları vardır. Sanırım bu tanımların hiçbirisi bilimi eksiksiz olarak açıklayamaz.

Cumhuriyet'te ve Cumhuriyet Bilim Teknik'te bilimin tanımı ya da açıklaması çok yapılmıştır. Bunlara bir yenisini eklemenin bir yararı olabilir mi? Bu soruyu, biraz minder dışına kaçarak yanıtlama olanağı vardır. Aşkı binlerce yazar anlatmıştır. Gene de, her gün yeniden anlatılmaktadır ve insanoğlu var oldukça anlatılmaya devam edilecektir. Ama hiçbirisi aşkı eksiksiz anlatamamıştır ve anlatamayacaktır. Belki bilim de böyledir; onun eksiksiz bir tanımı yapılamaz. Ancak, bir temele dayanabilmek için, bir yerden başlamak iyi olacaktır.

TDK sözlüğünde bilim şöyle tanımlanıyor: Bilim: "Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi." "Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi."

"Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci."

Bilim ile uğraşan bir kişinin bu tanımları yeterli bulmayacağını söylemeye gerek yoktur. Bu nedenle, bilimin eksiksiz bir tanımını yapmaya kalkışmak yerine, onu açıklamaya çalışmak daha doğru olacaktır.

İnsan doğaya egemen olmak ister!

Derler ki insanoğlu varoluşundan beri doğayı bilmek, doğaya egemen olmak istemiştir. Bu nedenle, insan varoluşundan beri doğayla savaşmaktadır. Son zamanlarda, bu görüşün tersi ortaya atılmıştır: İnsan doğayla barış içinde yaşama çabası içindedir.Bence bu iki görüş birbirlerine denktir. Bazı politikacıların dediği gibi, sürekli barış için, sürekli savaşa hazır olmak gerekir.

Gök gürlemesi, şimşek çakması, Ay'ın ya da Güneş'in tutulması, hastalıklar, afetler, vb. doğa olayları bazen onun merakını çekmiş, bazen onu korkutmuştur.

Öte yandan, bu olgu, insanı, doğa korkusunu yenmeye ve merakını gidermeye zorlamıştır. Korkuyu yenebilmenin ya da merakı gidermenin tek yolunun, onu yaratan doğa olayını bilmek ve ona egemen olmak olduğunu, insan, önünde sonunda anlamıştır. Peki, insanoğlunun doğayla giriştiği amansız savaşın tek nedeni bu mudur? Başka bir deyişle, bilimi yaratan güdü, insanoğlunun gereksinimleri midir?

Elbette korku ve merakın yanında başka nedenler de vardır. İnsanın (toplumun) egemen olma isteği, beğenilme isteği, daha rahat yaşama isteği, üstün olma isteği vb. nedenler bilgi üretimini sağlayan başka etmenler arasında sayılabilir. İnsanın korkusu, merakı ve istekleri hiç bitmeden sürüp gidecektir. Öyleyse, insanın doğayla savaşı (barışma çabası) ve dolayısıyla bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.
Bilim Neyle Uğraşır?

Bilimin asıl uğraşı alanı doğa olaylarıdır. Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla algılıyoruz. Yalnızca fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb. bilgi alanlarının hepsi doğa olaylarıdır. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır. İnsanoğlu, bu olguları bilmek ve kendi yararına yönlendirmek için varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmaktadır. Başka canlıların yapamadığını varsaydığımız bu işi, insanoğlu aklıyla yapmaktadır.

Bilimin Gücü

Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur: çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve ayıklanma.Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

Çeşitlilik: Bilimsel çalışma hiç kimsenin tekelinde değildir, hiç kimsenin iznine bağlı değildir. Bilim herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta, bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.

Süreklilik: Bilimsel bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Kırallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.

Yenilik: Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkânlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.

Ayıklanma: Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.

BİLİMSEL TOPLUMCULUK = BİLİMSEL SOSYALİZM: (Os. İlmî sosyalizm, Fr. Socialisme scientifique) Marksist sosyalizm... Bilimsel toplumculuk deyimi, Alman düşünürü Karl Marx'ın sosyalizmini ütopyacı ya da düşçü sosyalizmden ayırır. Marx'ın materyalist ve tarihsel diyalektiğine bilimsel adının verilmesi, bu diyalektiğin bilimsel bir yönteme, deney ve gözlemlere dayanması ve bunlarla doğrulanması nedenine dayanır. Karl Marx, toplumsal değişimlerin, doğasal değişimlerde olduğu gibi, belli yasalara bağlı olduğunu göstermiştir. Yasalara bağlılık, bilimselliğin nedenidir. Bilimsel sosyalizm, üstün kişilerin düşünsel tasarımlarına değil, nesnel gerçekliğin belli yasalarına bağlıdır. Bilimsel sosyalizm, Marksizmin ayrılmaz bir parçasıdır ve sosyo-ekonomik yasaların kesin bir zorunluğudur. Bu zorunluk, eskimiş üretim ilişkileriyle gittikçe gelişen üretim güçleri arasındaki uyuşturulamaz karşıtlığın doğurduğu bilimsel bir zorunluktur.

BİLİNÇ: (Os. Şuur, İstiş'ar, Zamir, Hatır, İdrâk, İlim, Vukûf, Vicdân, Hissi bâtın, Hissi nefis, Akide, İtikat, İnsâf, Derûn; Fr. Conscience, Al. Bewusstsein, Selbstbewusstsein; İng. Consciousness, İt. Coscienza) İnsanın çevresini ve kendisini anlamasını sağlayan anlıksal süreçlerin toplamı.
1. Etimoloji: Osmanlıca şuur anlamını veren Türkçe bilinç terimi bilmek mastarından, Osmanlıca vicdan anlamını veren Türkçe bulunç terimi bulmak mastarından türetilmiştir. Bu türetimde Osmanlıca terimlerin Arapça anlamları göz önünde tutulmuştur. Her iki anlam da Hind-Avrupa dil grubuna bağlı Fransızca, İngilizce ve İtalyancada aynı terimle dilegetirilir. Terim, Hind-Avrupa dil grubunun kesmek ve yarmak anlamlarını veren skei kökünden türemiş, Latince aynı bilgilere sahip olduklarından ötürü kişiler arasında kurulan dayanışma anlamını veren conscientia sözcüğü aracılığıyla bu dillere geçmiştir. Terimin bu dillerdeki ilk anlamı bulunç (Fr. Conscience morale)'tu, sonradan bilinç (Fr. Conscience psychologique) anlamına kaymıştır.

2. Metafizik: Metafizikte bilinç insandan bağımsız bir güçtür ve insana verilmiştir, evrensel ya da Tanrısaldır. Metafizik düşünme dizgesi içinde yer alan idealizme göre de bilinç, maddeden ayrı ve bağımsız bir güçtür. Bu savda temellenen idealizm antikçağ Yunan düşünürü Anaksagorasla başlar. Anaksagoras nus adı altında bir evrensel us düşünmüş ve onu maddenin karşısına koymuştur. Aristoteles'in deyişiyle, "Anaksagoras, nusun yaratan ve maddenin yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey bir aradayken nus gelip düzenlemiştir". Bu anlayış, bilinç'le maddeyi birbirinden tümüyle ayrı şeyler sayan Descartes'dan geçerek, onu, evrenselleştiren Hegel'de ulaşır. Hegel'e göre önce evrensel bir bilinç vardı ve bütün doğa bu evrensel bilincin ürünüdür, doğa diyalektik evriminin sonunda, gene bu bilince ulaşarak kendi kendini tanıyacak ve evrim böylelikle son bulmuş olacaktır. İdealist akımın karşısında yer alan ve antikçağ Yunan düşünürü Demokritosla başlayan materyalist akım, kaba ya da Vülger materyalistler adıyla adlandırılan bilim-öncesi materyalistlerinin bilinç'i maddeyle aynılaştırmalarıyla uçlaşır. Bunlara göre de, "Karaciğerin safra salması gibi beyin de bilinç salar". İdealist akımın düştüğü yanılgı kadar yanlış olan bu sonuç, bilim-öncesi materyalistlerinin gerçekte tekyanlı metafizik düşünme sistemine baglılıklarından doğmaktadır.

3. Ruhbilim: Ruhbilimde bilinç terimi, öznenin kendini sezişi ya da kendinin farkına varışı anlamında kullanılır, algı ve bilgilerin anlıkta izlenmesi süreci olarak tanımlanır. Geniş anlamda bilinç, usun kullanılmasıdır. Ruhbilimsel açıdan insan, kendi varlığını ancak bilinciyle aşabilir. Türk Dil Kur umunca bilinç'le ilgili çeşitli ruhbilim terimleri önerilmiştir (Bk. Ruhbilim Terimleri Sözlügü, TDK. yayını, birinci baskı, s. 35-36): Anımsamayı sağlayamayacak aşamadaki öğrenme bilinçdışı öğrenme (İng. Subliminal learning), belli bir anda insanın aynı zamanda algılayabileceği nesnelerin toplamı bilinç genişliği (İng. Span of consciousness), bilinç sürecini denetlediği ilerisürülen beyin yeri bilinç katı (İng. Seat of consciousness), hekime duyulan güvensizlik ya da utançtan ötürü verilmesi gereken bilgileri saklama bilinçli direnç (İng. Conscious resistance), bir küme yaşantının ötekilerden ayrılarak kendi içlerinde örgütlenmesi bilinçliliğin bölünmesi (İng. Split-off consciousness), nesne ve olaylara karşı uyanık bulunma durumu bilinçlilik (İng. Consciousness), belli bir anda bilinçte bulunmayen ama anımsanıp bilince çağrılabilen anıların bilinçteki yeri bilinç öncesi (İng. Foreconscious, Preconscious), Fröydcülüğe göre baskıya alındıklarından ötürü doğrudan anımsanmamakla beraber gizli yollardan bilinci ve davranışları etkileyen etkenlerin tümü bilinçsiz bellek (İng. Unconscious memory), kişinin bilincinde olmadığı ve ancak davranışlarıyla yansıtabildiği eyleme geçme isteği bilinçsiz güdülenme (İng. Unconscious motivation) terimleriyle dilegetirilmektedir.
4. Diyalektik: Diyalektik materyalist felsefeye göre bilinç; insanın düşüncesi, duygusu, iradesi, karakteri, heyecanı, anlağı, kanısı, sezisi vb. gibi bütün anlıksal süreçlerinin toplamıdır. Nesnel gerçekliğin insandaki yansıtıcısıdır. Maddesel olan insan beyninin bir özelliğidir. Önce maddesel doğa vardı. Doğasal evrim insana ve bilinç'e kadar gelişti. Bilinç elbette doğasal, eşdeyişle maddi bir üründür ama maddeyle ayrılaştırılamayacağı kadar aynılaştırılamaz da. Nitekim çocuk da annesinin ürünüdür ama annesinin aynı değildir. Bilinç, toplumsal bir üründür ve dil'le sımsıkı bağımlıdır. Dil olmaksizin bilinç de olamaz. Çünkü dil, başkaları için gerçekleşen pratik bilinçtir. Hayvanın ön ayaklarının elleşmesi ve ellerin emekte kullanılmasıyla başlayan insanlaşma, zorunlu toplumsallaşma olgusundan geçerek, dil-bilinç olgusunu meydana getirmiştir. Bilinç olgusu, insanların yaşma biçimlerinin ürünüdür. Öyleyse pek açıktır ki bilinç, insanların yaşama biçimlerini yansıtır. Ama bilinç sadece yansıtmakla yetinen basit bir ayna değil, belirmesiyle birlikte diyalektiğe girmiş etken bir güçtür. "Bir sarayda, bir kulübedekinden başka türlü düşünülür". Ama saray koşullarından doğan saray düşüncesi de saray koşullarını etkiler ve değiştirir. Marksist diyalektik ipinin iki ucundan biri eylem (pratik), öbürü de bilinç (teori)'dir. Çeşitli yanlış anlamalar ve yorumlar bu ipin iki ucunu birden elde tutamamaktan doğmaktadır. İnsansal girişkenlik (Fr. Initiative), bilinç'le gerçekleşir. İnsan, olaylardan oluşan bilinciyle o olaylara egemen olabilir. Bilim-öncesi felsefede insanların yaşarna biçimleri düşünme biçimleriyle açıklanırdı, oysa düşünme biçimleri yaşama biçimlerinin sonucuydu. İnsan, bilimsel olarak bunun bilincine vardıktan sonradır ki, bilinç'li etkenliğiyle yaşama biçimlerini de değiştirmeye başlamıştır. Hiç bir şeyi değiştiremeyen hayvansal çabayla her şeyi değiştirebilen insansal çaba arasındaki tek fark, insansal çabanın bilinç'li oluşudur. Engels şöyle der: "Bilinçli amaç, istenmiş bir erek olmaksızın hiç bir şey meydana gelmez". Bilinç, insanın, kendisini çevreleyen şeyleri farketmesini, algılamasını ve algıladıktan sonra kavramasını gerçekleştirdiği gibi istemesini ve istediğini yapmasını da gerçekleştirir. Marx da Alman İdeolojisi adlı yapıtında şöyle der: "İşte ancak şimdi, yani temel tarihsel ilişkilerin dört uğrağını gözden geçirdikten sonra insanın bir de bilinç'i olduğunu görüyoruz (Marx'ın saptadığı temel tarihsel ilişkilerin dört uğrağı: 1. ihtiyaçları karşılayan araçların üretimi, 2. Yeni ihtiyaçlar üretimi, 3. Soyun üretimi, 4. İşbirliği, eşanlamda belli bir üretim tarzı üretimi uğraklarıdır. O. H.). Ama gene de bu, arı bir bilinç değildir. Çünkü ruh, daha başlangıçta hava tabakaları, sesler, kısaca konuşma biçiminde beliren maddenin yükü altına sokulmuştur. Bilinç ne kadar eskiyse dil de o kadar eskidir. Dil, başkalari için varolan ve ancak bundan ötürüdür ki benim için de gerçekten varolan pratik bilinç'in ta kendisidir. Dil, tıpkı bilinç gibi, başkalarıyla ilişki kurma zorunluğundan doğmuştur. Nerede bir ilişki varsa orada insansal bir şey vardır. Hayvanın hiç bir ilişkisi yoktur, hayvanın başkalarıyla ilişkisi onun için bir ilişki değildir. Demek ki bilinç, başlangıcından beri bir toplumsal üründür, insanlar varoldukları sürece de öyle kalacaktır". Demek ki insan topluluğunun dışında insan bilinci olamaz. Bilincin ürünü olan düşünce de, kendisinin maddi iskeleti olan dilin dışında varolamaz. Bundan ötürü bilinç, ilk anından beri dil temeli üstünde biçimlenir. Engels, konuşmanin ortaya çıkışının, maymun beynini adım adım bilinçlendirerek insan beynine dönüştürdüğüne özellikle dikkatleri çekmiştir.
BİLİNÇALTI: (Tr. Ruhbilim) Altbilinç teriminin anlamdaşı... Gerçekte bilinç süreçleri olmadıklari halde bilinç süreçleri üstünde etkisi bulunan ruhsal süreçler'i dilegetiren altbilinç ya da bilinçaltı deyimi, diyalektik felsefeyle idealist felsefeler açısından başka anlamlar taşıdığı gibi çeşitli yerli ve yabancı sözlüklerde çeşitli tanımlarla açıklanmaktadır. İdealist felsefeler onu, bilinç eşiğini aşamayan eksik algıların biriktiği bilinçdışı bir bölge saymışlardır. Öyle ki, Alman düşünürü Leibniz'in bulanık algı (Os. idrâkâtı müpheme, Fr. Perception obscure) adını verdiği bu eksik algıların bıraktığı bilinçdışı izler bu bölgede toplanıyor ve zaman zaman bilinci etkiliyordu. Bu bölge, esrarlı bir bölgeydi ve bilinmesi olanaksız izlerle doluydu. Bir zaman sonra Avusturyalı hekim Freud bu bölgenin sırlarını çözmeye çalışacaktı. Kimi sözlükcülerin güçsüzce bilinç (Os. Zayıfça şuûr, Fr. Faiblement conscient) deyimiyle dilegetirdikleri bu bölge, Freud'cülere göre unutulmuş ya da törebilimsel baskılarla bilincin dışına atılmış anı ve isteklerin gizlendiği bir bölgedir. Bu bölgedekiler bilince çıkmak için çabalarlar ve insanı hasta ederler. Kimi sözlükçüler onu belli belirsiz edindiğimiz bilinç deyimiyle tanımlamaktadırlar. Kimi sözlükçüler de eşikaltı (Os. Mâdûnüşuûr, Fr. Subliminal) deyimiyle anlamdaş sayarlar (Örneğin Bk. Cuvillier, Nouveau Vocabulaire Philosophique, Paris 1967, s. 178). Buna karşı Alman düşünürü Schopenhauer onu bilinmesi olanaksız bilinç temeli olarak tanımlar, daha açık bir deyişle, düşünüre göre bilinci bu bilinmesi olanaksızlar yönetmektedir. Oysa bilinçaltının ya da altbilincin bilinemeyecek hiç bir yanı yoktur. Herhangi bir olguyu algıladığımızda onunla birlikte ve onunla ilişkili olarak bir takım yan olgular da algılarız, ama ne onların üstünde durur ve ne de dilegetiririz. Bu yan olgular, temel olguyla ilişkili olduklarından, temel olgu üstündeki faaliyetlerimizde kimi zaman etken olurlar. Ya da önceden bildiğimiz, ama bu anda düşünmediğimiz öyle şeyler vardır ki bu andaki temel düşüncemizi, onunla ilişkili olduklari için, etkilerler. Altbilinç ya da bilinçaltının bütün esrarı bundan ibarettir.

BİLİNMEZCİLİK: Gerçek ve mutlak varlığın, kendinde nesnelerin (Tanrı gibi) bilinemeyeceği kanı ve öğretisi. (Agnostisizm) Bilme: Bir şeyin ne olduğunun bilincine varma.

BİREYCİLİK:

1- (Genel olarak)
a. Bütüne, genele değil de, bireye, tek olana üstünlük tanıyan görüş.
b. Bireyin kendine dayanması eğilimi.
2- (Fizikötesi açısından)
a. Yalnızca tek olanın, bireyin bağımsız gerçekliği olduğunu;
b. Gerçekte yalnız bireylerin bulunduğunu, tümel terimlerin gerçeklikte hiç bir karşılığı olmadığını savunan öğreti.
3- (Yöntem- bilim açısından) Tarihsel ve toplumsal olayların açıklanmasını bireysel ruhbilime dayandıran görüş.
4- (Gelenekçiliğin karşıtı olarak) Kurulu düzene eleştirmeden uyma yerine, bireylerin toplumda hertürlü kurum, inanç, kanı ve eylem üzerinde tartışıp bunları yargılamaları gerektiğini savunan görüş (düşünce bağımsızlığı).
5- Toplumun kendi başına bir ereği olmadığı gibi, kendini kuran bireylerin üstünde bir ereğe araç da olmadığını savunan görüş. // Bu görüşe göre , toplumsal kurumların ereği: a. bireylerin mutluluğu, b. bireylerin yetkinliği olmalıdır; böylece, bireyin ereğine erişmesi için toplum ve devlet yardımcı araç olacaktır.
6- Kişiliğin ve kişisel sorumluluğun kaldırılamayacağını dile getiren görüş.
7- Yaşamın, özellikle toplumsâl yaşamın tek kişiler üzerinde kurulduğunu ileri süren ve bu tek kişileri özce aynı türden ve eşit haklı olarak kabul eden öğreti (aydınlanma felsefesi).
8- Başkalarıyla karşılaştırılamayan niteliksel özelliği ve bir kezliği içinde bireyin kendi değeri üzerindeki kanı (Shaftesbury, Herder)
9- Seçkin bireycilik: Bütün bireyleri eşit görmeyip, kimi bireylere özel koşulları ve özel nitelikleri dolayısıyla ayrı bir yer veren görüş.(Nietzsche)
10- (Ekonomik yaşamla ilgili bireycilik): Her bireyin özgür olarak kendi ölçülerine göre kendi ekonomik işlerini düzenleyebileceğini savunan görüş. (Bırakınız Yapsınlar ilkesi)
BİLİNEMEZCİLİK: (Os. Lâedriye, Lâirfâniye, Lâyûrefîye; Fr. Agnosticisme, Al. Agnosticismus, İng. Agnosticism, İt. Agnosticismo)
Nesnelerin kendiliklerinin hiç bir zaman bilinemeyeceğini ilerisüren felsefe akımı... Bilinemezcilik terimi, ilkin, İngiliz düşünürü Huxley tarafından Yunanca bilinemez anlamını veren agnôstos sözcüğünden türetilerek kendi öğretisini adlandırmak için kullanılmıştır ve pek yenidir. Terim, daha sonra, geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Bilinemezcilik, tarihsel olarak, bilimin denetinden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak belirmiştir. Bu tepkiyi ilkin antikçağ Yunan bilgicileri göstermişlerdir, duyumcu olan bu sofistlere göre bilgi duyuların sonucudur, duyularımızla elde ettiğimizin dışında başkaca hiç bir bilgiye erişemeyiz. Her kişinin duyusu kendine göre olduğundan her kişinin bilgisi de zorunlu olarak kendine göre olacaktır, herkes için geçerli bir bilgi olamaz. İnsan, kendisi için bilinebilecek tek şeyle, kendisiyle yetinmelidir. Antikçağ Yunanlıları, tarihsel koşulları içinde, bu tepkiyi göstermekte haklıydılar. Ne var ki bilinemezcilik akımı Kant'dan, Auguste Comte'dan, Spencer'den, William James'den geçerek yüzyılımızın ilginç düşünürleri Sartre'lara ve Camus'lere kadar sürüpgelmiş bulunmaktadır. Kant'a göre ancak görünen bilinebilir, öz bilinemez:, "Bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiç bir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilişkisinden doğmuştur". Amerikalı pragmacı William Jamese göre, "İnsanın evrendeki durumu, bir kedinin kitaplıktaki durumu gibidir. Görür ve işitir, ama hiç bir zaman anlayamaz". Pozitivist Auguste Comte'a göre, "Nesneler üstü metafizik kadar nesnelerin kendisi fizik de bilinemez. Bilim, bu iki bilinemez alanın ortasında, sadece duyularımızla algıladığımız deney ve gözlemlerin konusu olan olgularla uğraşabilir". Akıma adını koymuş olan on dokuzuncu yüzyıl İngiliz düşünürü Huxley de aynı kanıdadır. Yirminci yüzyılın Fransız düşünürü Camus'ye göre de, "Evren uyumsuzdur ve bilinemez. İşte ağaç sertliğini duyuyoruz. Bu kadarla yetinmek zorundayız. Bilim, giderek bize elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz edecektir. Bu bir varsayımdır. Böylece dönüp dolaşıp şiirin alanına geldiğimizi ve hiç bir şeyi bilemeyeceğimizi anlarız"... Bütün bu yanlış düşünceler çağdaş diyalektiği bilmemenin ya da bilmez görünmenin sonucudur. Metafizik bilinemezcilik haklıdır, çünkü metafizik birtakım gerçekdışı tasarımlarla uğraşır, gerçek olmayan şey yok demektir ve yok olan şey de elbette bilinemez. Oysa bilimci olduklarını iddia eden bütün bilinemezcilik'ler bilimdışıdırlar, çünkü bilimin konusu olan nesnelerin kendilikleriyle bilimin amacı olan bilinebilirliği yadsımaktadırlar. Bu bilinemezcilik'lere, çağdaş diyalektikten çok önce, Alman düşünürü idealist Hegel gereken karşılığı vermiştir: "Bir nesnenin bütün niteliklerini biliyorsanız nesnenin kendiliği (Fr. Chose en soi, Al. Ding an Sich, Os. Bizâtihi şey)'ni de biliyorsunuz demektir. Geriye bu nesnenin sizin dışınızda vorolmasından başka hiç bir şey kalmamaktadır. Duyularınız size bu gerçeği de öğrettiği zaman Kant'ın o ünlü bilinmez'inin geri kalan yanını da kavramış olursunuz". Bununla beraber Kant, yaşamının son yıllarında, "inana yer bırakmak için bilgiyi sınırlandırmak" istediğini itiraf etmiştir. Gerçekten de bilinemezcilik her zaman Tanrıbilimden ve dolayısıyla egemen sınıflardan yana olmuştur. Çünkü nesnel gerçekliğin bilinemeyeceğini söylemek, insanları inana çağırmak demektir. Ünlü bir diyalektikçi şöyle der: "Böylesine görüşlerin niçin ilerisürüldüğü sorulabilir. Çünkü bilgi ışık saçar, ışıksa herkesi hoşnut etmez. Karanlık çıkarlar ancak karanlıklarda elde edilir. Bilgiyle aydınlanan insan daha önce göremediği ve yapamadığı birçok şeyi görebilir ve yapabilir. Buysa karanlık saçan sömürücülerin ölesiye korktukları bir şeydir". Bilinemezcilik, biçimle özü ayrıştırmaktan ve görünüşten gerçeğe geçememekten doğmuştur. Antikçağ Yunan felsefesinde şüphecilik biçiminde belirmiş olan bilinemezcilik giderek bilimi yadsımaya varmış ve bilmeye uğraşmaktansa bilinemez saymanın kolaylığı ve rahatlığı içinde hızla yayılmıştır. Şüpheciler ya şüphe ettikleri için bilinemez sayıyorlar ya da bilinemez saydıkları için şüphe ediyorlardı. Onlar için bu bir yöntemdi, doğa bilimlerinden yararlanamayan düşünsel felsefenin aşırı tasarımlarına bir tepki olarak ilerisürülmüştü. Ama XVIII., XIX. ve XX. yüzyıl bilinemezcilerinin, böyle bir durumda bulunmadıkları gibi böylesine tepkileri de gereksemedikleri kesindir. Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi, "kauçuk yapıyoruz, demek ki kauçuğun ne olduğunu biliyoruz". Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adlı yapıtında şöyle der: "Kavranamaz nesneler, bilimin dev adımlarıyla ilerlemesi sırasında kavrandılar, çözümlendiler, üstelik yeniden üretildiler. Üretebildiğimiz şeyin bilinemez olduğunu elbette düşünemeyiz... Bugün de bilmediklerimiz vardır, ama bugün bilmediklerimizi yarın bileceğimizden şüphe etmeye hiç bir neden yoktur".
BUDA ve ÖĞRETİSİ: Buda’nın öğretisinin başlıca özelliği; Buda’nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yaşantısal deneyimle doğrulamalarını öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda’nın yaşadığı dönemde Budizm bir din, Buda da bir peygamber değildi.

Şimdiye dek her geliş gidişimde,
İçinde hapis olduğum,
Duyularla duvaklanmış bu evin,
Yapıcısını aradım durdum.
Ey yapıcı! Şimdi seni buldum.
Bir daha bana ev yapmayacaksın,
Bütün kirişlerin kırıldı, payandaların çöktü.
İçimde nirvana’nın suskunluğundan başka bir şey kalmadı
Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi.

Öğretide 4 temel gerçek vardır: Yaşamda ıstırap vardır; ıstırabın bir nedeni vardır; bu neden yok edilirse ıstırapta yok edilmiş olur; bu nedeni yok etmeyi sağlayan bir yol, bir yöntem vardır.

1. Istırap (DUKKHA) ve Yaşamın 3 özelliği

Dört okyanusun suyu mu daha çoktur, yoksa sizlerin inleye sızlaya sürdürdüğünüz bu yolculukta sevdiğiniz istediğiniz şeyleri elde edememek, sevmediğiniz istemediğiniz şeylerden kaçınamamak, istediğiniz şeylerin istediğiniz gibi olmaması, istemediğiniz şeylerin istemediğiniz biçimde olması yüzünden akıttığınız gözyaşları mı daha çoktur? Ananızı, babanızı yitirmek, kardeşlerinizi, kızınızı yitirmek, malınızı, mülkünüzü yitirmek... Bu uzun yolculukta tüm bunlara katlandınız ve dört okyanusun suyundan daha çok gözyaşı akıttınız.

Buda ıstırap için dukkha sözcüğünü kullanıyordu. Anlamı; ıstırap, üzüntü, tasa, keder, maddesel veya ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk, yetersizlik, sürtüşme, çelişki yani olumsuz ruh durumları...

Buda’nın gözlerimizi açmaya çalıştığı gerçek daha çok ıstıraptan korunmak, kurtulmak için izlediğimiz tutumdaki yanlışlarımız, yanılgılarımız. Herkes yaşamda ıstırabın olduğunu biliyor, ama yaşamda tatlı anlar, hoş ve zevkli olan şeyler olduğunu, haz ve zevkin ıstırabı dengeleyebileceğini düşünüp bu anların beklentisi içinde ıstıraba katlanabiliyor. Buda’ya göre yanılgı işte burada. Buda kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevkin ıstırabın asıl nedeni olduğunu göstermeye çalışıyordu. Yanılgının dünyanın bu geçiciliğine gözlerimizi kapamak, geçici olan, kalıcı olmayan şeylere tutunmaya çalışmaktan geldiğini, dünyayı gerçek böylesiliği, yapısıyla görememekten kaynaklandığını söylüyordu. “Sevdiğimiz hiç bir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım.”
Buda yaşamı gerçek boyutları içinde kavrayabilmemiz için yaşamın birbiriyle ilgili 3 özelliğinin üzerinde ısrarla duruyordu:

Dukkha - Istırap

Bir arada bütünleşmiş, bileşmiş, oluşmuş hiç bir şey değişimden, çözülüp dağılmaktan kurtulamaz. Yanılgı değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmaya, sarılmaya çabalamaktan geçiyor. Oysa elde etmek istediğimiz şeyi elde edene kadar o şey değişiyor, koşullar değişiyor, bu arada biz kendimiz de değişiyoruz.

Buda’nın amacı dünyayı ne olduğundan daha kötü ne de daha iyi göstermekti. Onu olduğu gibi iyi ve kötü yanlarıyla, kendimizi hiç bir yanılgıya, yanılsamaya kaptırmadan bütünlüğü içinde gerçek böylesiliğiyle görmemizi sağlamaya çalışıyordu. Istırabın dünyayı olduğu gibi içimize sindirememekten, dünyadan verebileceklerini değil de daha çoğunu beklememizden, istememizden kaynaklandığını anlatma çabası içindeydi. Kötü olan yaşam değil, ona arsızca yapışmaya çabalamaktan, ondan verebileceğinden çoğunu istemekten gelen ıstıraptır. Akıp giden yaşamla birlikte karşı koymadan, direnmeden akıp gitmesini öğrenmek, dönüşü olmayan bir akış içinde olduğumuzun, yaşamın tek bir anının bile ikinci kez yaşanmasının olanaksızlığını içten içe kavramak, her saniyenin tadını bilecek biçimde yaşamın sevinçle, kıvançla, coşkuyla kucaklanmasına yol açabilir. Mutluluğun ertelenmesinin de, para biriktirir gibi haz ve zevk biriktirmenin de olanaksızlığı iyice anlaşılabilir. Acaba yaşamda kendimize sığınak yapabileceğimiz ıstırabın güçsüz kaldığı, etkisinin azaldığı bir yer, bir zaman var mı? Budizm olduğunu savunuyor. Bu an ve burası...

Hiç bir şeyin öteki şeylerden ayrı bir kendiliği, ayrı kalıcı bir benliği olamaz. Istırabın asıl nedenini aradığımız, kökenine indiğimiz zaman hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde karşımıza çıkan sorumlunun, bir yandan istek ve tutkularımızı besleyip kışkırtan den başka birisi olmadığını görüyoruz. “Benim güvenim” ”Benim görevim” ”Benim sorumluluğum” ”Benim başarım” ”Benim param” ”Benim isteklerim” ”Benim heveslerim” ”Benim öldükten sonra ne olacağım” ”Benim öldükten sonra da var olma doyumsuzluğumdan gelen sorunlarım” Nedir bu ben? Buda insan varlığında geçici olmayan değişmeden kalan, dayanıklı bir öz, tözel bir nitelik olmadığını göstermeye çalışıyordu. Bir gövde doğar, büyür, yaşlanır, ölür, çözülür, sürekli değişim içindedir. Bir kimse kolunu, bacağını yitirse de ne azalır, ne de küçülür. Öyleyse insanın gövdesinde olamaz. duygularımızda da olamaz.Çünkü onlar değişse de gene olduğu gibi kalır. duyu organlarımızdan gelen algılarımız da olamaz. önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz de olamaz. Ayırt edici bilincimizde de olamaz. Bu beş kümede toplanan bedensel ve ruhsal varlığımız gövdemiz, duygularımız, duyu organlarımızdan gelen algılarımız, önceki düşüncelerimiz, kararlarımız ve eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz, karakter özelliklerimiz, ayırt edici bilincimizin bir araya gelmiş olmasından da oluşmuş olamaz. Çünkü bunlardan hiçbirisi i içermiyorsa o zaman beşinin bir araya gelmesi de beni oluşturmaz. O zaman geriye değişmeden kalan tek bir şey kalıyor. Ad... Ben’e verilen özel ad.
Milanda Panha adlı kitaptan: Kral Bilge Nagasena’ya seslenmiş: “Ustam kimsin, adını söyler misin?” “Bana Nagasena diyorlar. Ama bu yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten başka şeye yaramayan, bir deyim, bir sözcük, içinde bir kimlik, bir benlik yok. Bir ad, bir lakap, bir işaret, yalın bir sözden başka bir şey değil. Kral inanmaz ve sorular sorar. “Nagasena bu saçlar mıdır?” “Hayır büyük kral” ... “Duygu ve coşkular mıdır Nagasena?” “Hayır büyük kral” Nagasena kraldan arabayı tanımlamasını ister. “Tekerlek, dingil, ok, sandık ve kollar bir arada olunca arabadan söz edilir. Araba yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten başka bir işe yaramayan bir deyimden başka bir şey değil.” “Evet kralım. Benim de saçlarım, derim, ... ad ve bedenim, duygularım, algılarım, geçmiş eylemlerimle biçim almış karakter özelliklerim, ayırt edici bilincim bir araya gelince Nagasena adı veriliyor. Ama kimlik, benlik söz konusu olunca burada öyle bir şey yok. Nasıl arabanın beş bölümü bir araya gelince araba diyorlarsa, beş katışmaç bir araya gelince de bir kimden bir den bir özneden söz ediliyor.

Buda diyor ki: Ne ben’in, ne de ben’e ilişkin kalıcı bir şeyin varlığından söz edilebilir. Ben, ben olarak gelecekte de var olacağım, benim sürekli değişmez bir benliğim var, savında bulunmak hatalıdır. Ben düşüncesini yok etmeli, benlikle kurumlanmak yanılgısını yenmelidir.

Buda’nın görüşüne göre “ben”, insanın hem bedensel hem de ruhsal varlığını oluşturan bu beş kümenin bir arada ve birlikte, sürekli bir akış, sürekli bir değişim içinde oluşunun ortaya çıkardığı bir görüngü, bir olgu, insanı çevresinden ayrı bir varlık olarak ayırt etme, özerk bir biçimde hareket etme durumundan köklenen bir yanılgı, bir yanılsamadan başka bir şey değil. Ayırt edici bilinç işe karışıp dünyayı ben ve ben olmayan diye ikiye bölünce bu ben yanılgısı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Aslında bilincin ayırt etmeden, seçmeden, bölmeden bütünü kavrama olanağı da var.

Ben’in var olma doyumsuzluğundan kaynaklanan ve ölümün sınırını aştığına inanılan uzantısına verilen ad’sa ruhtur. Budizm’de Özvarlık yoktur. Buda ben-ruh yanılgısını sergilemek istiyor. Bir kez ben-ruh yanılgısı oluştu mu bütün varlığımızı sarıyor, bilincimizin özgürce çalışma etkinliği engelleniyor, onun bitmez tükenmez istekleri nasıl yaşamı çekilmez bir hale koyuyor, sorunlarımız yaşamla bile sınırlı kalmıyor, ölümden sonrası ile ilgili sorunlar da gündeme girdiğinden onlar da kaygı ve üzüntü konusu olmaya başlıyor.

Buda ben’i kurtarmaya değil, bizi ben’den kurtarmaya çalışıyordu. Ölümsüzlüğe erişmek için tek bir yol olduğunu savunuyordu. Öncesizden sonsuza uzanıp giden varoluş zincirinin içindeki yerimizi bulmak, evrensel yaşam ırmağının içimizden aktığının, yaşam gücünün bizim burun deliklerimizde, bizim ciğerlerimizde nefes alıp verdiğinin bilincine erişmek...
2. Nedensellik Çemberi- Bağımlılık ve Özgürlük- Karma ve Gene doğum

Buda’ya göre varolan her şey nedenselliğin bir sonucu olarak vardır, boşluktan yokluktan oluşan bir evrende nedenselliğin döngüsüne takılan yokluk varlığa dönüşür, her neden bir sonucu, her etki bir tepkiyi zorlar. Evrenin değişmez yasası nedensellik (Karma) yasasıdır. Ne başlangıcı ne de sonu olan evrende egemen olan yalnız doğa yasalarıdır. Buda böylelikle tanrıların görevini yasalara yüklemiş, tanrıları gereksizleştirmişti. Değil mi ki insanın geleceğini belirleyen nedenlerin zorladığı sonuçlardır, öyleyse insanın kendi eylemlerinin sonuçlarından kaçıp kurtulması olanaksızdır. Bir çocuğun anasından beklediği gibi tanrıların bize sevecenlik göstermelerini, bizi bağışlamalarını bekleyemeyiz. Eylemlerimizin sonuçlarından kurtulmanın bir yolu varsa, onu ancak kendi çabamızla kendimiz bulmalıyız.

On iki halkalı kapalı bir zincir olarak temsil edilen nedensellik yasası:

1. Yanılgı yanlış düşüncelere yol açıyor.
2. Bu düşünceler eğilimlere, karakter özelliklerinin biçimlenmesine ortam hazırlıyor.
3. Buradan da bilinç oluşuyor.
4. Bilincin bentle ben olmayanı ayırt etmesinden özne nesne ikiliği, ad ve beden ortaya çıkıyor.
5. Bundan altı duyu alanı gelişiyor.
6. Bu altı duyudan dolayı duyularla nesneler karşılaşıyor.
7. Bu karşılaşmadan hoşlanma, hoşlanmama gibi duygular oluşuyor.
8. Bu duygular isteklere, tutkulara dönüşüyor.
9. İstekler, tutkular bağımlılığa, insanın isteklerinin, tutkularının tutsağı olmasına, bireysel yaşam isteğine yol açıyor.
10. Bundan da oluşuma bağımlılık ortaya çıkıyor.
11. Oluşum doğuşa
12. Doğuşsa ihtiyarlık ve ölüme, ıstıraba, tedirginlik ve umutsuzluğa yol açıyor. Buradan da gene yanılgı çıkıyor ortaya.
Buda’nın yanılgıyı dizinin en başına koymasının nedeni olasılıkla bu döngüden tek çıkış yolunun bu halka olmasıyla açıklanabilir. İstekleri, tutkuları kışkırtan yanılgıdır ana yanılgıyı besleyen de gene istekler ve tutkulardır. Kökünü yanılgıdan alan düşünceler, karar ve eylemlere dönüşüyor. Düşüncelerimiz kararlarımızı, kararlarımız Eylemlerimizi belirlerken, eylemlerimiz de kararlarımızı etkileyip zorluyor. Her düşünce sonrakileri sınırlıyor. Biz kez tam bir özgürlük içinde bir şey düşünmüş olabileceğimizi varsaysak bile, ondan sonraki düşüncelerimizde aynı oranda özgür olamayacağımız açık. Giderek özgürlük alanı kısıtlanıp daralıyor... Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir. Bu gün kafamızdan geçen düşüncelerse yarınki yaşamımızı biçimliyor. Yaşamımız kesinlikle zihnimizin yaratısıdır.

Budist metinler dört tür bağımlılıktan söz ediyorlar.

1. İsteklerden, tutkulardan gelen bağımlılık

2. Yanlış görüşler, kanılardan kaynaklanan bağımlılık

3. Erdemli bir yaşamla ve kurallara tıpatıp uygun davranmakla kurtuluşa erişilebileceğini sanmaktan gelen bağımlılık

4. Sürekli ve değişmez bir ben’in varlığına inanmaktan gelen bağımlılık

İsteklerimizin tümüne yakın bir bölümü toplumun yapay olarak yarattığı gereksiz şeyler.Örneğin toplum bizi zeki bir adam gibi görünmeye isteklendiriyor. Çevremizde beğenilen bir kimse olmak bize nelere mal oluyor ? Bunun karşılaştırmalı bir hesabını yapabilmiş olsak, harcadığımız bunca çaba, üzüntü, sıkıntıya değmeyeceğini anlayacaktık. Başka insanların önüne geçememek, başka insanlara üstün olamamaktan gelen ezikliklerin ardında hep ben yanılgısı yatıyor ama bu ben yanılgısını besleyen de toplumun özendirici etkisi.

Bir kere gözümüzü açıp ta bu koşturmacanın amaçsızlığını, anlamsızlığını görebilsek, bu koşullanmalar, biçimlenmeler etkisini yitirecek, ve bağımlılık da ortadan kalkacak. O zaman ıstırap yerini özgürlüğümüzü yeni baştan kazanmış olmaktan gelen aşkın bir mutluluk duygusuna bırakacak, nedensellik döngüsünden kendimizi kurtarmış, daha doğrusu döngüyü ters yöne çevirmeyi başarmış olacağız.

İnsan kendini yanılgıdan nasıl kurtarır? Bu sekiz basamaklı yolla mümkündür. Yanılgıdan kurtaran bilgiye çıkarımcı düşünceyle varılamaz. Çünkü bu tür düşüncede özgürlük yoktur. Budizm görüşüne göre, bizi yanılgıdan kurtaracak bilgiye ancak sezgiyle erişilebilir. İnsan yanıldığını, yanılmadığını; aldatıldığını, aldatılmadığını; sevildiğini, sevilmediğini ancak sezgiyle anlayabilir. Uyanan kimse karmanın elinde eli kolu bağlı bir oyuncak olmaktan kendini kurtarmış olur.
Koşullanmaya, biçimlenmeye bütünüyle karşı koyabilecek bir insan yok bu dünyada. Yanında yada karşısında tutum almakla her zihnini sınırlamış oluyor. Bizi düşündüğümüz gibi düşünmeye, davrandığımız gibi davranmaya iten ön koşullar, düşünsel yada duygusal zorunluklar var. Uyanınca bu zorunluluğu fark etmiş oluyoruz ve zorunluluk zorunluluk olmaktan çıkıyor. Bu yüzden de karma değiştirilemez bir alın yazısı sayılmaz, uyanan kimse karmanın bağlarını da koparmış olur.

Eylemlerimiz er geç bize geri döner. Her eylemin iyi yada kötü sonuçları eninde sonunda eylemi yapana ulaşır.

Buda, kalıcı olan bir yaşamdan öbürüne aktarabileceğimiz, şu gövdemiz içinde saklanan bir şey olamayacağını anlatmaya çalışmıştı. Öyleyse gene doğumla söz edilmek istenen neydi? Buda’ya göre bir yaşamdan ötekine aktarılan ben yada ruh değil, yalnızca eylemlerimizin zorladığı nedensel sonuçlardır. Bu senin gövden de değil, başka birisinin gövdesi de değil. Ona geçmiş eylemlerin (karma) ürünü gözüyle bakmak daha doğru olur. Önceki bir yaşamda yaptıklarımın ödülü ya da cezası da değil. Ben nedensellik zincirinin bir zorunluluğu olarak varım. Eylemlerin bir sürekliliği var ama ben’in de bilincin de sürekliliği yok. Buda’nın dilinde doğum ölüm döngüsü, yaşamların önceki yaşamların etkisiyle biçimlendiğini anlatmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

3. Nirvana

Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. İstek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dahil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar (karma) yaratmaması da olanaksız elbette. Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi. Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı işlerden alkış beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben’i aşınca bütünle bütünleşiyor.. Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.

Buda’nın öğretisi, bir yandan ben’i yokumsarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. İnsanın toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kişilikten soyunup gerçek varlığıyla başbaşa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu.
Buda ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da şöyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu bosunu, oku atmaktaki amacını falan mı araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana’ya erişmenize katkıda bulunabilir.

Buda öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir.

Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden başka bir şey değildir; varolşun ardında durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm’de tözsüz, özvarlıksız bir nedensellik vardır.

4. Sekiz basamaklı yüce yol

1. Tam görüş

2. Tam anlayış Bu basamaklar kendimizi de, dünyayı da olduğu gibi, gerçek böylesiliğiyle görmeyi, adların biçimlerin gizlediği temel gerçeğin, her şeyin ıstırap, her şeyin oluşum, değişim içinde olduğu, kalıcı bir ben’in, değişmeyen bir töz’ün olmadığı anlayışına ulaşmayı amaçlıyor.

3. Doğru sözlülük

4. Tam davranış Bu basamak, özgür istencinizin ürünü olan, içten geldiği için, hiç bir amaç gütmeden yapılan davranıştır.

5. Doğru yaşam biçimi Yaşamını sağlamakta doğruluktan ayrılmamak, kendine yetecek olandan çoğunu elde etmeye çalışmamaktır.

6. Tam çaba, tam uygulama Her şeyin tam bir özenle, eksiksiz yapılmasıdır. Bir Budist’in oturması, kalkması bile büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Zihnini bencil düşüncelerden arıtmak sürekli bir uğraş olmalıdır. Zihnin arıtılması, bencil düşüncelerden ayıklanması dört yüce duygunun yüzeye çıkmasına olacak sağlar: Sevecenlik, acıma, sevgi, yan tutmama.

7. Tam bilinçlilik

8. Tam uyanıklık

Bu basamaklar meditasyonla ilgilidir. Meditasyon Batı’da anlaşıldığı gibi derin derin düşünme değil, düşüncenin aşılmasını, çıkarımcı düşünceden arıtılmış bir zihinle, salt bilinçli olmayı amaçlayan bir yöntem. Tam bilinçlilik, tüm duyumların, duyguların, düşüncelerin ruhsal durumların ayırdında olacak biçimde bir alıcılık, bir uyanıklık durumunu sürdürmektir. Algının kapıları öylesine temizlensin ki, her algı hiç bir engelle karşılaşmadan bilince ulaşabilsin.
Sözcükler de bilinçle yaşantı arasına giren bir engel oluyor çoğu kez. Sözcüklerden oluşan düşünceler durmadan bizi, iyi kötü, hoşa giden hoşa gitmeyen gibi ayrımlar yapmaya, yargılara varmaya kışkırtıyor. Artık dünyayı olduğu gibi değil, kurgularla, soyutla, soyutlamalarla yani sözcüklerle dünyayı kavrıyoruz. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil, ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan Budizm sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.

Budist meditasyonun özü nefes alıp verdiğinin ayırdında olmakla başlayan yaygın dikkattir. İnsan nefes alıp verdiğine duyarlı olunca yaşadığının da farkında oluyor, geleceğe ya da geçmişe değil, kendini şu ana ayarlıyor, şimdide yaşamaya başlıyor, duyulara daha duyumlu, duygulara daha duyarlı oluyor; kendinden kopuk, kendinden habersiz yaşamaktan kurtarıyor kendini, yaşamla da kendiyle de bütünleşiyor. Bu uygulamada yol almış kimse gövdesinde kendi istencine bağlı olmadan bir nefes alıp verme işleminin sürüp gittiğine duyarlı olmaya başlıyor. Bu yaşamsal bir yaşantı olarak kendini açığa vuruyor, ve bu izlenim insanda iç barış, esenlik ve mutluluğun oluşmasına yol açıyor. Artık zihindeki karmaşa yatışmıştır.

Buda’nın meditasyon yöntemi öyle dalıp gitmeyi kendinden geçmeyi değil, tersine sürekli uyanıklılığı, sürekli bilinçli kalmayı gerektiriyor.

Tam bilinçlilik gerçekleşince tam uyanıklık kendiliğinden gelir. Burada tüm ikilikler yok olur; düşünenin düşünceden, bilenin bilinişten, öznenin nesneden kopukluğu diye bir şey kalmıyor; zihinle yaşantı arasındaki bölüntü kalkıyor. Bütün bu ayrımların yaşantıyla ayırt edilecek somut bir gerçekliği olmadığını, bunların akıl yoluyla varılmış çıkarımlar olduğunu fark ediyorsunuz.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Felsefe Terimleri Sözlüğü
« Yanıtla #2 : 30 Ekim 2013, 23:38:44 »
ÇELİŞME: İki kavramın ya da yargının birbirini dışta bırakması. Birbirine ters olma, birbirini tutmama.

ÇEVRECİLİK: İng. environmentalizm; Fr. environementale; Alm. Environmentalismus

Günümüz felsefesi bağlamında daha çok "Yeşil" siyaset felsefesiyle örtüşen çevrecilik ilkin çevrenin insan üzerindeki etkisini ya da çevrenin insan davranışını belirlemedeki önemini vurgulayan bir öğreti olarak boy göstermiştir. Bu anlamıyla çevrecilik insan dış koşulların ürünü; doğal, toplumsal ve kültürel koşulların toplamı olarak gören anlayışa karşılık gelir.

Buna karşılık . yüzyılın son çeyreğinde iyiden iyiye kendini hissettiren çevrecilik ya da çevre felsefesi, doğayı iliklerine kadar sömüren ya da onu istediği gibi yoğurabileceğini sanan insanoğluna yöneltilen bir "uyarı felsefesi"dir.
1950lerde uç veren Leopold'un "Toprak Etiği"nden tutun da Naess'in 1970'lerde geliştirdiği köktenci çevre etiği "Derin Ekoloji" ya da "ekosofı"ye kadar tüm çevreci öğretiler, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin arkasına sığınıp doğayı hiçe sayan, doğanın da hakları olduğunu unutan insanlığa bu "yoksayış"ın onarılamaz sonuçlarını durmaksızın hatırlatır.
Her ne kadar bugün varılan noktada insanın kendi çıkarları uğruna kökünü kurutamayacağı canlı türü hemen hemen yok gibi olsa da insanın kendisinin de bir canlı türü olduğu unutulmamalıdır.

ÇOKÇULUK: Gerçekliğin açıklanmasında birden çok ilkenin temelde bulunduğunu kabul eden öğreti.

ÇÖZÜMLEME: Bileşik olanı ayırarak çözmek. Bir bütünü parçalara ayırmak.

ÇÖZÜMLEYİCİ (Analitik) FELSEFE: Alm: Analytische Philosophic, Fr: Philosophie Analytique, İng. Analytical Philosophy

20. yy. başından beri özellikle Anglosakson dünyasında yaygınlaşan dil çözümlemelerine dayalı, felsefe yöntemini geliştiren ve felsefenin görevini mantıksal dil çözümlemesiyle sınırlayan felsefe akımının tümüne verilen ad.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Felsefe Terimleri Sözlüğü
« Yanıtla #3 : 30 Ekim 2013, 23:39:17 »
DEĞER: Kişinin, isteyen, ihtiyaç duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey. İnsanların ihtiyaç ve istemeleri farklı olduğundan sayısız değer türleri vardır.

DEİZM: Vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüşe denir. Deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra dünyanın hiçbir işine karışmadığını eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir.

Deizmin dayandığı “doğal” din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. İnsan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranması. Deizmciler Hıristiyanlıkta ve dünya dinlerinde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler.

Deizimcilere göre kendi başına doğal din, her türlü kuşku ve yozlaşmadan uzaktır. Bu yüzden us yoluyla doğrulanmış yalın ahlakı, doğrular dışında Hıristiyanlığın sonradan eklediği tüm öğelere karşı çıkarlar.

DEKARTÇILIK (Cartezyanizm): Descartes’in felsefesi Descartes, düşünsel felsefenin büyük çapta aşamacılarından biridir. Antikçağ Yunan, şüpheciliğinden yüzyıllarca sonra şüpheciliği temel bir yöntem olarak kullanmış ve bunu analitik geometri adı verilen matematiksel bir kesinlikle uygulamaya çalışarak yepyeni doğrulara varmayı denemiştir. Temel yöntem, şöyle özetlenebilir: önce bir ilke olarak, edinilmiş bütün bilgilerinden şüphe etmeliyim ve onları bir yana bırakarak ilk ve sağlam yeni bir düşünceden yola çıkmalıyım. İnsanların bütün düşünceleri birbirine bağlıdır, birbirinden çıkar. Bir düşünmeyi doğuran ondan önce gerçekleşmiş başka bir düşüncedir. Düşünceler bir neden sonuç zinciri içerisinde sürüp gider(mekanizm) öyleyse sırayı titizlikle kovalarsam doğru olmayan bir düşünceyi doğru sanmaktan sakınarak düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmazsam doğru olana ulaşabilirim. Bu durumda benim için kesin olan tek şey şüphe etmektir. Bütün bilgilerden şüphe etmek, düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse, var olduğumda şüphesizdir. Düşünüyorum öyleyse varım.şüphe edemeyeceğim ilk ve sağlam bilgim budur. Şimdi, neden sonuç zincirini titizlikle kovalayarak, bütün öteki bilgileri bu temelden çıkarabilirim.
Descartes’in başlıca öğretileri şunlardır.

1)Gerçeklik, özü düşünme, olan zihin ile özü üç boyutlu uzam olan madde biçiminde ikiye ayırabilir.

2)Tanrı, zihin ve madde kavramları doğuştan gelir ve deneyimden kaynaklanmaz.

3)Felsefede doğruya erişmenin yanılmaz yöntemi, şüphe edilemez, açık ve seçik bir önerme ya da kavramlara ulaşıncaya değin her şeyden şüphe etmektir.

Descartesçi düşünürlerin çoğu Descartes’in “ Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde anlatımını bulan, düşünen öznenin düşündüğünden, dolayısıyla var olduğundan şüphe edemeyeceği yöntemindeki önermenin, ilk ve açık seçik doğru olduğu görüşünde birleşir. Gene Descartesçilerin büyük bir bölümü , bu ilk doğru temelinde yalnızca usa dayalı bir felsefede ve bilim sisteminin kurulabileceği görüşündedir. Buna bağlı olarak Dekartçılık bütünüyle usa bir metafizik geliştirilebileceğini savunur.

DEMİOURGOS: Düzenleyici Tanrı... Antik Yunan düşünürü Platon’a göre ‘iyi’ ideası düzenleyici bir Tanrı’dır. Yaratmış değil biçim vermiştir. Antikçağ Yunanlılarında yaratma düşüncesi yoktur; bir sanatçı, bir mimar gibi yapma, düzenleme, biçimlendirme çabası vardır. Bu anlayışa göre dünya yoktan var edilmemiş, idealar gibi ilksiz ve sonsuz olan biçimsiz özdekten düzenlenip biçimlendirilerek meydana getirilmiştir. Platon’a göre bu biçimlendirmede örneklik eden idealardır, evrendeki bütün varlıklar bu ideal ilk örneklerine uygun olarak özdeği biçimlendirme yoluyla yapılmışlardır. Bu terim Platon’ca evren ruhu, gnostiklerce ikinci Tanrı ve Hegel’ce düşünce süreci anlamında kullanılmıştır.

DENEYCİLİK: Alm. Empirismus, Fr. empirisme, İng. empiricism

Bilgimizin biricik kaynağının deney olduğunu savunan bilgi öğretisi. Bu öğretiye göre, bütün bilgilerimiz deneyden gelir; anlıkta deneyden gelmeyen hiç bir şey yoktur. Yeniçağ felsefesinde deneyci bilgi öğretisinin (empirizmin) kurucusu Locke'dur. Başlıca temsilcileri F. Bacon, D. Hume, J. 5. Mill.
Karşıtı bkz usçuluk.

DETERMİNİZM: Ahlaki seçimler dahil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden varolan nedenlerce belirlendiğini savunan kuram. Bu kurama göre evrenin tümüyle ussal bir yapısı vardır; belirli bir durumun eksiksiz bilgisine sahip olmak, o durumun, geleceğine ilişkin yanılmaz bilgiyi de olanaklı kılar. Laplace’e göre, evrenin bugünkü durumu, önceki durumunun sonucu, sonraki durumunun ise nedenidir. Bir zihin, belirli bir anda doğada işleyen bütün güçleri ve doğanın bütün bileşenlerinin karşılıklı konumunu bilebilse, küçük ya da büyük her birimin hem geleceğini, hem geçmişini kesin olarak bilebilir.

Determinizm yandaşlarına göre, kuramları, ahlaki sorumluluğun kabulüne aykırı değildir. Örneğin belirli bir davranışın kötü sonuçları önceden görülebilir; bu da insana ahlaki sorumluluk yükler ve insan eylemlerini etkileyebilecek engelleyici bir dış neden oluşturur.
DİALEKTİK: Kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yolu.

Diyalektik düşüncenin başlangıcı, doğayı ve evreni oluşturduğu düşünülen ateş, hava, su, toprak gibi ilk öğelerin (arkhe) aralarındaki karşılıklı çatışma-dönüşme ilişkileri biçiminde, Sokrates öncesi fizikçilerde görülür. Daha sonra şeylerin karşıtlarından yola çıkarak var olmaları ve gene karşıtları içinde yok olmalarını ele alan Herakleitos, diyalektiği evrenin etkin bir ilkesi olarak düşünmenin öncüsü oldu. Aristoteles’e göre, bazı kabullerden yola çıkarak usavurma yoluyla bunları saçmaya indirgeyerek karşıtlarını kanıtlama tekniği anlamında diyalektiğin kurucusu Elealı Zenon’du.

Diyalektiği bir yöntem olarak ilk kullanan ise Sokrates’tir. Sokrates için diyalektik, karşılıklı, karşılıklı soru-yanıt yoluyla kavramlara açıklık getirme yöntemidir. Karşı tarafın yanıtından yola çıkarak bunun gene onun düşünceleri açısından tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek, yöntemin ilk aşamasıdır. Bundan sonra karşılıklı soru- yanıtlarla, tartışma konusu kavram çeşitli açılardan ele alınır, açımlanır.

Sokrates’in açıklama yöntemini belirli bir varlık görüşüne bağlayan Platon, diyalektiği bilgi görüşüne dayalı bir eğitim yöntemi olarak geliştirdi. Ona göre diyalektik, bir varlık sıralaması içinde en alt düzeyden gittikçe yükselerek sonunda idea’lara varmak için izlenen bir öğretme ve öğrenme sürecidir.

Yeniçağ felsefesinde diyalektik terimini ilk kullanan Kant’tır. Kant’a göre diyalektik yanılgını mantığıdır;; kendi halindeki us, bazı usavurma işlemlerini mantıksal sınırlarına kadar götürüp sonunda kendisiyle çatışma içine düşer. Ortaya çıkan antinomileri (çatışkıları) gidermek içinse Kant’ın “transandantal diyalektik” adını verdiği yöntem uygulanır; iki karşıt sav arasındaki çatışma, hem tezin, hem de antitezin karşıtının olanaksızlığı kanıtlanarak giderilir. Böylece Kant için diyalektik, hem usun içine düştüğü doğal bir yanılgı biçimi, hem de bunu düzeltmek için kullanılacak bir eleştiri ve yanlış gösterme yöntemi haline gelir.

Diyalektik anlayışının temelinde yatan üçlü düşüncesini Kant’tan alan Hegel, buna bambaşka bir anlam yükledi. Hegel’e göre, gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır. Düşünce, bir kavramdan (tez) onun içindeki karşıtına(antitez) bundan da yeniden karşıtına (yani ilk kavrama) dönmekle, diyalektik hareket içinde, iki kavramın birliğini oluşturan üçüncü kavrama (sentez) ulaşır. Bu süreç, düşüncenin kendisini kavramasını sağlayan bilinç içeriğini artırır. Hegel’e göre diyalektik, varlığı belirleyen düşüncenin kendi süreci olduğu gibi dünya tarihinin de oluşum ilkesidir.

Diyalektik usavurmayı Hegel’den ve Sokrates öncesi filozoflardan alan Karl Marx’a göre diyalektik tarihsel bir süreçtir; ekonomik temelli bazı toplumsal oluşumların zaman içinde karşıtlarını üretmeleri, karşıtların giderek çatışmaya dönüşmesiyle de yeni oluşumun etkisini ortadan kaldırması biçiminde yürür.

Diyalektik kavramı günümüzde, metafizik teriminin tam karşıtı olarak yeni ve bilimsel bir dünya görüşünü dile getirir.
DİALEKTİK İDEALİZM: Hegel’in idealizmine diyalektik idealizm denir.

Hegel, tarihin ve düşüncenin diyalektik bir süreç içinde geliştiğini savunmuş, dinden siyasete, mantıktan estetiğe kadar bütün alanlar için geçerli gördüğü bu sürecin Mutlak Tin’e ya da zihne (geist) varılmasıyla son bulacağını ileri sürmüştür. Düşüncenin özünde gerçeğin ancak bir bütün olarak kavranabileceği yatar. Diyalektik, görünürdeki bütün farklılıkların birliğe kavuştuğu metafizik bir süreç “mutlak” ise, var olan her şeyi kendinde toplayandır.

Varlığın diyalektik gelişim süreci, Hegel’in tin ya da zihin, bazen de idea dediği Geist’ın kendini belli bir amaca doğru geliştirmesi, özgürleşmesi sürecidir.Bu süreç içinde “idea” diyalektiğin üçlü aşamasından geçer.İlk aşamada “idea” kendi içindedir ve henüz bir olanaktır. Kendini gerçekleştirmesi için ikinci bir alan gerekir, bu da doğadır. Ama “idea” doğada kendi özüne aykırı bir duruma düşer, kendine yabancılaşır. Bu aykırılıktan üçüncü aşama olan kültür dünyasında kurtulabilir. Doğada “idea”yı yönlendiren yasa olan zorunluluğun yerini üçüncü aşamada özgürlük alır; özgürlük, tinin devlet, sanat, felsefe ve din gibi, bireylerin üstündeki bazı kurumlarda ve o kurumlarla kendini gerçekleştirmesidir. Bu son aşamada da tin üç basamak içinde kendini geliştirir. İlk basamak “öznel tin” dir ve tek tek insanların yaşamındaki henüz tamamlanmamış idedir. İkinci basamak “nesnel tin”dir ve burada kendini toplum, tarih devlet olarak gerçekleştirir. Üçüncü basamak ise “mutlak tin” dir ve burada tam bilincine ulaşarak kendini sanat, din ve felsefe ile ölümsüz kılar.

Diyalektik idealizm yani Hegelci diyalektik, nesneleri soyutlayarak her birini kendi başına ve değişmez özellikleri olan birimler olarak gören “metafizik” düşünce biçiminin tersine, nesneleri hareket ve değişimleri, karşılıklı ilişkileri ve etkileşimleri içinde ele alır. Her şey sürekli bir oluş ve yok oluş süreci içindedir. Bu süreç içinde hiçbir şey sürekli değildir; her şey değişir ve yerini başka bir şeye bırakır. Bütün şeyler çelişkili yanlar ya da yönler içerir. Bu yönler arasındaki çatışma değişimin itici gücüdür ve sonunda şeylerin değişime uğramasına ya da ortadan kalkmasına yol açar. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan “mutlak tin”in ya da ideanın bir dışavurumu olarak görür.

DİALEKTİK MATERYALİZM: Doğada ve tarihte belirleyici olan süreçlerin , kendi içlerindeki karşıtlık yoluyla oluştuğunu ve bütün olayların bu maddi temelli ilişkilerle açıklanması gerektiğini savunan felsefe görüşü. Tarihsel materyalizm ile birlikte Marksist dünya ve tarih görüşünü oluşturur. Marx ve Engels’e göre materyalim, duyularla algılanabilen maddi dünyanın zihin ya da ruhtan bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak ele alınmasına dayanır. Marx ve Engels zihinsel ya da ruhsal süreçlerin varlığını reddetmemişler, ama düşüncelerin temelde maddi koşuların ürünleri ve yansımaları olduğunu savunmuşlardır. Maddeyi zihin ya da ruha bağımlı olarak ele alan , zihin ya da ruhun maddeden bağımsız olarak var olabileceğini savunan bütün kuramları ise, maddeciliğin karşıtı olarak gördükleri idealizm altında toplamışlardır. Onlara göre, maddeci ve idealist görüşler felsefenin tarihsel gelişimi boyunca uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olmuştur. Bu nedenle materyalizm ve idealizmi birleştirmeye ya da uzlaştırmaya yönelik bütün çabaların kaçınılmaz olarak karışıklık ve tutarsızlığa yol açacağını savunan tam bir maddeci yaklaşımı benimsemişlerdir.

Marx ve Engels kendi diyalektik anlayışlarını büyük ölçüde Hegel’in görüşlerinden yola çıkarak geliştirmişlerdir. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan Mutlak Tin’in ya da İdea’nın bir dışavurumu olarak görürken, Marx ve Engels değişimi ve gelişimi maddi dünyanın doğasında var olan bir özellik olarak görürüler. Bu nedenle Hegel’in yaptığı gibi olayların gerçek akışının “diyalektiğin ilkeleri”nden çıkarsayamayacağını, ilkelerin olaylardan çıkarılması gerektiğini savunurlar.
Marx ve Engels’in bilgi kuramının çıkış noktası, bütün bilgilerin duyular yoluyla elde edildiği maddeci öncüldür. Ama bilgiyi yalnızca verili duyu izlenimlerine dayandıran mekanik görüşün tersine bu kuram, pratik çalışma sürecinde toplumsal olarak elde edilen insan bilgisinin diyalektik gelişimini vurgular. İnsanlar nesnelere ilişkin bilgileri yalnızca bu nesnelerle pratik etkileşim içinde ve pratiklerine denk düşen düşünceleri biçimlendirerek edinirler. Düşüncelerin gerçekliğe uygunluğunun, yani doğruluğunun sınanmasını sağlayan tek araç toplumsal pratiktir. Bu bilgi kuramı, kendinde şeylerin yaratıcılığından dolayı insanların yalnızca duyumlanabilir görüntüleri bilebileceğini öne süren öznel idealizme ve duyular üstü gerçekliğin duyulardan bağımsız saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceğini öne süren nesnel idealizme yanı ölçüde karşı çıkar.

Diyalektik materyalizm: doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar.Diyalektik idealizm, gelişme olgusunun genel yasalarının bilimidir, öylesine ki bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim, gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanda geçerli yasalara bağlar, diyalektik materyalizm bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış bilimsel yasalardır. Bu yasalar, karşıtların birliği ve savaşı yasası, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası adlarıyla anılırlar. Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte kesintinin ve karşıtlıkların birdenbire dönüşümlerle, nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik idealizm, hem bilme ve hem de yapmanın öğretisi olmakla, kuramla kılgının ( teoriyle pratiğin) bağımlılığını da ortaya koymuştur. Kuramsız kılgı ve kılgısız kuram olmaz. Kılgı kuramla başarılı olabildiği gibi kuram da kılgıdan yansır.

DİL ve LEHÇELER: Dünya üzerinde göçler arttıkça, kültürler karıştıkça yeni diller türüyor. Ama insanoğlu dillerin tam olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını hala bilmiyor.

İncil'deki göndermeler dışında dillerin nasıl ortaya çıktığına dair pek bir bilgi yok. Adem ile Havva'nın bile ne dil konuştuğu bilinmiyor. Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor.

Yazı ise M.Ö. 4 yüzyılda Mezopotamya bölgesinde Sümerler tarafından keşfedildi. Sümerler ve Babiller bir saati 60 dakikaya ve bir dakikayı 60 saniyeye bölüp, bugün kullandığımız saat sistemini buldular.

Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor. En zor öğrenilen Kuzeybatı İspanya'da ve güneybatı Fransa'da kullanılan Baskların dili, dünyadaki hiçbir dile benzemiyor. Mandarin, İngilizce'den sonra dünyada en çok insanın konuştuğu dil. Ama ülke dili olarak en çok kullanılan ikinci dil İspanyolca.

En yeni dil güney Afrika'da kullanılan Afrikaan dili. 17. yüzyılda Roma Katolik Kilisesinin zulmünden kaçan Hollandalı ve Alman Protestanlar 18. yüzyılda Afrika'nın güneyine yerleştiler ve 20. yüzyılın başlarında Flamanca ve Almanca'nın ağırlıklı olduğu ama diğer dillerden de etkiler alan yeni Afrikaan dilini geliştirdiler. Bu dil, neredeyse 90 yıl içinde en çok konuşulan ikinci dil halini aldı.

Kültürler buluşup karıştıkça yeni diller ortaya çıkıyor. Modern ulaşım ve ticaretin neden olduğu küçük yerleşim birimlerinden büyük şehirlere göç, tüm dünyada dillerin gelişimini etkiliyor. Örneğin Londra'da 700 farklı dil konuşuluyor. New York, Los Angeles, Mayami ve Singapur için de aynı şey geçerli. İnternetin sağladığı kültürler ve bölgeler arasında serbest iletişimin de dilleri etkileyeceği kesin.

Dünyanın en küçük ülkesi Vatikan, Latince'nin resmi dil olarak kabul edildiği tek ülke. Tüm yurttaşlarının aynı dili konuştuğu ülke Somali. Kuzey Afrika'da yaşayan Berberilerin konuştukları dil ise sadece sözlü.
DOGMA: Her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşünce... Genellikle dinlerin saltık gerçeklik olarak ileri sürdükleri ve bağlılarından tartışmasız inanılmasını istedikleri genellikle dinsel ilkeleri dile getirir. Örneğin Tanrı’nın evreni yarattığı böylesine bir dogmadır.

DOGMATİZM: Din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayılan anlayış... Temelde skolastik bir anlayıştır, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir. Deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. Bu zorunluluk Tanrı sözünden başlayıp Aristoteles’in sözüne kadar genelleşmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için Aristoteles’in söylemiş olması yeterli sayılıyordu. Dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır. Deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Dogmatizm, suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. Bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır. İnak(dogma)’ın inan’dan farkı, inan’ın asla tanıtlanamayacak olanı kabul etmesine karşılık, inak’ın herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi tanıtlamış olarak kabul etmesidir. Örneğin ortaçağ skolastiğinde herhangi bir sözü Aristoteles’in söylemiş olduğunu tanıtlamak, o sözün doğruluğunu tanıtlamak demekti. Herhangi bir sistemde değişmez formüller düşlemek, bir düşüncenin tartışmasız kabulünü istemek, bilginin bağımlılığını göz önüne almaksızın her zaman ve her yerde geçerli saltık bilgiler olduğunu ileri sürmek inakçılıktır.

DOĞMATİKLER: Doğmatikler:Bilginin imkansız olduğunu iddia eden kuşkucu bakış karşısında bilginin kaynağı tartışmasına hiç girmeden bilginin kesinlikle mümkün olduğunu iddia ederler.Dogmatiklere göre,doğru herkes için için geçerli bir bilgi türüdür.doğru bilginin neden ve nasıl olanaklı olduğunu açıklama ihtiyacı duymazlar ve bilginin olmadığından asla şüphe etmezler. Bilginin duyu, deney, akıl, sezgi, gözlem, vahiy, olgu...gibi yollardan elde edildiğini iddia ederler.

DOĞRULAMA: Bir varsayım ya da önermenin doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıksal kanıtlama yoluyla yapılan işlemlerin tümü.
Doğrulanabilirlik ilkesi : Önermelerin bilimsel anlam taşıyıp taşımadığını belirlemeye yarayan bir ilke. Buna göre bilimsel anlamı olan önerme, olgusal yoldan nasıl doğrulanabileceğini bildiğimiz önermedir.

DOĞRULANABİLİRLİK: Bilimde önermelerin olgularla doğrulanabilme niteliği.
DÜALİZM: Herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürme... Bircilik ve çokçuluk terimleri karşılığıdır.

Felsefe alanında ilk dualist, antikçağ Yunan düşünürü Anaksagoras’tır. Anaksagoras, özdekle ruhu kesin olarak birbirinden ayırıyor ve sonsuza kadar da birbirlerinden ayrı kalacaklarını söylüyordu. Anaksagoras’ın nus adını verdiği bir ruh özdeksel yapıdadır ama yaratan olmak bakımından yaratanın karşısında bulunmakla, beraber birbirine indirgenemeyen temelli bir ikilik meydana getirir.

Fransız düşünür Descartes de evrendeki bütün gerçeklikleri birbirine indirgenemeyen ruh ve özdek ikiliğinde toplar. Dualizm, temelde tanrılık yer (öte dünya) ile insanlık yer (dünya) ayrımını ileri süren dinsel ikicilikten yansımıştır ve evrenin özdeksel birbirini yadsıyan gerici bir görüştür. Dualistlerin tümü idealisttir, çünkü özdensel yapının karşısında bir de ruhsal yapı olduğunu kabul ederler.

DUYUMCULUK (Şüphecilik): Duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik. Duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. Antik çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: Pyrhon, Aenesidemos, Timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.

Aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.

1- Bütün bilgilerin yalnızca duyumlardan geldiğini, duyu algılarına dayandığını ileri süren öğreti. // Formülünü Locke'un şu ünlü tümcesinde bulur: "Daha önce duyularda bulunmayan hiç bir şey anlıkta yoktur."
2- (Ruhbilimsel açıdan) Bütün ruhsal olayları duyumlara geri götüren (indirgeyen) anlayış.
3- (Ahlak felsefesi açısından) Yaşamın anlam ve ereğini duyu hazlarında bulan öğretiler. Duyumculuğun ilk- çağda temsilcileri; Kyrene Okulu ve Epikurosçulardır. Yeniçağda ise özellikle Locke ve Condillac'tır.
DÜRZİLER: Dürzilik, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ı tanrı olarak kabul eden ezoterik bir inanç akımıdır. XI. Yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu akımın adını kurucularından Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail Anuştegin ed-Derezi’ den aldığı ileri sürülmektedir. Kimi araştırmacılar Dürziliği İslam’ın Batıni akımları arasında saymalarına karşın, Sünni şeriatıyla olduğu kadar Şii-Batıni anlayışla da çatışan tarafları vardır.

Dürziler bugün Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün’de dağınık topluluklar biçiminde yaşamaktadırlar. En yoğun olarak yaşadıkları bölge Lübnan’ın dağlık yöreleridir. Dürziler uzun yıllardan beri Lübnan dağının güneyi ile Anti-Lübnan dağlarının batısı arasında kalan; kuzeyde Beyrut’tan güneyde Sur’a ve Akdeniz kıyılarından Şam’a kadar uzanan bölgede oturmaktadırlar. Ayrıca az sayıda da olsa Avrupa, ABD ve hatta Avustralya’da da Dürzi toplulukları bulunmaktadır. Dünya üzerinde toplam sayılarının yaklaşık 350.000 kadar olduğu sanılmaktadır.

Müslümanlar, Dürzileri Müslüman olarak görmezler. Oysa Dürziler kendilerini Müslüman olarak, hatta Müslümanların en doğru inançlısı biçiminde değerlendirirler. Kendilerini “Muvahhidin” (Tanrı’nın birliğine inananlar) olarak adlandırırlar.

DÜRZİLİĞİN KÖKENİ: Dürziler’in ırk olarak kökenleri konusu tartışmalıdır ve oldukça farklı köken kuramları ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre Dürziler’in kökeni Hititler’e ya da Galatlar’a kadar geri götürülür. Bazı araştırmacılar, eski İran kavimlerinden Persler’in ve Medler’in inançları olan Mazdeizm ile Dürzilik arasındaki benzerlikleri kanıt sayarak, Dürziler’in bu kavimlerin soyundan geldiklerini ileri sürerler. Kimi etnograflar ise Dürziler’in Asurlular tarafından sürgün edilmiş barbar bir kavmin devamı olduklarını savunurlar.

Dürziler’in kökeni hakkında bir başka görüş, bunları Fenikeliler ile ve özellikle Eski Ahit’te I. Krallar 5:6’da sözü edilen ve Süleyman Tapınağı’nın yapımı sırasında Lübnan dağlarından kereste sağlayan Sayda'lı işçilere bağlamaktadır. Uzun yıllar boyunca Lübnan’da yaşamış olan Haskett-Smith, “The Druses of Syria” (Suriye Dürzileri) adlı yapıtında: “Dürziler, kendilerinin Süleyman Tapınağı’nı yapanların torunları olduklarını ileri sürüyorlar; oysa Eski Ahit ve Yahudi tarihi hakkında bilgileri pek sınırlı” diye belirtmektedir.

Dürziler, kendilerini Arap ırkından sayarlar. Dürzilerin kökeni konusunda en çok yandaş toplamış olan görüş, Dürziler’in Yemen’deki Süryani kökenli Araplar oldukları biçimindedir. Bu görüşe göre Dürziler, büyük bir sel felaketinden sonra Yemen’den ayrılarak kuzeye göç ettiler. İslam’ın yayılması sırasında bu yeni dini benimseyerek, Lübnan’ın dağlık yörelerini yurt edindiler.

Dürziler’in kökeni hakkında Batı’da geliştirilmiş olan bir söylenceye göre Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında Lübnan dağlarına yerleşmiş olan Dreux Kontu ve adamlarının soyundan gelmektedirler. Bu topluluğun torunları kendi dil ve dinlerini tümüyle yitirmişlerdir. Dürzi sözcüğünün kökeni de Dreux’den türemiştir.Söylenceye göre, XII. yüzyılda yörede kalıp, memleketlerine dönemeyen bu Haçlılar, Müslümanların baskısı karşısında Comte de Dreux’nün komutası altında dağlara çekilmişler ve yerliler ile evlenerek ayrı bir topluluk oluşturmayı başarmışlardır. XVII. Yüzyılda bu söylence daha da geliştirilmiş ve Dürziler’in başında bulunan Emir II. Fahreddin’in Lorraine hanedanı ile kan bağı bulunduğu ve bu yolla ilk Kudüs Haçlı Kralına bağlandığı ortaya atılmıştır. Fahreddin’in 1613-1618 yılları arasında Floransa ve Paris’te kaldığı, hem Medici hanedanı hem de Fransa Kralı XIII. Louis ile Osmalılar’a karşı ittifak kurduğu bilinmektedir.
Dürziliğin inançsal kökeni Mısır’daki Fatımi devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar Dürziliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ın kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Bu yıl Dürzilerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir. Hakim’in veziri olan Hamza bin Ali, Hakim’in tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini üstlenir ve Hakim’in imamlığını ve tanrılığını savunan iki risale kaleme alır. Bu risalelerde Allah’ın yedi imama hulul ederek insan biçimine büründüğünü, Hakim’in özünde Allah’ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder. Hamza, Hakim’in tanrılığının yanısıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anuştegin ed-Derezi’yi Suriye’ye gönderir. Anuştegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça başarılı olur. Diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire’de bir camide inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma başlar. Hamza, bir süre Hakim tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur. Halife Hakim ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada halife Hakim de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hakim ve Hamza’nın yandaşları Mısır’ı terketmek ve Suriye’de Anuştegin ed-Derezi tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar.

Zamanla güçlenen Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında İsmaililer ile birleşerek İslam ordularına karşı Hıristiyanların yanında yeralırlar. Ancak bu dönemde o yörede yaşayan İsmaililer ile Dürziler arasındaki ilişkiler hakkında açık bir fikir edinmek olanaklı değildir. Bir çok araştırmacı bu iki mezhebi birbirine karıştırmıştır. Kesin olarak bilinen her iki mezhebin de Haçlı Seferlerinin sonuna kadar Hıristiyanların müttefiki olarak kaldıklarıdır.

Haçlı Seferlerinden sonra yörede varlıklarını sürdüren Dürziler, Kaysiler ve Yemanilerdiye iki kola ayrıldılar. Yemaniler Mercidabık savaşında (1516) Osmanlılar’ın yanında yeraldı. Daha sonraki yıllarda sık sık çıkardıkları ayaklanmalar ve kargaşalıklarla Osmanlı İmparatorluğundaki sorunlu topluluklardan biri olma özelliklerini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı sırasında diğer Arap kabileleri gibi Osmanlılar’a karşı harekete geçtiler ve Fransız işgali sonucu (1918) Osmanlı yönetiminden ayrıldılar. Fransızlar Dürziler’in yaşadıkları yörede özerk “Cebel-i Dürz Emirliği”ni kurdular (1921). Dürzi Emirliği 1936 yılında kaldırıldı ve Dürziler’in bir kısmı Suriye’ye bir kısmı Lübnan’a bağlandı.
4. Vasiyetlere Uymak: Bazı ahlak kurallarından oluşan ve “Hasıl” da denilen vasiyetlere uyulması zorunludur. Bu kurallar:

Doğru sözlü olmak (Sıdk al-Lisan).

Kardeşlik, mezhep üyelerini koruma (Hıfz al-İhvan).

Önceki tüm ibadetlerin ve dinsel inançların terk edilmesi.

İblis’ten ve tüm kötülerden uzak durmak.

Hakim’in tek tanrı olduğuna inanmak (Tevhid al-Hakim).

Hakim’in buyruk ve eylemlerine boyun eğmek.

Hakim’in iradesine teslim olmak.

Öğretileri şu şekilde özetlenebilir: Yalnızca tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca O’nun varlığını, varolduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenlenme (incarnation) biçiminde değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir insanın elbise giymesi gibi Tanrı’nın beden giymesi tarzında olmuştur.

Dürziler’de bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce ulaşılır; bunlara “akıllılar” anlamına gelen “Ukkal” denir. Bunlar başlarına beyaz sarık sararlar ve kendi aralarında özel toplantılar düzenlerler. Dürzilikte “Ukkal”in uygulamakta olduğu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapılanma bulunmaktadır. İnisiyasyonun ilk yılında deneme süresini tamamlayan aday asıl üyeliğe kabul edilebilir. Çıraklık devresini tamamlayan Dürzi’nin ancak ikinci yılda inancının simgesi olan beyaz sarık takmasına izin verilir ve mezhebin tüm gizem törenlerine katılmaya hak kazanır.

Çoğunluğu oluşturan diğerleri Dürzi inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler ve bunlara da “cahiller” anlamına gelen “Cuhhal” denilir. Bunlar ancak herkese açık ibadet yerlerinde buluşurlar. Böylelikle iki katlı bir inançsal yapıya sahip olan Dürzilik, kendine özgü bir ezoterik yapı ortaya koymaktadır. Bu tür iki katlı inançsal yapıların özellikle Manicilik, Bogomiller, Paflikyanlar ve Batı’da Katharlar’da bulunduğu bilinmektedir.

Dürzilerin inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak bilinmemekle beraber Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir uzlaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir.

Tapınmaları gizli olduğundan törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz. Yüksek ağaçlıklar arasında veya dağların tepelerinde gizlenmiş kutsal yapılarında hemen hiç süsleme yoktur. Belirli bir ritüelleri ve okudukları bir duaları da yoktur, ama törenler sırasında ilahiler söyler ve kutsal kitapları okurlar.

Son olarak, sanki gizli bir örgüte benzerliklerini tamamlamak için, Dürziler’in birbirlerini tanıyabilmek amacıyla benimsedikleri işaret ve şifreler olduğunu ve bunların karşılıklı olarak alınıp verilmemesi halinde gizemlerine dair tek sözcük etmedikleri bilinmektedir.
TAMPLİYELER VE DÜRZİLER: Haçlılar’ın Kutsal Topraklar’da egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır.

Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir.

Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.”

Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.

DUYUMCU ŞÜPHECİLİK: Duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik.

Duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. Antik çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: Pyrhon, Aenesidemos, Timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.

Aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.
DRUİDLER: Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar. Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir . Toplumsal bir çok olayda rol oynadıkları gibi dağınık olan Kelt kabileleri arasında birleştirici bir rol de oynuyorlardı .

Druid sözcüğünün kökeni de tartışmalıdır. Latince’de druidae şeklinde geçer. Bu sözcük hiç bir Kelt-Roma yazıtında bulunmadığı için orjinali bilinmemektedir fakat Galya dilinde druvis ya da druvids şeklinde olduğu tahmin edilmektedir. Eski İrlanda dilinde ise bu sözcük tekil olarak druí , çoğul olarak druid şeklindedir. Etimolojisi bilinmemekle beraber , Yaşlı Plinus bu sözcüğün Yunanca dràj (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli wid- (bilmek) sözcüklerinden türediğini söylemektedir. Aynı şekilde Keltlerin kutsal yerlerinden ( nemeton) bir olan Anadolu’da , Galatya’daki alanın adı da Drunemeton’dur.

Druidlerin öğretileri her şeyden önce ezoterik öğretilerdi ve sadece seçilmiş müritlere sözlü olarak aktarılırdı . Bu yüzden druidlerin öğretilerini tam olarak bilemiyoruz. Antik yazarlar ve Kelt efsane ve öykülerinden derleyebildiğimiz kadarı ile druid öğretisini belirleyebiliyoruz.

ANTİK ÇAĞ YAZARLARINA GÖRE DRUİDLER: Druidler hakkında antik kaynaklarda bazı bilgiler bulmaktayız. Druidler üzerine en ayrıntılı bilgileri edindiğimiz yazarlardan biri Julius Caesar’dır. Caesar “Gallia Savaşı “ adlı eserinde druidler hakkında ayrıntılı bilgi verir: “Bütün Gallia’da sayılan ve sevilen şahıslar iki sınıfa ayrılır. Halka ise hemen hemen esir gözü ile bakılır . Kendiliklerinden hiç bir işe girişmedikleri gibi herhangi bir mesele konusunda görüşleri alınmaz. [...] Yukarıda sözü edilen iki sınıftan biri Druidler, öteki ise şövalyelerdir. Birinciler din işleri ile uğraşırlar, resmi ve özel kurban törenini yapar, ayinlere ilişkin meseleleri yorumlarlar. Bir çok genç ders onların etrafına toplanır, son derece saygı gösterirler. Çünkü genel ya da özel bütün anlaşmazlıklarda kararı bu adamlar verir. Herhangi bir suç işlendiği ya da öldürme olayı olduğu ya da miras ve sınırlar hakkında bir kavga çıktığı zaman verilecek hükmü bu adamlar kararlaştırır, mükafat ve cezayı belirlerler.Herhangi bir şahıs ve ya kabile, kararlarını yerine getirmezse onların kurban kesmesini yasaklar. Bu onların en ağır cezasıdır. Bu işi yapması yasaklananlar dinsiz ve cani sayılırlar. Herkes onlardan sakınır. İlişki kurmaktan ve konuşmaktan çekinir. Onlara dokunsalar zarar geleceğinden korkarlar. İsteseler bile hakları verilmez. Hiç bir imtiyaz elde edemezler. Bütün bu Druidlerin tek bir reisi vardır, aralarında en büyük otoriteye sahiptir. Öldüğü zaman ya mevki bakımından üstün olan biri onun yerine geçer ya da eşit rütbede olanlar çoksa Druidlerin oyuna başvurur, hatta bazen silah kuvveti ile reislik için mücadele ederler. Bu Druidler senenin belirli bir zamanında bütün Gallia’nın merkezi sayılan bir bölgede, Carnut’ların arazisi içinde kutsal bir yerde toplanırlar. Bütün kavgalı olanlar her taraftan buraya gelir ve Druidlerin verdiği karar ve hükümlere boyun eğerler. Öğretilerinin Britanya’da keşfedilerek oradan Gallia’ya geçtiğine inanırlar. Bugün bu konuyu daha derin olarak incelemek isteyenler çok kere onu öğrenmek üzere Britanya’ya giderler.
Druidler savaşlardan uzak kalırlar ve başkaları gibi savaş vergisi vermezler. Askerlikle ve başka ödevlerle yükümlü değillerdir. bu kadar büyük imtiyazların cazibesine kapılan bir çok genç kendiliklerinden öğrenim için onlara gelirler çokları da aileleri ve akrabaları tarafından gönderilirler . Söylendiğine göre Druidlerin okulunda bir yığın mısra ezberletilir. Bundan ötürü , bazı kimseler yirmi yıl öğrenim görürüler. Druidler öğretilerini yazıya dökmeyi günah sayarlar , oysa diğer bütün işlerde , resmi ve özel hesaplarda Grek harflerini kullanırlar. Bence bunu , şu iki nedenden ötürü kabul etmişlerdir : Ya öğretilerinin halk tarafından bilinmesini arzu etmezler , ya da öğretiyi edinenlerin yazıya güvenerek hafızalarını geliştirmeyi ihmal etmelerinden korkarlar. Gerçekten de , yazının yardımı öğrencinin ezberleme çabasını ve hafızanın işlemesini körletebilir. Öğretmek istedikleri en belli başlı inanç ruhların ölmediği ve ölümden sonra bir kişiden başka kişiye geçtiğidir. Bu inanç ölüm korkusunu ortadan kaldırdığı için onları kahramanlığa yönelten en büyük etki olarak görülür. Bundan başka , yıldızlar ve hareketleri , evrenin ve yeryüzünün büyüklüğü , tabiatın özü , ölümsüz tanrıların kuvvet ve kudretleri konusunda bir çok tartışmalar yaparlar ve bilgilerini gençliğe aktarırlar. Bütün Gal milleti dini törenlerine son derece büyük bir bağlılık gösterir . Bu yüzden fazla ağır hastalıklara yakalanmış olanlar ve ya savaşta tehlike karşısında kalanlar , ya kurban olarak insan keserler , ya da keseceklerine dair adakta bulunurlar. Bu gibi kurbanlarda Druidleri rahip olarak kullanırlar . Bir insan hayatı yarine bir insan hayatı kefaret olarak ödenmezse , ölümsüz tanrıların duyduğu kızgınlığın yatıştırılamayacağına inanırlar. Özel hayatta olduğu gibi genel hayattada kurban töreni yaparlar. Bazıları da çok büyük heykeller yaparak sazlardan örülmüş uzuvlarını diri insanlarla doldururlar. Sonra ateşliyerek yakarlar . İnsanlar alevler içinde can verirler . Hırsızlık , haydutluk ya da herhangi bir cinayet işlerken yakalananların idam edilmesinden ölümsüz tanrıların çok fazla hoşlandıklarına inanırlar. Fakat bu gibi adamların sayısı eksilince masumları bile kurban etmekten çekinmezler. Bütün Gal’ler , Dis denilen tanrısal babadan doğduklarını ileri sürerler ve Druidler’den öğrendiklerini söylerler.” Keltlere karşı savaşan bir komutan tarafından yazılmış olsa da , burada Druidler hakkında önemli ipuçları buluyoruz. Strabon ise Geographia adlı kitabında druidlerin yaşantısına şöyle değinir: “Doğaüstü öğretilerine ek olarak ahlak sorunlarıyla da uğraşıyorlardı. Ve bu sebeple heskesten daha doğru olarak biliniyorlardı. Hem teker teker bireylerlerle ilgileniyorlar hem de toplumun iyiliği için çalışıyorlardı. Yasal olaylarda da karar verme gücüne sahiptiler. Bu suretle savaşların gidişini kontrol eden ve savaşa katılacak orduları denetleyen ve özellikle cinayet suçlarında karar veren kişiler olarak da biliniyorlardı. Bunlar çok sayıda olmaya devam ettikçe bir o kadar da toprağın göndereceğine inanıyorlardı. Ve onlarla birlikte diğerleri de ruhun ve evrenin, gelecekte bir zamanda su ve ateş herşeyi yenecek olduğu halde, ölümsüz olduğu fikrini savunuyorlardı.” Diodorus ise druidlerden şöyle bahseder: “Druid adı verilen ve büyük saygı gören bazı filozoflar ve din adamları vardı…Adetlerine göre bu filozoflardan biri olmadıkça hiç bir kurban töreni yapılmazdı . Çünkü , sunularının tanrılara ancak tanrısal doğadan nasibini almış bu adamlar vasıtası ile ulaşacağına ve isteklerinin yine bu adamlar tarafından yapılması gerektiğine inanıyorlardı. Savaş söz konusu olduğunda da gerek düşmanları gerekse de kendi halkları onların ve şarkı söyleyen bardların sözünü dinliyorlardı.”
Romalı Hippolyte ise MS üçüncü yüzyılda druidlerle Pythagoras’çılar arasında bağlantı kurar: “Druidler Pythagoras’çı felsefenin ateşli savunucularıdır. Bunu onlara Pythagoras’ın müridi ve kölesi Zalmolxis öğretmiştir. Pythagoras’çı hesaplar ve büyü pratikleri sayesinde yaptıkları öngörülerle Keltler üzerinde büyük etki sahibi olmuşlardır.” İskenderiye’li Clemens ise çok daha değişik bir görüs ortaya atar: “Alexander , Pythagoras’çı semboller üzerine olan eserinde Pythagoras’ın Asurlu Nazaratus’un öğrencisi olduğunu ve ayrıca Brahmanlar’dan ve Galatlar’dan ders aldığını söyler.” Her iki yazarın da yazdıkları gerçekle çok ilişkili olmasa da Druid öğretisinin diğer ezoterik öğretilerle olan ilişkisine değindikleri için anlamlıdır.

DRUIDLER’İN TOPLUM İÇİNDEKİ YERLERİ VE ÖĞRETİLERİ: Daha önce de belirttiğimiz gibi Druid öğretisi sözlü olarak yayıldığı için kesin hatları ile bilememekle beraber antik yazarlar ve eski Kelt metinlerinden yararlanarak Druid öğretisinin ana hatlarını çıkartabiliyoruz.

Daha önce de Caesar’ın verdiği bilgide gördüğümüz gibi Druidler bütün Kelt kabileleri arasında saygı görmekte idi ve toplumsal olaylarda , kabileler arasında yargılama ve karar verme hakları vardı. Strabon’un da aktardığı gibi savaşlarda “arabuluculuk yapabiliyorlar ve sona erdirebiliyorlardı”.

Druidler’in toplumsal görevlerinden biri de törenleri yönetmekti. Bir Druid töreninin en güzel betimlemesini Plinus vermektedir. Keltlere göre meşe kutsaldı, eğer meşe ağacı üzerinde ökse otu var ise bu onu çok daha kutsallaştırıyordu. Bu tören ise bir meşe ağacında yetişen ökse otunun bulunması üzerine düzenleniyordu. Tören için uygun zaman gelecek ayın altıncı günü olarak seçiliyordu ve bu gün için yemek ve kurban edilecek iki beyaz boğa hazırlanıyordu. Daha sonra meşe ağacındaki ökse otu altın bir orak ile druidler tarafından kesiliyor ve toplanıyordu. Daha sonra da boğalar kurban ediliyordu. Bu tören daha sonraları “yeni yıl” törenleri ile de ilişkili olduğundan , günümüzde “ yılbaşı çiçeği” diye satılan bitkilerin aslında ökse otuna benzedikleri ve bu geleneği yaşattıklarını görürüz.

Bazı antik çağ yazarları Druidlerin ayrıca insan kurban edildiği törenleri de yönettiklerini yazmaktadırlar.

Toplumsal statülerinin ötesinde Druidler’in en büyük işlevi gerek dini gerek toplumsal alanda büyük bilgi sahibi olmaları ve bunu yeni nesillere de aktarmaları idi. Kelt ülkesinin bir çok bölgesinden , tanınmış Druidler’den eğitim almak üzere bir çok öğrenci gelirdi. Bu özelliklerinden ötürü ola gerek , Pomponius Mela Druidler’i “Bilgeliğin Üsdatları” ( Magistri Sapientiæ ) diye adlandırır.

Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerini kesin olarak sözlü aktarıyorlar ve adayın hafızasında tutmasını istiyorlardı. Ayrıca Druid öğretisine göre sözün bir enerjisi vardı ve dikkatli kullanılması gerekiyordu.
Antik kaynaklarda Druidlerin öğretileri farklılıklar göstermektedir. Caesar’ın da aralarında bulunduğu bir çok yazara göre Druidlerin öğretileri metafizik öğretilerdi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Daha önce de gördüğümüz Kelt mitlerinde olduğu gibi Druidler de ruhun bedenden bedene geçtiğini , çeşitli kalıplarda varlığını sürdürdüğünü ileri sürmektedir. Geleneksel anlatım bu inancı daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz gibi sürekli metamorfozlar şeklinde sembolize ediyordu. Kelt efsanelerindeki “dev” motifi de aynı zamanda yabani , evrimleşmemiş olan kişiyi sembolize etmekteydi. Tuân Mac Cairill öyküsünde olduğu gibi balık ise metamorfozda ileri bir aşamayı sembolize ediyordu. Metamorfozlar ile anlatılmak istenen en önemli olay ise , Druid öğretisinin temeli olan erginleme idi. Druidler’in yanına öğretiyi öğrenmek ve yetişmek için gelen adaylar belli sınavlardan geçerler, diğer erginlenmeye dayalı öğretilerde olduğu gibi ölüm ve yeniden doğma sembolizmi ile derece atlarlardı. Orta Çağ boyunca varlığını sürdürecek şövalyelik kurumunun da kaynağını Druid öğretilerinden aldığı düşünülmektedir. Strabon Druidler’in ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları ilginç bir açıklama yapmakta ve Druid inançlarına göre Evrenin ve insanların ruhunun yok edilemez, hatta zaman zaman ateş ve su galip gelse de şeklinde inanıldığını belirtmektedir. Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları , daha önce de belirttiğimiz gibi Druidlerin antik yazarlar arasında , Pythagorasçı olarak tanınmalarına neden olmuştur. Hallstatt döneminde, Keltler’in Grekler ile ilişkileri olsa da Druid öğretisi ve Kelt inançları Pythagorasçılık’tan farklıdır. Diodorus’a göre ise Druidler “filozof ve teologlar”dır. Aynı zamanda tanrılar ile iletişim kurma yeteneğine sahiptirler. Druid öğretisinin önemli bir bölümünü de astronomi ve takvim bilgisi teşkil etmektedir. Antik Çağ yazarlarının bir çoğu buna değinmektedir. Druidler’in bilgilerinin bir bölümü de şifalı otlar üzerinedir. Druidler’in bitkiler konusunda çok bilgili olduklarını ve ilaçlar hazırladıklarını biliyoruz. Bu bilgileri o dönem yazarları tarafından bilinmekle birlikte bazıları tarafından da büyücülük olarak yorumlanmıştır. Günümüze Asterix çizgi romanına kadar gelen “kazan kaynatan” druid imajı da buradan doğmaktadır. Druidler’in tıp üzerine çalışmaları daha sonra eğer ‘doktor’ Hristiyan ise mucize , eğer Hristiyan değilse de büyü diye yorumlanmıştır.

Druid Öğretisinde Kutsal Yerler

Druid öğretisine göre , evren üç bölümden oluşmuştu. Bunlardan birincisi üzerinde yaşadığımız toprak , ikincisi Fomorianlar’ın , hayaletlerin ve kaybolmuş ruhların bulunduğu yeraltı ve üçüncüsü Batı adalarının ve Avalon’un olduğu Görünmeyen Dünya ya da Öteki Dünya. Keltlerin evrenin her üç bölümü için de değişik inanışları vardı. Üzerinde yaşadığımız yerde daha sonra da göreceğimiz gibi en çok ağaçlar ve korular kutsaldı. Kutsal alanlar buralarda seçiliyor ve toplantılar buralarda yapılıyordu. Koruların dışında dağlar da kutsaldı. Druid öğretisine göre dağlar ilhamın geldiği , tanrısal varlıkların insanlarla konuştuğu yerlerdi. Bir çok dağ ve tepe güneş tapımı için kullanılıyordu. Hristiyanlığın gelişinden sonra da bu dağlar kutsallığını korumuştur. Örneğin Fransa’daki Mont-Saint-Michel önce güneş tapımı için kullanılan daha sonra da Hristiyanlığın kutsal yerlerinden biri olan tepelere bir örnektir. Dağların Druidler için bir önemi de buralardan çok daha iyi astronomik gözlemlerin yapılabilmesidir. Bunlar dışında su kaynaklarının da kutsal olduğundan daha önce söz etmiştik.
Yeraltı dünyası ise daha gizemlidir. Yeraltı dünyasına açılan kapılar ise mağaralardır. Mağaralar bir çok değişik inanca esin kaynağı olmuşlardır. Mağaralar solunum sistemine benzetilmiş , Keltler tarafından canlı olduğu kabul edilen yeryüzünün soluk alıp verdiği yer olarak düşünülmüştür. Bazı mağaralardan doğal olaylara bağlı olarak garip sesler gelmesi ise hem buralarda bilinmeyen canlıların yaşadığına hem de yeraltı ruhlarının varlığına kanıt sayılmıştır. Meşhur Fingal Mağarası da bu mağaralardan biridir. İskoçya’da bulunan bu mağaranın eski adı an Uaimh Binn , “Melodili Mağara” idi. Bu mağaradan gelen sesler - belki de kuş sesleri- öte dünyadan gelen sesler olarak yorumlanıyordu. İrlanda’da da bu tür mağaraların olması , İrlanda bardlarının “Mağaralar” adı verilen bir öykü dizisi oluşturmasına da kaynaklık etmiştir. Ne yazık ki bu öykülerden günümüze sadece bazı parçalar ulaşabilmiştir. Mağaralar yeraltı dünyasına , “Periler Ülkesi”ne bir geçiş olarak kabul edildiği gibi bazı yeteneklerin de kazanıldığı bir yer olarak görülmüştür. Mağaralara girip çıktıktan sonra çalgısını ustalıkla kullanan çalgıcı öyküleri de bu inancın bir uzantısıdır. Aslında Druid öğretisine göre -elimizde çok fazla kanıt olmasa da- mağaraların aslında bilinçaltını ya da insanın kendi içine yapılan yolculuğu temsil ettiğini ve mağaraya girip çıkma motifinin erginlenmenin bir adımını oluşturduğunu düşünebiliriz. Mağara içinde uyuyan kahraman ya da mağara içinde yaşayan bilge motifinin de böyle bir sembolizm ile ilişkili olduğunu düşünebiliriz. Adalar etrafları sularla çevrili olduğu için gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak çevrelerinden soyutlanmış , izole edilmiş yerler olarak kabul edilirlerdi. Bu görüşle adalar hem tanrıların barınması için hem de ölülerin ruhlarının yer alması için ideal yerlerdi . Adalar ayını zamanda inziva yerleri idi. Bu bakımdan insanın kendi kendine dönmesi, ada gibi kendini soyutlaması da ada sembolizmi ile belirtilir.
Adanın etrafının sularla kaplı olup çevresinden soyutlanmış olması , buraların yargı için de ideal olduklarının düşünülmesine neden olmuşlardır. Ayrıca burada kara veren yöneticiler de insan etkisinden uzak sadece tanrıları dinleyerek karar veriyor diye inanılıyordu. Pagan Avrupa’sında adalar bazı tanrılara kutsaldı. Örneğin Isle of Man, Manannan MacLir’e ; Baltık Denizi’nde bulunan Rügen Adası , Rugevit’ e kutsallardı. Keltler arasında ölenlerin ruhlarının batı adalarına gittiği inancı yaygındı. Bu inanç Orta Çağ boyunca da Kral Arthur efsanesinde olduğu gibi varlığını sürdürecekti. Orta ve Yeni Çağ boyunca varlığını sürdüren ve Keltler’den kalan bir başka inanış da “hayalet ada” inanışıdır. Keltler de bazı adaların yok olup sonradan ortaya çıktıklarına inanıyorlardı.

Druid Öğretisinde Ağaç Kültürü

Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyası , yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir. Kelt sembolizminde en önemli olarak meşe gücü ve elma ağacı ölümsüzlüğü sembolize eder. Ağacın bir önemi de üzerinde tanrıların habercileri olan kuşları barındırmasıdır. Kökleri ise geçmişe , yeraltına doğru gider. Bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunurlar. Kutsal korular Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlenmenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda , nemeton denilen kutsal yerlerde açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Bu yüzden de Druidler’den günümüze tapınaklar binaları kalmamıştır.
Druidler , ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekleri taşırlardı. Bu değnekler druidin gücünün belirtisi olduğu kadar bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değneklerin yapıldığı madde ya da ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem taşımakta idi. Druidler için kutsal olan bir bitki de ökse otu idi. Bununla ilişkili törenlerin nasıl yapıldığını yukarıda incelemiştik. Ökse otu aynı zamanda ay sembolizmi ile de ilgili idi. Bu nedenle Druidlerin meşe üzerindeki ökse otunu kesmek için kullandıkları orak da hilal biçiminde idi. Ökse otu aynı zamanda üzerinde bulunduğu ağacı ruhu ve eliksir’i olarak da kabul ediliyordu. Aynı şekilde ökse otunun bir başka adı da “Meşe suyu” idi.

Ogam

Daha önce de belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerinin sözlü olarak yayılmasını istiyorlar ve kesinlikle yazılı hale getirmiyorlardı. Bunun nedenleri arasında öğretilerinin ezoterik olması ve yazılı olanın öğretinin anlatımındaki değişikliklerle değişememesi vardır. Druidler’in öğretilerini sözlü olarak aktarmaları onların yazıyı bilmedikleri ya da küçümsedikleri anlamına gelmemelidir. Tam tersi olarak yazıya çok büyük saygı göstermişler ve dikkatli kullanmışlardır. Bir Druid yazısı olmamakla birlikte bazı değneklerin ve kutsal kayaların üzerinde işaretler kullanmışlardır. Ogam adı verilen bu işaretler Keltlere özgüdür ve bir tür şifreli yazıdır. Taşların üzerlerinde ve ahşap malzemelerde , özellikle de değneklerde rastlanmıştır. Ogamlar mantık olarak Grek ateş işaretlerine benzemekte idi. Ateş işaretleri yerine atılan çentiklerden oluşuyordu ve her bir çentik sayısı bir sese karşılık geliyordu.
Aslında Ogamların yazıdan da öte bir sembolizmi vardı. Her bir işaret aynı zamanda bir ağaca ya da bir hayvana da karşılık gelebiliyordu . Bunu tam tersi olarak da belli şekilde ve düzende dizilen ağaçlar bir anlam verebiliyordu. Druides’ler diğer ezoterik topluluklardan farklı olarak, druidler aralarına kadınları da kabul ediyorlardı ve bunlar druides adını alıyorlardı. Druideslerin inisiyasyonlarının nasıl olduğu bilinmemekle birlikte özellikle savaşçıların ve asillerin yetişmesinde büyük payları olduğu bilinmektedir. Bu durum Orta Çağ efsanelerinde sık sık geçen “Bilge Kadın” motifine de kaynaklık etmektedir. Orta Çağ efsaneleri ile ilgili bölümümüzde göreceğimiz gibi bu kadınlar şövalyenin yolculuğu boyunca karşısına çıkarlar ve inisiyasyonda yardımcı olurlar. Druidesler eğitimde olduğu kadar , ilaç hazırlamada , şifalı bitkilerin bulunmasında da söz sahibi idiler.
Druideslerin özellikle İskoçya’da Sein Adası’nda toplandıkları ve buraya erkekleri almadıkları söylenir. Söylenceye göre burada dokuz druidesin (Gallizenæ) öndeliğinde kendini adamış genç kızlar vardı. Halk arasında druideslerin burada sihir ve büyü ile uğraştıkları düşünülür, hatta hava olaylarına hükmettikleri, istedikleri hayvanın şekline girdikleri de söylenirdi. Hristiyanlığın yayılmasından sonra druid inançlarını tamamen silmek isteyen Hristiyanlar, druidesleri halkın gözünde cadılara çevirmişler ve halkı onlara düşman etmeyi başarmışlardır. Bard’lar Kelt toplumlarında, genellikle konularını kahramanlık destanları olarak seçen ozanlara bard denilirdi. Bağlı oldukları şefin yanında bulunurlar, onun başarılarını da kutlarlardı. Bard daha çok Galya’da kullanılan bir isimlendirme idi, çünkü bu ozanlara Galya’da bard denildiği gibi, Bretagne’de Barzh, İrlanda’da da Fil ( çoğulu filid ) denilmekteydi. Barzh’ların dini karakterleri çabuk kaybolmasına karşın, bardlar, ilham ve sanat yeteneklerinden olsa gerek, saygı görmeye devam etmişleridr.
Filid ise yedi dereceli idi. Derece elde taşınan değneğe göre belli oluyordu. Böylece sıralama Ollamh (altın değnek), Anruth (gümüş değnek) ve geri kalan beş derece (bronz değnek) şeklinde oluyordu. Bardlar ile ilgili önemli bir nokta da müzisyen Druidler ile karıştırılmamaları gerektiğidir. Bir çok Kelt dini törenine müzik eşlik etmekle beraber, bu törenlerde müzik aletini çalan druidler bardlardan farklı idi. Kelt efsanelerinde müzik aletleri önemli bir yer tutmaktadır. Dagda ve Lug’un sihirli arpları vardı. Efsaneye göre bu aletler üç farklı tür müzik çalmaktaydılar. Bunlardan birincisi güldürüyor , ikincisi ağlatıyor , üçüncüsü de uyutuyordu. Bu inanış , Keltler’in, müziğin insan üzerindeki etkisini incelediklerini göstermektedir. Bardlar ise şiir okurken, aynı zamanda cruth denilen bir tür lir de çalarlardı. Galya’da Roma işgalinden sonra , yerli dili kullandıkları için , gözden düşen bardlar burada MS. İkinci yüzyıldan itibaren kaybolmaya başlamışlardır. Bardlar Galya’da dini sınıftan sayılmalarına rağmen , İrlanda’da sonraları aşağı sınıftan kabul edilirlerdi. Gal ülkesinde ise , özellikle Breton prensler tarafından çok tutulan bardlar varlıklarını Orta Çağ’a kadar sürdürmüşlerdir.
Nitekim ben de Yöntem Araştırmaları’nda, böyle bir bütünleyişin Tarih ve tarihsel Doğruluk olarak sürekli bir akış halinde bulunduğunu benimsedim. Bu temel uzlaşım noktasından yola çıkarak, felsefe insanbilimin iç çelişkilerini gün ışığına çıkarmaya giriştim ve kimi kurumlarda da, seçmiş bulunduğum yöntembilimsel düzlem üzerinde, bu güçlüklere getirilebilecek geçici çözümlerin bir taslağını yaptım. Ancak yine söylemek bile fazla ki, eğer Tarih ile Doğruluk bütünleyici değilseler, eğer olgucuların [pozitivistlerin] ileri sürdükleri gibi, yalnızca Tarih'ler ve Doğruluk'lar varsa, o zaman çelişkiler ve bireşimsel asmalar bütün anlamlarını yitirirler. Bu nedenle, eldeki yapıtı kaleme alırken su temel sorunu ele almak bana gerekli göründü: bir insan Dostluğu var mi?”

Demek ki Sartre , Varlık ve Hiçlik ’te “varlık” ı tanımlarken, bu kez de Diyalektik Us’un Eleştirisi ’nde bu varlığın bir “varoluş ideolojisi” ni saptamak istiyor yukarıdaki soruyu sorarak: “Bir insan Doğruluğu var mi?” (“Gerçekliği var mi?”) Aslında bu soru, bir insan gerçekliğinin olup olmadığının sorusudur. Çünkü, “insan”, “varlık” olarak, bir varoluş kazanabilmek için, ilk önce, bir “gerçekliğe” sahip olmak zorundadır. Zira, bu gerçeklik çerçevesinde ve bu gerçeklik tarafından “insan” ancak bir varoluş elde eder. Ve onu biçimlendirir. İşte, bu biçimlendirme işinde, varlığın, bu gerçeklik dolayısıyla - yaratmış olduğu gerçeklik dolayısıyla –“proje” ler yapması ve onlara göre bir varolma çizgisi çizmesi söz konusudur.

Salt bu nedenle Sartre , “varlık” ı tanımlarken,onda,“benliğin kendisine doğru yönelen bir ilişki”den çok, “...doğrudan doğruya bu benliğin kendisi”ni bulmuştur.Çünkü, varlığın içinde bulunduğu sorun, onun, “kendi benliğini olumlama olgusu”dur. “Olumlama olgusu” ise, kabullenmek ve yadsımak olgularının arasında sürekli bir gidiş geliş, sürekli bir devimdir. Bu gidiş geliş, bu devim, varlığın gidiş geliş ve deviminden başka bir şey değildir. Onlar, belirli bir süreç oluştururlar. Bu süreç ise, varlığın oluşma sürecidir.Oluşma ile birlikte bu süreçte, varlık, gerçeklik kazanmaktadır. Gerçeklik kazanma olgusu, bir çok gerçeklik kazanma biçimlerini ve yollarını yapısında barındırır doğal olarak.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Felsefe Terimleri Sözlüğü
« Yanıtla #4 : 30 Ekim 2013, 23:39:57 »
EKLEKTİSİZM (Seçmecilik): Farklı düşünce sistemlerinden seçilen öğretilerin ayrı bir sistem içinde birleştirilmesi. Eklektizm, öğretilerin alındığı sistemlerin bütününü benimsemediği gibi, aralarındaki çözümleme amacını da gütmez. Dolayısıyla, düşünce sistemlerini birleştirme ya da uzlaştırma yöntemi olan sinkretizmden farklıdır.

Fransız düşünürü Victor Cousin, eklektizm yönteminden bir felsefe okulu kurmuştur. Cousin’in eklektizm öğretisi Platon’u, Kant’ı ve İskoçyalıları kaynaştırır.

Soyut düşünce düzeyinde her sistemin öğretileriyle ayrılmaz bir bütün oluşturduğu kabul edilirse , eklektizm, farklı sistemlerden keyfi olarak seçilen öğretilerin bir araya getirilmesinden doğacak tutarsızlıklar yüzünden eleştirilebilir. Ama uygulamada eklektik bakış açısı birçok bakımdan yararlı olabilir.

Bir devlet adamı kadar bir felsefeci de, ilkesel olarak değil, karşıt tarafların öne sürdüğü görüşlerin gerçek değerlerini gördüğü için eklektik olabilir. Bu tür bir eğilim, sistemler yeniliklerini yitirdiğinde ya da tarihsel koşulların ve bilginin değişmesiyle sistemlerin yetersizlikleri ortaya çıktığında görülür.

ELEACILIK: Alm. Eleatismus, Fr. eleatisme, İng. Eleatism, es. t. felsefe-i Elyaviye

1. Salt düşünme ile var olanın niteliklerini türetmeye çalışan Elealıların kurduğu öğreti. // Bu öğretide yalnızca saltık olanın, değişmez olanın, yalnız düşünceyle kavrananın var olduğu öne sürülür; oluş, çokluk, görünebilir olan yadsınır ya da görüntü olarak açıklanır.
2. Temelini Elealılarda bulan, oluşa karşıt olarak varlığın değişmez, bölünmez bir durağanlık olduğunu ileri süren, gerçekliğin özünü değişmeyen varlıklarda gören görüş.

ELEA OKULU: Antikçağ Yunan düşüncesinde Ksenofanes ve onu izleyenlerce geliştirilen öğreti... Kloplon'lu Ksenofanes, Hellen kentlerinde yetmiş yıl süren bir geziden sonra Napoli’nin güneyindeki Elea'ya yerleşmiştir. çok tanrıcılığa karşı tek tanrı polemiğini orada yapmış, Homeros'la Hesiodos'a karşı çıkarak Tanrı'nın birliğini ve değişmezliğini savunmuştur. Birlik ve değişmezlik düşünceleri üstüne kurulan Elea öğretisi, Ksenofanes'in öğrencisi Parmenides'le gerçekleşmiştir. Melissos, Zenon, Gorgias gibi düşünürlerin sürdürdükleri bu öğreti, antikçağ Yunan felsefesinin genel diyalektik yapısı içinde olumsuz yanı tutar. Deney dışı usçuluğu, değişmezliği, saltıklığı savunur. Elea’lı Zeon’un devimi çürütmek için ileri sürdüğü çıkmazlar da ünlüdür, bunlara Zenon çıkmazları denir. Bu çıkmazlar gerçekte kolaylıkla çözülebilecek yanıltmacalardır. Felsefe tarihinde metafizik, Elalılarla başlamıştır. Elealılar bilginin kaynağını, duyguda ve deneyde değil, düşüncede bulurlar. Onlar için varlık birdir ve saltıktır, hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir. Bununla beraber kavramsal diyalektiği, daha açık bir deyişle mantıksal kavramların diyalektik hareketini ilk kez ortaya atmakla Elealılar Hegel’in öncüleridir. Platon idealizminin gerçek temeli de Elealılardır. Ksenofanes’in, kendisi devimsiz olan tanrının sadece düşünmekle dünyayı kımıldattığı yolundaki metafizik varsayımı da Aristoteles metafiziğinin gerçek kaynağıdır. Elealı Parmenides’e göre sadece varlık vardır, dahası varlıkla düşünme aynı şeydir. Parmenides’e göre varolma ve yok olma duyuların hokkabazlığıdır, duyularsa bir düşten daha gerçek değildirler. Yer değiştirme, renk değiştirme vb. gibi insanların sözünü ettikleri şeyler sadece birer addırlar.Parmenides’e göre varlık ülkesinde sadece şu nitelikler geçerlidir: meydana gelmemiş, geçip gitmez, bölünmez, sürekli devimsiz, değişmez, aynı şeyde aynı şey, kendinde, toplu, bir, bütün...

ELEŞTİRİCİLİK: Alm:Kritizismus, Fr:Critisizm, İng: Critisizm, Es: Tenkidiye
1-İnsan bilgisinin sınırı üzerine felsefe bilinci ve bu bilincin uyanık tutulması.
2-Kant’ın us ve bilginin sınırını ve olanaklarını saptamak üzere, özellikle doğmacılığın ve kuşkuculuğun karşısına koyduğu felsefe yöntemi.
ENDETERMİNİZM: Hadiselerin sebepsiz meydana gelemeyeceğini, dünyada mutlak bir başlangıcı, hür bir iradenin yeri olamayacağını kabul eden determinizmin karşıtı olan görüş.

Ahlakta endeterminizm, insan iradesinin hiçbir şarta bağlı olmadığını, içinde bulunduğu şartlarla belirlenmediğini, insanın hür iradesinin sebeplilik kanununa bağlı olmadığını ileri sürer.

ENDİVİDÜALİZM: Bireyin özgürlüğüne büyük ağırlık veren ve genellikle kedine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür bireyi yada benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesi. terimi ilk kez kullanan Fransız siyaset yorumcusu Alexis de Tacquille, bireyciliği insanın yalnızca kendi ailesi ile arkadaşlarına öngören ölçülü bir bencilik olarak tanımlanmıştır.

Endividualizm, bütün ortaçağı kapsayan Hristiyan dünya görüşüne bir tepki olarak Rönesans’ta ortaya çıkan bir dünya görüşüdür. gerçekte tarihi çok daha eskidir. Özel mülkiyetle güçlenmiş ve toplum içinde seçkinleşmiş olan birey topluma üstün tutan bu çok eski eğilim Rönesans ta biçimlenmiş ve bir dünya görüşü olarak metafizikten ekonomiye kadar çeşitli alanlarda etkinleşmiştir. metafiziksel açıdan bireycilik, tanrılık baş gerçeği yerine bireyi koyar. Bireyin usu onu bireyselliği içinde evrenselliğe bağlamaktadır. Demek ki birey, bireysel olandan evrensel olanı tek yapıda birleştiren varlıktır. öyleyse baş gerçek olarak ele alınmalı ve başta din kurumu olmak üzere bütün kurumlar onun çıkarlarına uygun düzenlenmelidir.

Bireycilik, bir değerler sistemi olduğu kadar, insan yapısıyla ilgili bir kuram, genel bir davranış biçimi ve belirli siyasal ekonomik, toplumsal ve dinsel düzenlemelere yönelik bir inanç anlamına gelir. Bireyciliğin değerler sistemi üç önermeyle açıklanabilir:

1)bütün değerler insan merkezlidir: insanlarca yaratılmış olmasalar bile, onlar tarafından yaşanır.

2) Birey kendi başına bir amaç ve yüce bir değerdir, toplum bireyin amaçları için sadece bir araçtır.

3) Bütün bireyler, bir anlamda ahlakça eşittir. Hiç kimse hiç bir zaman yalnızca bir başka bireyin iyiliği için araç olarak görülemez.Bireyciliğin insan yapısına ilişkin kuramına göre normal ve yetişkin bir insanın çıkarlarını korumanın en iyi yolu kendi amaçlarını ve bu amaçlara ulaştıracak araları seçmekte ve o yönde davranmakta en büyük özgürlüğü ve sorumluluğu bireye tanıtmaktır. bu görüş bireyin kendi çıkarlarını en iyi kendisinin bildiği ve eğitim olanağı verildiğinde, bu çıkarları nasıl geliştirebileceğini de gene onun bulabileceği inancından kaynaklanır. Ayrıca bireyin bu seçimleri yapmasının, hem onun gelişmesine, hem de toplumsal refaha katkıda bulunacağı varsayılır, çünkü bireycilik üretken çabayı özendiren en etkili yoldur bu açıdan bakıldığında toplum kendine yeterli bireyin toplamıdır..

Genel bir davranış biçimi olarak bireycilik, özgüvene, gizliliğe ve başka bireylere saygı göstermeye büyük önem verir. Otoriteye ve birey üzerindeki özellikle devlet tarafından uygulanan her türlü denetime karşı çıkar. Ayrıca "ilerleme"ye inanır, ilerlemenin bir aracı olarak da bireye farklı olma, başkalarıyla yarışma ve başkalarının önüne geçme (ya da gerisinde kalma) hakkını tanır. Bireyciliğin kurumsal sonuçları da bu ilkelere dayanır.Yalnızca en aşırı bireyciler anarşi yanlısıdır. Ama hepsi devletin bireylerin yaşamına en az karışması gerektiğine, bireylerin birbirleriyle çatışmasını önlemek ve gönüllü olarak varılmış anlaşmaların uygulanabilmesi için yasaları ve düzeni koruma görevini üstlenmek zorunda olduğuna inanır. Bireycilik, devleti zorunlu bir olumsuzluk olarak görme eğilimindedir ve "en iyi yönetim, en az yönetimdir" sloganını benimser.

Bireycilik, her bireyin (ya da ailenin) mülk edinmek için en çok olanaktan yararlanabileceği bir mülkiyet sistemi önerir. Birlik kurma özgürlüğü, her türlü örgüte girme (ya da girmeyi reddetme) hakkını kapsar.
ENSTRÜMANTALİZM: Amerikan düşünürü pragmacı John Dewey’in kuramları alet sayan öğretisi... Amerikan düşünürü William James’in uygulayıcılığından yola çıkan Amerikan düşünür Dewey; bilimsel yasa, kuram ve kavramları birer “alet” saymaktadır. Başarılı olurlarsa iyi ve gerçektirler, başarılı olmazlarsa kötüdürler ve gerçek değildirler. Deneysel mantık adıyla adlandırılan aletçilik, nesnel bilimciliği yadsır. Ona göre bilimin, belli bir durumda en elverişli davranışın araştırılmasını sağlamaktan başka hiçbir nesnel gerçekçiliği yoktur. Aletçilik nesnelliği öznelliğe indirgediğinden ötürü de öznel düşünceci bir anlayıştır

ENTELLEKTÜALİZM: Bütün varlıkları anlıksal temele indirgeyen öğretilerin genel adı...İradecilik karşıtı ve özellikle bilgibilimde usçulukla anlamdaş olarak kullanılmıştır. Törebilimsel anlam, ahlaksal davranışların anlıkla belirlendiği anlayışını dile getirir; eş deyişle ahlaksal davranışlar bir bilgi ve uslamlama işidir. Genellikle anlığın başatlığında birleşen Platon, Descartes, Spinoza, Leibniz, Wolf, Kant, Hegel gibi birbirlerinden az ya da çok farklı bir çok düşünürlerin öğretileri anlıkçılık genel adı altında toplanırlar. Genellikle küçümseyici anlamda kullanılan terimin ayırıcı niteliği, varlıkları anlıksal temele indirgemektir. Anlıkçılar içinde Platon gibi nesnel gerçekçiliği anlıksal gerçekçiliğin bir kopyası sayan, Kant gibi nesnel gerçekliğin var olduğunu, ama asla bilinemeyeceğini ileri süren, Berkeley gibi nesnel gerçekliği tümüyle yadsıyan düşünürler vardır.

ENTÜİSYONİZM: Bilginin sezgiyle elde edilebileceğini savunan öğretilerin genel adı, özel olarak Bergsonculuk... Entüisyonizm , tümü idealist yapıda olarak, dört bilgi alanında gerçekleştirilmiştir: felsefe, ruhbilim, törebilim ve matematik.

1) felsefesel entüisyonizm: Fransız idealisti Henri Bergson’un öğretisi olarak Bergsonculuk adıyla da anılır. Bergson’a göre gerçeği saltık ya da saltığı gerçek olarak kavramaya sezgi denir. Gerçeği doğrudan doğruya kavratacak sezgiden başka hiçbir yol yoktur. Çünkü gerçek, özdeksel doğa değil, ruhsal doğa, eş deyişle ruhsal yaşam ve tek sözle yaşamdır. Yaşam evrenin kurtuluşuyla başlamıştır ve özdeğin tüm engellerine karşın yolunu açarak, onun durgunluğunu alt edip kimi yerde onu kımıldatarak akıp gitmektedir. Bu kesintisiz, bölümsüz ve sürekli akışa Bergson süre demektedir. İşte bu sürenin bilgisini kavramak için bu süreyle birlikte yaşamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne de bilim gerçekleştirebilir. Çünkü us ve bilim sinematografik olarak çalışırlar. Bergson’a göre ussal ve bilimsel bilgi sinematografiktir. Bir film, ard arda dizilmiş durgun ve bölümsel resimlerden oluşur. Us ve bilim, filmin akışını durdurarak bu resimleri tek tek incelerler ve birtakım bilgiler saptarlar. Ne var ki akışın bizzat kendisini, eş deyişle yaşamı hiçbir zaman kavrayamazlar. Demek ki us ve bilim, sadece durgun ve bölünebilir olan özdek üstünde bilgi edinebilirler. Bergson’a göre zaman, uzay gibi özdeksel değildir. Uzay özdekseldir, çünkü özdeksiz uzay ve uzaysız özdek (eş deyişle yer kaplamayan özdek) yoktur. Oysa zamanı bölen, parçalayan, onu aylara ve yıllara ayıran us ve bilimdir. Us ve bilim, zamanı uzaya bağlamakla ( örneğin ay ayın, yıl dünyanın uzayda yer değiştirmesidir.) onu özdekleştirmektedir. Demek ki us ve bilim, hiçbir şeyi özdekleştirmeden inceleyemiyor. Yaşamsal akışın eş deyişle sürenin kavranmasıysa özdekleştirilmeden gerçekleştirilmelidir, çünkü “gerçek süre, daima zaman adı verilmiş olan şeydir”. Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgidir. Bergson’a göre sezgi , kendi bilincine varmış içgüdüdür. Şöyle der: “ içgüdüyü söyletebilseydik, yaşamın bütün sırlarını çözerdik”. Bilinç içgüdüde içkindir ve ruhsaldır. Bundan ötürü de ruhsal yaşam akışını sadece o kavrayabilir.

2) Ruhbilimsel entüisyonizm: William Hamilton ve İskoçyalılar tarafından geliştirilmiştir. Hamilton’a göre bilinç, dış dünyayı, olduğu gibi ve araçsız olarak ( eş deyişle sezgiyle) kavrar ve us deneyüstü hakikatleri bize sezgi yoluyla tanıtır. Hamilton’un sezgi deyiminden anladığı bir çeşit dinsel vahiydir.
3) Törebilimsel Entüisyonizm: George Moore, David Ross, Charlie Broad, Alfred Ewing vb. düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Bunlara göre iyilik, ödev vb. gibi törebilimsel kavramlar apaçık, araçsız elde edilen ve ancak sezgiyle bilinebilen kavramlardır. Ne toplumsal ne de doğasal yaşamdan çıkarsanamazlar. Törebilimsel sezgiciliğin amacı, burjuva ahlâkının değişmezliğini savunmaktır.

4) Matematiksel Entüisyonizm: Brower, Weyl, Heyting vb. gibi düşünürlerce geliştirilmiştir. Bunlara matematik, mantık, tanıtlama, mantıksal kesinlikle değil, doğrunun sezgisel olarak kavranmasıyla gerçekleştirilir. Sezgi, bunların dilinde, düşüncelerdeki ayrılıkları saptama yeteneğidir. Düşünmek demek sezmek demektir. Mantık kurallarının uygulanabilir olup olmadıkları da sezgiyle saptanır.

EPİKUROSÇULUK: Alm. Epikureismus, Fr. epicurisme, İng. Epicurism, es, t. Epikuriye

1. Yunan filozofu Epikuros'un öğretisi.
2. Epikuros'un düşüncelerinin (çoğunlukla kaba bir biçimde) yaşama ilkesi yapılması. Hazlara, sevinçlere yönelik bir yaşamın erek edinilmesi. // Oysa Epikuros yalnızca hazzı değil, mutluluğu ve sevinç dolu, acıdan kurtulmuş bir ruh dinginliğini aramaktadır. Bu çabası duygusal hazzı arama sanılıp yanlış anlaşılmıştır. Gerçekte Epikuros'un kendisi( günlük dilde kullanılan anlamda) Epikurosçu değildir.

EPİSTEMOLOJİ: İnsan bilgisinin yapısını ve geçerliliğini inceleyen felsefe dalı.

Bilgi felsefesi ile mantık arasında temel bir ayrım vardır. Mantık, geçerli usavurmanın biçimsel yapısını inceler ve geçerli çıkarımın ilkelerini ortaya koyar. Epistemoloji ise her türlü bilme ediminin yapısıyla ilgilenir. Epistemoloji, etik, toplumbilim ve din felsefesi gibi disiplinlerle sürekli iletişim halindedir.

Genellikle bilen bir özne ile, bilinen bir özne arasındaki ilişki olarak incelenen bilgi sürecinin bu iki öğesine farklı anlam ve ağırlıkların verilmesi tarih boyunca farklı bilgi felsefesi anlayışlarını doğurmuştur. Daha çok nesneye ağırlık veren anlayışlar gerçekçi (realist) özneye ağırlık verenler ise idealist olarak nitelenir. Gerçekçi yaklaşım bilginin, nesnesinin dış dünyada gerçekten var olduğunu, idealist yaklaşım ise bilginin, ağırlıklı olarak öznenin kurduğu ve gerçekte var olmayan nesnelere yöneldiğini savunur. Bilgi felsefesinin, bu karşıtlık içinde, ortaya çıkan temel sorunu, dış dünyanın gerçekliğidir; bu çerçevede bilgi felsefesi metafizikle yakın ilişki içindedir. Bilginin nesnesinin, gerçek olup olmadığı, bilgi içeriğinin dış gerçeklikte bir karşılığının bulunup bulunmadığı, bilmen dünya ile kendi başına, bilgiden bağımsız var olan dünyanın birbirlerine ne, ölçüde uyduğu, aynı temel sorun çerçevesinde irdelenen öteki sorunlardır.

Epistemoloji:Felsefenin bilişsel süreçlerin oluşumundan ziyade,bilgiyi genel olarak ele alan,bilgiyle ilgili problemleri araştıran,bilginin kaynağını doğasını doğruluğunu,sınırlarını inceleyen bilim dalıdır.

Epistemoloji,bilginin doğasını temel özelliklerini,bilginin temel olarak neden meydana geldiğini,bilgi iddialarının nasıl haklandırılacağını,bilginin kuşkuculuk karşısında nasıl temellendirileceğini bilginin kaynağı ve sınırlarını üzerinde yoğunlaşır Epistemolojinin dört temel sorunu vardır.

_Bilgi'nin kaynağı

_Bilgi'nin doğruluğu

_Bilgi'nin imkanı

_Bilgi'nin sınırları
EREKBİLİM: Olayların ve ilişkilerin bir amaca ya da sona yönelik olduğu görüşü. Olguların yalnızca hareket ettirici nedenlerle değil, ereksel nedene bağlı olarak açıklanması biçiminde de tanımlanır. İnsan düşüncesi doğadaki başka şeylerin davranışını da benzer biçiminde açıklama eğilimindedir; buna göre nesneler ya kendileri belli bir amaca yöneliktir ya da doğayı aşan bir zihin tarafından yönlendirilir. Aristoteles herhangi bir şeyin tam olarak açıklanabilmesi için maddi, biçimsel ve hareket ettirici neden ile birlikte ereksel nedenin de dikkate alınması gerektiğini ileri sürerek erekbilimin ilk kapsamlı tanımını yapmıştır.

Terimin Aristoteles’ten gelen metafizik anlamı, erek sözcüğünün bütün anlamlarında ereklik’in incelenmesini dile getirir. Nesnelerin neden meydana geldiklerini açıklayan nedensellik yasasına karşı, nesnelerin hangi erek için meydana geldiklerini araştıran ereksellik anlayışı, evrende böylesine bir erek güdebilecek üstün bir gücün varlığı inancına dayanır. Oysa bu öznel metafizik erekselliğin karşısında, nesnel ve bilimsel bir ereksellik de vardır. Metafizik ereksellik tanrılık planının sonucu, bilimsel ereksellikse özdeksel ve nesnel nedenselliğin sonucudur.

Erekbilimin törebilimsel anlamı, insan yaşamındaki törebilimsel erekleri saptamaya çalışır. Metafizik erekbilim, evreni, ereklerle araçlara arasındaki ilişkilerin bir toplamı sayar. Metafizikçiler bilimsel nedenselliğin karşısına, ruhsal erekselliği çıkarırlar. Bu anlayışa göre herhangi bir varlığın yapısını ve gelişmesini belirleyen onun nedeni değil, ereğidir. Bu ereği de ruhsal bir ilke, üstün bir us ya da açıkça tanrı koymuştur. Örneğin buğdayı buğday eden, buğday tohumu nedeni değil, tanrıca saptanmış olan buğdaylaşma ereğidir.

16. ve 17. yüzyıllarda modern bilimin doğuşuyla doğal olguların yalnızca hareket ettirici nedenlerle gereksinim duyulan mekanik açıklamaları öne çıktı. Erekbilimsel açıklamalarda ise Aristotelesçi teleolojide olduğu gibi şeylerin kendi doğalarında bulunan amaçlara doğru geliştikleri değil, biyolojik organizmalar dahil bütün nesnelerin ussal bir varlık tarafından yönlendirilen makineler olduğu kabul edildi.

Kant Kritik Der Urteilskraft’ta insan bilgisi açısından ele aldığı erekbilimin gerçekliğin doğası değil, soruşturmanın ilerleyiş biçimi açısından bir yol gösterici olduğunu, yani yapıcı bir ilke değil, düzenleyici bir ilke olduğunu ileri sürdü.
ESTETİK: Güzeli ve güzel sanatların doğasını inceleyen felsefe dalı. Estetiği bağımsız bir bilim olarak ilk ileri süren ve adlandıran Alman düşünürü Alexander Baumgarten’dir. Baumgarten’in verdiği anlamda estetik, duyusal bilginin bilimidir, konusu duyusal yetkinliktir. Gerçekleştirmek istediği de güzel üstünde düşünme sanatıdır. Bununla beraber estetik bir felsefe kolu olarak Alman düşünürü Kant ile önem kazanmıştır.

Estetik, insanın dış dünyaya gösterdiği, “güzel” ve “çirkin” sözcükleriyle dile gelen tepkileriyle ilgilidir. Ama “güzel” ve “çirkin” terimlerinin kapsamları belirsiz, anlamları da öznel ve görelidir. Üstelik, etkileyici bir doğa görünümüyle ilgili gözlemlerde ya da sanat eleştirilerinde kullanılan nitelemeler yalnızca güzel ve çirkinle sınırlı değildir; anlamlı, dengeli, uyumlu, ürpertici, yüce gibi bir dizi başka kavram da değerlendirmeye girer.estetik kuramı, bir yandan güzelin yalnızca öznel olmayan, nesnel bir içerik de taşıyan bir tanımını yapmaya, bir yandan da bu değişik terimler arasındaki bağıntıları belirlemeye çalışır. Temel sorunları ise estetiğin öznesine, estetiğin nesnesine ve estetik yaşantıya ilişkindir.

Estetik alımlayıcı(özne): estetik alımlayıcı sanat yapıtından ya da bir doğa görünümünden haz duyan, estetik tat alan bir varlıktır. Estetik tat almak, sanat yapıtı üretmek ve değerlendirmek, güzel ve çirkin gibi yargılarda bulunmak ancak belirli varlıklara özgü bir yetidir.

ESTETİK NESNE: Estetik nesne terimine iki farklı anlam verilebilir: maddi nesne ve ereksel nesne. Ereksel nesne, nesneye insanın yüklediği anlamdır; zihin içindedir. Oysa maddi nesne öznenin zihninden bağımsızdır. Estetik nesne, ereksel anlamıyla tanımlanırsa, estetik kuramının asıl konusu da estetik yaşantı olur. Oysa Kant felsefesinin öznelliğine karşı çıkanların amacı, estetiğin duygular ve öznel yaşantılar alanından çıkararak estetik nesnenin kendi özellikleri üzerinde temellendirmektir.

ESTETİK YAŞANTI: Estetik yaşantı birbirini tamamlayan iki önermeyle tanımlanabilir:1) estetik nesne duyusaldır; görülür, işitilir ya da duyusal biçimiyle zihinde canlandırılır; insana bu duyusal özellikleri nedeniyle haz verir. 2) estetik nesne aynı zamanda düşünülen, seyrine dalınan bir nesnedir; yalnızca duyulara hoş geldiği için değil, bir anlam içerdiği, bir değer taşıdığı için de ilgilendirir.

Bu önermelerden ilki, estetik sözcüğünün kaynağına (duyum) işaret eder. İkinci önerme ise beğeni yargılarının temelini oluşturur. Seyretmeye değer bulunan nesnelerin değersiz bulunanlardan ussal olarak ayırt edildiğini gösterir.
Kant’a göre estetik yaşantının ayırt edici özelliği “çıkarsız” oluşudur.çağdaş estetiğin çıkış noktası olan bu önerme, estetiği ahlaktan da bilimden de ayırır. Ahlaki davranışlarda bir “çıkar” öğesi vardır; evrensel sayılan bir davranış ölçüsü bütün insanlara benimsetilmek istenir. Bilimde nesnelerin iç yapılarını, işleyişlerini ve neden-sonuç ilişkilerini araştırır; nesneleri denetim altına almak, insanın hizmetine koşmak ister. Oysa estetik yaşantının öznesi, estetik nesneyle bir merakını gidermek için ilgilenmez; estetik nesneyi başka bir amaca hizmet eden bir araç olarak da görmez. Estetik yaşantı da insan, karşısındaki nesneyi hep belli bir uzaklıktan seyreder: estetik yaşantı kullanma, sahip olma, tüketme ve ahlaki açıdan yargılama gibi davranışları dışarıda bırakır.
Kant’a göre estetik us, kuramsal us’la uygulayıcı us arasında bir köprüdür ve kuramın uygu alanındaki denetçisidir. Estetik us, bir yargı gücüdür ve doğru düşüncenin iyi uygulandığını güzel yargısıyla yargılar. Kant’a göre güzel olan, doğrunun iyilikte gerçekleştirilmesidir. Kant’ın bu düşüncesinde Yunan felsefesinde olduğu gibi güzel’i iyi ile birleşik kılan bir ereklilik belirse de, Kant bunu biçimsel bir ereklilik “ereği olmayan ereklilik” olarak tanımlar. Daha açık bir deyiş ile güzel’in ereği kendisidir; güzel, güzel olduğu için istenilir. Güzel’in ereği başkaca hiçbir erek gözetilmeksizin, gene kendisinden doğan estetik hazdır. Güzel, burada bir ereğe koşulmuş olduğundan değil, sadece bir ereğin biçimi olduğundan güzeldir. Buysa, hiçbir karşılığı gerektirmeksizin, salt bir hazdır. Kant’a göre estetik yargı, bir beğeni yargısıdır. Güzel bir yargının nesnesidir. Kant bu yargıyı genellikle geçerli kılmak ister ve ortak estetik bir duygunun varlığını ileri sürer. Ona göre bu yargı, herkeste ortak olan ideal bir ölçüyü yansıtır. Bu yüzdendir ki Kant “ beğeniler tartışılamaz” anlayışına karşı çıkmakta ve beğenilerin tümel geçerli olmasını savunmaktadır.

EXİSTENTİALİZM (Varoluşçuluk): İnsanın dünyadaki varoluşunun somutluğuna ve sorunsallığına ağırlık vererek yorumlayan felsefi yaklaşımların ortak adı. İnsanın kendi kendini yarattığını söyler.

Varoluşçu düşünceye göre:

1) Varoluş her zaman tek ve bireyseldir. Bu yaklaşımıyla varoluşçuluk bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.

2) Varoluş öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlığın anlamının araştırılmasını da içerir. Bu yaklaşımıyla insanı verili, eksiksiz bir gerçeklik olarak gören ve anlaşılabilmesi için parçalarına ayrılması gereken, bir birim olarak algılayan nesnelcilik biçimlerinin ve bilimselciliğin karşıtıdır.

3) Varoluş insanın içlerinden herhangi birini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. Bu yaklaşımıyla her türlü belirlenimciliğin karşıtıdır.

4) İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir “dünyada var olma”dır. Bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarifsel bir durum içindedir. Bu yönüyle de varoluşçuluk yalnızca tek bir “ben” in varlığını vurgulayan tek benciliğin ve bilgi nesnelerinin zihnin içeriklerinden ibaret olduğunu vurgulayan epistemolojik idealizmin karşıtıdır.

Varoluşçuluk 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı maddi ve manevi çöküntünün içinden yeni bir anlayış biçimi olarak ortaya çıkmıştır. İnsan varlığının büyük bir tehlike içinde olduğunu, insanın istikrarsız bir dünyada yaşamak zorunda bırakıldığını “ dünyaya atılmış” olduğunu vurgulamıştır.

ETİK (Ahlak Felsefesi): İnsan eylem ve davranışlarını, ahlaki olanın özünü araştıran felsefe dalı.
PRAGMATİZM: Ahlakın hedefi, insan gereksinim ve isteklerinin karşılanması, insanların ahlaksal duyarlıkta sürekli olarak gelişmesi ve daha iyi bir toplumun oluşmasıdır. Saltık iyi ve saltık kötü yoktur. Önceden ahlaksal yasalar belirlenim, bunlara ulaşmak için çalışılmalıdır. Ahlaksal yasalar fiziksel yasalara benzetilebilir, çünkü formüller olarak hizmet ederek verili koşullar altında, belli karşılıkları vermede bize yol gösterirler. "Tüm ahlak toplumsaldır" İnsan ahlaksal yükümlülükler üstlenmeksizin bir toplumda yaşayamaz.

İDEALİZM & BRADLEY: Törel hedef "kendi"nin, yüksek ya da evrensel "kendi"ye ulaşılmasıdır. İnsan kendini sonsuz bir bütünün öz-bilinçli bir üyesi olarak, o bütünü kendi içinde olgusallaştırarak olgusallaştırır.

YENİ TOMİSTİZM & MARİTAİN: İnsan doğal olarak arama eğiliminde olduğu iyi bir ereğe yönelir ve insan çabasının hedefi iyilik ve kötülükten bütünüyle arı olan Tanrıyı sevmektir İnsan ahlaksal edimlerini akılla kontrol etmeli ve sağgörü ile yönlendirmelidir. İnsan bu yolla Tanrıya ulaşabilir ve buda son hedeftir çünkü Tanrı yalnızca iyilik taşır.

EVRİMCİLİK: Alm. Evolutionismus, Fr. evolutionisme, İng. evolutionism, Es. t. tekâmüliye

Evrim öğretisi. Her şeyi evrim açısından değerlendiren dünya görüşü.
1- Üst biçimlerin alt biçimlerden bir evrimle oluştuğunu dile getiren bilim ve felsefe öğretisi. Dönüşüm öğretisi ile eşanlamlı: Lamarck, Darwin vb. nın, türlerin doğal bir dönüşümle birbirinden türediğini ileri süren öğretileri.
2- Spencer'in ileri sürdüğü dirimbilimsel evrim öğretisinin genişletilmiş biçimi: Bu öğretiye göre, evrim yasası cansızlar dünyasından düşünceye, insanın kurduğu kurumlara değin her gerçek olana egemendir. İnsan anlağının hayvanlarınkine üstünlüğü evrimsel bir dönüşümün sonucudur; ahlak bilinci de bir evrim ürünüdür.

EYLEM: İnsanın yaptığı istençli hareket. İnsanın bir dış nedenle değil de, doğrudan doğruya kendisinin gerçekleştirdiği davranışları.
EYTİŞİMSEL ÖZDEKÇİŞİK: Alm. Dialektischer Materialismus, Fr. matérialisme dialectique, İng. dialectiacal materialism

Marx'ın, Engels'le birlikte geliştirdiği, Hegel'in eytişimsel gelişme düşüncesini ilke olarak alıp, bunu, kendi deyişiyle, "başaşağı" eden, felsefe öğretisi: Evreni devinim içindeki özdekten oluşmuş bir bütün olarak göz önüne alan "evren üzerine genel kuram". Bu kuramda şu ilkeler yer alır:
a. Evrenin yapısı özdekseldir; özdek, bilincin dışında ve bilinçten bağımsız bir gerçeklik olarak vardır; evrenin varoluş biçimi de devinimdir; evren olmuş bitmiş bir şey değil, eytîşimsel biçimde ilerleyen bir süreçtir; olaylar arasındaki bağlantılar, özü devinim olan özdeğin zorunlu gelişme ya- sasını kurarlar.
b. Gelişme süreci yalnızca niceliksel bir değişme olarak.değil, niceliksel değişmelerden niteliksel değişmelere geçen bir ilerleme olarak belirir. İnsanın bilinci de gerçekliğin eytişimsel yapısı ile bağlantı içindedir. Düşünce, gelişmesinde yetkinliğin en yüksek derece- sine erişmiş bir özdeğin ürünüdür; başka deyişle düşünce kendisi de doğanın bir ürünü olan insanın beyninin ürünüdür, beyin de düşüncenin organıdır; düşünce gerçekliği yaratmaz, tam tersine düşüncel olan insan' kafasına aktarılmış özdekten başka bir şey değildir.
c. Evreni ve yasalarını bilme olanağını yadsıyan idealizme karşıt olarak eytişimsel özdekçilik. evren ve yasalarının tümü ile bilinebileceği ilkesinden kalkar. Deneyle doğrulanmış bilgilerimiz nesnel bir doğruluğu gösterirler. Evreni, olayların birbirine bağlı olduğu, birbirlerini karşılıklı koşullandırdıkları birlikli bir bütün olarak ele alan bu kuramda, evrende bilinemez diye bir şey yoktur, yalnızca henüz bilinemeyen şeyler vardır, onlar da bilim ve teknik aracılığı ile bulunacak ve bilineceklerdir. bkz. eytişim, tarihsel özdekçilik, Marksçılık.

EZOTERİZM: Ezoterizm, asıl gerçeklerin yalnızca anlayabilecek yetenek ve bilgide olanlara bildirilebileceği görüşü üzerine temellenen bir öğreti sistemidir. Genel olarak, Arapça ve Eski Türkçe' de "Batiniyye", Fransızca' da "Esotérisme" ve İngilizce' de "Esoterism" ya da "Esotericism" karşılığıdır. Bu sözcügün Türkçe' de yeni kullanılan karsılığı "İçrekçilik" tir.

Ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tanımda dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, ezoterizmde aktarılan bilgiler ve görgülerin ister bilimsel, isterse töresel-dinsel nitelikte olabilmesidir. Ezoterizm bir öğreti sistemidir ve bu sistemle aktarılan öğreti bilimsel ve çağdaş olabileceği gibi, töresel ya da dinsel de olabilir. Ne var ki, Ezoterizmin bu özelliği çoğunlukla göz ardı edilir ve hemen her zaman Ezoterizmi, Gizemcilik (Mistisizm) ya da Gizlicilik (Okültizm) ile karıştırma yanlısına düşülür.
Ezoterizm sözcüğü, köken olarak Yunanca' daki esoterikos sıfatından türemiştir. Ezoterik biçiminde yaygın olarak kullanılan bu sıfat, "içrek yani dışa kapalı ve kendı içine dönük ya da apaçık olmayan" anlamlarına gelir ve bir topluluk ya da bir örgütü, bir yöntem ya da sistemi, bir yazı ya da konuşmayı nitelendirmek için kullanılabilir. Ezoterik sıfatı, "genel ve herkesin olabilen" anlamına gelen "eksoterik" (dışrak, İngilizcede Exoteric, Fransızcada Exotérique) teriminin karşıtıdır. Örneğin dinler eksoterik, Gizemcilik ezoteriktir. Antikçağın gizemci düşünürü Pisagor, öğrencilerini esoterikos ve exoterikos diye ikiye ayırır, gizli öğretisini yalnızca birincilere aktarırmış.

Ezoterik sıfatının tanımı gereği, bir öğreti sistemi olarak Ezoterizmin üç temel özelliği vardır:

* Öğretiyi alacak kişilerin özenle seçilmelerinden sonra, "inisiyasyon" yöntemiyle topluluğa kabul edilip yine aynı yöntemle ilerletilmeleri;

* Öğretilerin, inisiyasyon yöntemi uyarınca bir dereceler silsilesi içinde verilmesi;

* Öğretilerin kapsamında öncelikle simgelerin, allegorilerin ve özdeyişlerin kullanılmasıyla, bireye kendi gerçeklerini bulma yolunun açılması.

Görüldüğü gibi, Ezoterizm bir sistem olarak aktarılan öğretinin özünden bağımsızdır ve temelde biçimsel bir işleyişi nitelendirmektedir.

Ezoterik öğreti sisteminin doğusu, İnsanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. Ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunlugu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. Bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve İnsanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece Ezoterizm ortaya çıkmıştır. Ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı, zorunlu kılmıştır. Bu anlamda Aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; Aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.

Ezoterizm uygulayan toplulukların büyük çoğunluğu, ulaştıkları gerçeklere ilişkin bilgi ve bulgulardan yalnızca kendi üyelerinin yararlanmalarını öngörmez; kendi dışlarındaki toplumu ve tüm İnsanlığı da gözetirler. Ne var ki, yeterince uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, gerçeklerin gelişigüzel bir biçimde ortaya dökülmemesini ve saklı tutulmasını yararlı ve hatta gerekli bulurlar. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, gerçeklerin topluluk dışına yayılması, insanlığa maledilmesi geçikebilir.

Ezoterizmin kapalılık gerekçesi Hermesçiliğin su sözleri ile daha iyi anlaşilabilir : "Her us büyük gerçekleri kavrayamaz. Çoğunluk ya aptal, ya kötüdür. Aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka yol yoktur. Bulmak, bilmek, susmak gerek...". Benzer bir yaklaşımı Seyh Bedreddin' de de bulmak olanaklıdır : "Her bilgi kendi mertebesinde haktır. Gerçekler halka daha işin başında söylenirse, ya yollarını saptırırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. Ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır..."
Ezoterizmin işlevi, bazılarınca bilinen bir takım gerçeklerin, bilemeyenlere aktarılmasından ibaret değildir. Ezoterizmin işlevleri arasında, topluluk üyeleri arasında uyumlu bir iletişim sağlamak olgusu da vardır. Bu iletişim sayesinde, bilgileri geliştirmek, derinleştirmek, yenilemek, genişletmek ve olgunlaştırmak için olumlu bir yapı sağlanır.

Ezoterizmin temel kuralı gereği, bilgiler yalnızca yeterli düzeyde anlayış yeteneği olan ve bu yolda ilerleme özelliği gösterebilen kişilere aktarılmalıdır. Ezoterik sistemde çalışan bir topluluğa katılan kişiye bilgilerin tümü bir anda yüklenmez, kişi belli düzeylerde sınanarak daha ileriye gitme yeteneğinin olup olmadığı anlaşılmalıdır. Özellikle dinsel ve töresel nitelikte olan bilgiler açık ve belirgin bir kesinlikle verilmemeli, böylece öğretiyi alacak kişilerin kendilerine öğretilenleri putlaştırmaları önlenmelidir. Ezoterik sistem içinde bilgileri öğrenmeye başlayan kişi, yalnızca kendisi için öğrenmekle yetinmemeli, bilgilerini birleştirip olgunlaştırarak başkalarına da yararlı olmaya çalışmalıdır.

Ezoterizmi benimseyip uygulayan kuruluşlar ve topluluklar, kendi öğretileri kapsamında çoğunlukla din, töre, bilim ve sanat gibi konuları bir bütün biçiminde işleyip, öğretilerine göre yorumlamışlardır.

Bununla birlikte, salt "bilimsel", salt "dinsel-töresel" ya da salt "sanatsal" Ezoterizmden de söz edilebilir. Salt bilimsel Ezoterizm, yalnızca doğal ve evrensel gerçeklerin, bunların yaşalarının ardına düşmüştür. Salt sanatsal Ezoterizm, bireyler arasındaki iletişimin gelişmesinde öznelliği öne alarak, duyumsal algılamayı geliştirmeyi öngörür. Salt dinsel-töresel Ezoterizm ise, dinlerin akıl ve mantiğa uymayan öğelerini ayıkladıktan sonra, Tanrı buyruklarından içsel anlamlar çıkarmak yoluyla Gizemciliğe yaklaşır; eğer akıl ve deney yoluyla ulaşılan bilgilerin ötesinde, "sezgi" yöntemi ile sağlanabilen bilgilere öncelik verilirse Gizlicilik ile bağdaşır. Genel olarak dinsel Ezoterizmde, usa aykırı dinsel dogmaların, usa uygun bir yoruma kavuşturulma çabası da bulunmaktadır. Ne var ki, kimi ezoterik yorumcular, bu yorumlarda büsbütün usaaykırılığa düşmekten kaçınamamışlardır.

Ezoterizmi benimseyen topluluklar, kendilerine özgü bir çalışma yöntemi ve öğretisi olan, üyesi olmayan kişileri çalışmalarına almadığı gibi, öğretilerini kendi üyelerinden başkasına açmayan örgütlenmelerdir. Bir ezoterik topluluğun bu özelliği, onun bir "gizli örgüt" olmasını gerektirmez. Zira ezoterik bir topluluğun ya da kurumun varlığı, amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimler olduğu, çalışmalarının nerede yapıldığı, nasıl çalıştığı herkesçe bilinebilir. Bir ezoterik topluluğun gizli olarak nitelendirilebilecek tek yönü, üyelerinin kendi aralarında yaptıkları toplantı ve çalışmaların içeriğidir.

Kaynaklar:

Mason Sözlüğü, M. Özgen Ayfer

Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu

Dünya İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu