'Allah Her Şeyi Yarattı, -Hâşâ- O'nu Kim Yarattı?' Deniliyor.
Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de "Bu mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusudur.
Allah’ı kim yarattı diye sorduğunuz zaman otomatikman Allah (CC) yaratıcı olmaktan çıkıveriyor. “Yaratılan” konumuna geçiyor. O durumda da zaten “yaratılanın” da “yaratıcı” olması mümkün değil… Yani vagonları lokomotif çekiyor peki lokomotifi kim çekiyor sorusu gibi bir soru. Lokomotif “çeken” değil de “çekilen” olsa zaten lokomotif olmaktan çıkar vagon olur. Dolayısıyla bu soru karakter olarak mantıksız veya ancak böyle bir soruyu hayatı tanımaya çalışan çocuklar sorar.
Meseleyi iyi anladığımızda, yukarıdaki sorular da CEVABINI bulmuş olacak zaten aynı doğrultuda. Bilgisayar içindeki bir entegre diğer entegreye soruyor:
- Ben 3 voltla çalışıyorum. Sen kaç voltla çalışıyorsun?
Diğer entegre:
- Benim voltajım 2,8 diyor. İkisi beraber merak ediyorlar:
- ACABA BİZİ DİZAYN EDEN MÜHENDİS KAÇ VOLT İLE ÇALIŞIYOR? diye.
Halbuki, bilgisayar denilen sistemi yapanın, O SİSTEMİN DIŞINDA OLMASI gerektiği gibi, dizayn ettiği sistemin kurallarıyla KENDİSİNİN BAĞLI OLMAMASI lazımdır.
KENDİSİNİN, TAMAMEN O SİSTEMİN DIŞINDA BULUNMASI ve O SİSTEME HÜKMEDEBİLMESİ gerekir.
Öyle değil mi? Entegrelerin aralarında konuşup, dizayn edicilerini de, KENDİ TABİ OLDUKLARI BİR ELEKTRİK AKIMIYLA ÇALIŞMA KANUNUNA tabi kılmaları MANTIKLI ve MÜMKÜN DEĞİLDİR.
SİSTEMİ DİZAYN EDEN, SİSTEME KOYDUĞU KANUNA, KENDİSİ MAHKUM DEĞİLDİR!
İlaveten, sistemin içinde, O SİSTEMİN KANUNLARINA TABİ OLARAK YAŞAYANLAR, EĞER BAŞKA SİSTEMLERLE TANIŞMAMIŞLARSA, BAŞKA KANUNLARI ANLAMAKTA ZORLANIRLAR.
Hatta daha doğrusu ANLAYAMAZLAR.
Mesela ENTEGRE DEVRELER sadece ELEKTRİK AKIMI İLE ÇALIŞMAYI anlayabilirler.
Kimyasal enerji, nükleer enerji gibi sahaların kanunlarını belki hiç anlayamazlar. Onların anladıkları sınır, DİZAYN EDİCİ MÜHENDİSİN ÇİZDİĞİ sınırdır.
İşte YARATILMIŞ OLMAK da bizim içinde yaşadığımız bu alemin bir kanunudur; tâbi olduğumuz kanunlarından biridir. Ve bu alem içinde her kim yaşıyorsa YARATILMIŞTIR.
Şimdi bu alemin kanunlarına tabi olarak, içinde yaşayan birisi olarak, bizim kalkıp YARATICIMIZI BU ALEMİN KANUNLARINA TABİ KILMAK; ACABA BİZİ YARATANI KİM YARATTI? diye sormamız, yukarıdaki entegrelerin kendi aralarında konuşması misaline benzer. Yine buna benzer yukarıda da ifade ettiğimiz gibi anlamsız sorular ortalıkta çok dolaşir. Bu tip sorular, SİSTEMİN YARATICISINI, SİSTEMİN İÇİNE SOKMA, SİSTEMİN KURALLARINA TABİ KILMA uğraşısıdır. Mesela; Allah kaldıramayacağı kadar büyük bir taş yaratabilir mi? (haşa) yine böyle anlamsız bir sorudur. Bu anlamsız soru, sistemin kanunlarından birisi olan ÇEKİM KANUNUNA, O KANUNU YARATAN AllahI TABİ KILMA UĞRAŞIDIR. Yani yerçekimi kanununu Yaratanı, yine BU KANUNUN MAHKUMU gibi görmek yanlışına düşülür. Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun İDDİA OLMA VASFI yoktur.
Meselâ SONSUZDAN DAHA BÜYÜK BİR SAYI YAZILABİLİR Mİ? sorusu da, böyle çelişkili bir varsayıma dayanır. Bu sebeple HİÇBİR İLMÎ DEĞERE SAHİP DEĞİLDİR... Çünkü mantıksal olarak da; sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin! Eğer SONSUZ; sınırsız bir büyüklüğün sembolü ise, hiçbir rakam, sonsuz ile kıyaslanamaz. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse, o zaman da SONSUZLUK GERÇEĞİ ortadan kalkar. Dolayısıyla SONLU bir rakamın, SONSUZDAN BÜYÜK OLMA ÇELİŞKİSİ ve İMKANSIZLIĞI ortaya çıkar. Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için MANTIKÇA ve İLİM BAKIMINDAN, HİÇBİR KIYMET İFADE ETMEZ. Soruyu soran kimse BÜYÜKLÜK kavramını da yanlış yorumlamaktadır. Nasıl mı? Allahın büyüklüğü YARATTIKLARINA KIYASLA ortaya çıkan bir BÜYÜKLÜK değildir. Bütün isimleri ve fiilleri SONSUZ OLAN Allahın zatı, hiçbir mahluka benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlukatın büyüklüğüne benzemez, ölçüye girmez, tasvire sığmaz, takdirle bilinmez. Mahlukatın; yani bütün
YARATILMIŞ OLANLARIN büyüklüğü; BİRBİRİNE GÖREDİR. AllahIN BÜYÜKLÜĞÜ İSE, SINIRSIZDIR; NİHAYETSİZDİR Öyle ise; İçinde yaşadığımız SİSTEMİN / ALEMİN, tamamen BİZ İÇİNDE YAŞAYANLARI bağladığını, AllahIN İSE, BU KANUNLARA TABİ OLMADIĞINI bilmek lazımdır. Bunu bilmekle kalmayıp, İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ SİSTEMİ DİZAYN EDEN AllahIN MAHİYETİNİN NE OLDUĞUNU TAM OLARAK ANLAYAMAYACAĞIMIZI DA BİLMEMİZ LAZIM.. Gayret gösterelim ama ANLAMA SINIRIMIZIN; ANCAK ALEMİN DİZAYNERİ OLAN AllahIN BİZİM İÇİN ÇİZDİĞİ SINIR KADAR OLDUĞUNUN FARKINA VARALIM..
• Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (s.a.v..) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir.
Bu sûre ile şirkin bütün nev’ileri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)
Biz de Resûlulluh’a (s.a.v.) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:
"De 'ki O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Bu sûre Allah'ın varlığının, birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en cami bir ifadesidir ve Kur'ân-ı Kerîm'in tevhid noktasında bir özeti gibidir. Bu konudaki diğer âyet-i kerîmeler, bir bakıma bu sûrenin tefsiri hükmündedirler.
“De ki: O Allah'dır, Ehad'dir.”
Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir. Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi "adet olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir", "şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan " manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.
Cenâb-ı Hakkın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder.
Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan O’nu kimin yarattığı gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez.
(O) Allah'tır, Samed'dir.
Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, herşey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur.
Doğurmadığı gibi…
Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan münezzehtir.
"Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz. O'nun cinsi, nev'i, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan herşey, yine O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle olur."(2)
O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir. Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.
… doğmamıştır da.
Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez.
Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hıristiyanların "teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder.
Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir "Vacibu'l-vücud" yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur. (3)
Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakk'ın Zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir.
İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra söz konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:
Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz. Çünkü kim yarattı sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir.
Allahü Teâlâ Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur.
Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir.
Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile, vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?
Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne ulûhiyyetinde, ne rubûbiyetinde, ne mabudiyetinde, ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.
Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki: Allahü Teâlâ Hazretleri'nin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Herşeyi yaratan ve herşeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.
"İnkılâb-ı hakâik, ittifaken muhaldir ve inkılâb-ı hakâik içinde muhal-ender muhal, bir zıddın kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun."(4)
Soru bu hakikatin ışığında incelendiğinde şu tezatlar ortaya çıkar:
Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o halde, O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir.
Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi olan "Teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.
Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile haline sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.
Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:
On-onbeş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık "lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.
Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mes'ele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.
Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da, kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.
Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.
Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.
"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru soranlar “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.
Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin. (Bakara Sûresi, 2:32.)
Asra yemin olsun ki, insanlar mutlaka ziyandadır.. Ancak; iman edip iyi işler yapanlar, birbirlerine hep hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.. (ASR SURESİ)
Dipnotlar:
--------------------------
(1) Hak Dini Kuran Dili, 9/6272; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/554-555.; Suyûtî, Lübâbun-Nukûl, 11,199-211; Alusi, XXX, 27O-27I
(2) Elmalılı Hamdi Yazır H.D.K.D., Cilt 9, s. 6321
(3) Elmalılı Hamdi Yazır a.g.e., s. 6333
(4) Said Nursî, Sözler s. 65