Silsile-i Saadat ( Altun Silsile) Efendilerimiz (K.s)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
18-Ubeydullah-i Ahrar
« Yanıtla #25 : 31 Ocak 2009, 19:31:01 »
18-UBEYDULLAH-I AHRÂR

Türkistan'ın büyük velîlerinden. Kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn'dir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi. Annesi, hazret-i Ömer'in soyundandır. Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle tanınmıştır. 1403 (H.806) senesinde Taşkent'te doğdu. 1490 (H.895) senesinde Semerkant'ta vefât etti. Kabri oradadır.

Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri annesi nifastan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah-ı Ahrâr'ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah-ı Ahrâr'ı kucağına aldı.Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın babası Mahmûd Şâşî'ye; "Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:

"Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi. Bir ân O'nu unutmaz, bir ân O'ndan gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, kırlık bir yerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken ayakkabım düştü. O sırada bir gaflet ârız oldu. Bu işle uğraşırken, Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu; "Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allah'ı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anar sanırdım. Bülûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar bulunduğunu anlıyamamıştım. Allahü teâlânın, herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yarattığını sanırdım. Sonradan anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus ilâhî bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde edilebilir, hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş."

Amcasının oğlu Hâce İshak da şöyle anlatmıştır: "Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek, ona kabûl ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde olurdu."

Kendisi şöyle anlatır: Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah'ı (sallAllahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip; "Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdu.Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. "Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.

Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, "Mübârek olsun!" buyurdular."

Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent'te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O'nun ismini anmakla geçirdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı: "Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki; yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager'in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan'ın kabrine gittim. İçimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent'in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim. "Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."

Yine şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkend'de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum
Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent'ten Semerkant'a gönderdi. İki yıl müddetle Mâverâünnehr'deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ'ya ve Herat'a da giden Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan'a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan'a gittikten sonra, bir defâ daha Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat'ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî'den büyük zât görmedim. Zamânın şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir müddet sonra geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm. SeyyidKâsım Tebrîzî, Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi. Bir kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya; "Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gün kapısına varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin her gün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle dağılmalarını bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına "Bâbu" diye hitâb ederdi. Bana; "Bâbu senin adın nedir?" diye sordu. Ubeydullah (yâni 'ın kulu) dedim. "İsminin mânâsını gerçekleştir" buyurdu.

Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "SeyyidKâsım'ın sohbetine çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defâsında Seyyid Kâsım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın her ziyârete gelişinde, SeyyidKâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir hârikası, devrânının bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinden, içime Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkent'ten Semerkand'a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği üstünlükleri onda görüp anladım."

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün SeyyidKâsım hazretleri bana; "Bâbu! Zamânımızda hikmet ve hârika niçin az zâhir oluyor, bilir misin? Çünkü bu zamanda bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının, gönlün, kalbin tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamanda helâl lokma yiyen pek azdır. Bâtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan ilâhî esrâr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili olarak da; "Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım" dedi.

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de,Behâeddîn Ömer hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan şeyhlerinden Behâeddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdi.Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."

Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:

Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sordum. Yâkûb-i Çerhî'den aldığını söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî'nin büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı.Bunun üzerineYâkûb-i Çerhî'nin sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû'ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sırada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden uzatıp;

"Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illAllah) zikrini tâlim etti. Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!" buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: "Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek."

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti. 1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; "Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyurmuştur.

Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; "Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin." demiştir.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; "Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz." dedi. "Kabûl etmeyiz." buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.

Kendisi şöyle anlatmıştır: "Semerkand'daMevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim."

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."
 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
19-Kâdi Muhammed Zâhid (K.s)
« Yanıtla #26 : 31 Ocak 2009, 20:01:12 »
19-Kâdi Muhammed Zâhid K.S.


Kâdi Muhammed Zâhid hazretleri, Türkistan'da yaşamış büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on dokuzuncusudur. Annesi silsile-i aliyye büyüklerinden Yakub-i Çerhi hazretlerinin kızıdır.

Küçük yaştan itibaren ilim öğrendi. Daha sonra tasavvufa yöneldi. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe oldu. 12 yıl onun kalblere şifa olan sohbetlerinde bulundu. Ondan vazifesini devraldı. Birçok talebe yetiştirdi. Silsile-i aliyye büyüklerinden Derviş Muhammed hazretleri onun yetiştirdiği evliyadan biridir.

Memleketi olan Semerkand'da kalıp ilim tahsil ettikten sonra daha fazla ilim öğrenmek için bir talebesiyle Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. O sırada köye Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri teşrif etti. Onu ziyarete gitti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onunla biraz konuştuktan sonra, sohbete başladı. Sohbette Muhammed Zâhid'in hatırından geçenlere cevap verip, ona, "Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolay" buyurdu. Sonra onun yanına yaklaşıp, "Hirat'a gitmekten maksadın ne? İlim öğrenmek mi, yoksa tasavvuf mu?" buyurdu. Muhammed Zâhid dehşete kapılıp cevap veremedi. Yanındaki talebesi; "Onun asıl maksadı tasavvuf yoluna girmektir" diye cevap verdi.

Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri tebessüm edip; "O halde çok iyi" buyurdu. Sonra birlikte bahçeye çıktılar. Orada Muhammed Zâhid'in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri; "Belki sen benim yazımı okuyabilirsin" diyerek cebinden bir kağıt çıkarıp, “Bu kağıtta ibadetin hakikati ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılı” diyerek Muhammed Zâhid'e verdi.

Bu kağıtta şöyle yazılıydı:
"Bu saadet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve Onun resulüne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resulullah efendimize tâbi olmak suretiyle marifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Helal haram ayırmayan, dine uygun olmayan işler yapan cahil tarikatçılardan uzak dur."

Muhammed Zâhid'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi. Sadüddin Kaşgari'ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid'e yardımcı olunması yazılıydı. Bu hareketleri gören Muhammed Zâhid'in Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine karşı muhabbeti ve bağlılığı arttı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı, yol almaktan aciz kaldı. Buhara'ya 36 km kalmıştı ki, şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de Humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devam ederse helak olacağını anladı. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin huzuruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Gelip umduğuna kavuştu.

Buyurdu ki:
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, keramet göstermek değildir. Dervişlik; gönlü, masivadan, [Allahü teâlâdan başka her şeyden] yüz çevirmektir. Bir yandan günah işleyip, bir yandan da, "Estağfirullah" demek, istiğfar değildir. İstiğfar; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır.
 Muhammed Zahid (k.s.)
 Kısa Çizgilerle Hayatı:

Nakşbendiyye'nin Ubeydullah Ahrar'dan İmam-ı Rabbani'ye kadar olan dönemdeki adı"Ahrariyye." Ubeydullah Ahrar'dan emaneti alan ise Muhammed Zahid. O da silsiledeki Yakub Çerhî'nin kızının oğlu. Reşehât'ta kendisinden "Kadı Muhammed" diye bahsedildiğine bakılırsa dinî ilimlerde "Kadılık" payesine ulaşacak bir derinliğe sahip olduğu, belki kadılık da yaptığı anlaşılmaktadır. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. 855/1451 yılında Ubeydullah Ahrar'a intisab etti. On iki yıl süreyle şeyhinin yanında ve hizmetinde bulundu. Silsiletü'l-arifîn ve tezkiretü's-Siddikıyn adlı Farsça eserinde özellikle şeyhi ile olan münasebetlerini Nakşî tarikatı adabını, tasavvufun belli esaslarını anlatmaktadır. Şeyhinin vefatından sonra yerine irşad makamına oturdu. 936/1529 yılında vefat edinceye kadar bu görevi sürdürdü. Kabri Hisar'da Vahş denilen yerdedir.

Kadı Muhammed Efendi, gençlik yıllarından itibaren riyazat ve mücâhedeye meraklı, ibadete düşkün bir kimseydi. Belki de bu yüzden "Zahid" lakabıyla anılır olmuştu. Ubeydullah Ahrar'a İntisabı:

Kadı Muhammed Efendi, şeyhi Ubeydullah Ahrar'a intisabını şöyle anlatıyor:

- Şeyh Nimetullah adında biriyle Herat'a gitmek üzere Semerkant'tan yola çıktık. Mevsim yaz, havalar çok sıcaktı. Şaduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Biz orada iken Ubeydullah Ahrar hazretleri de o köye geldi. Ziyaretine gittik. Tanıştıktan sonra aramızda güzel konuşmalar oldu. Sohbet sırasında Ubeydullah Ahrar, içimdeki bazı sorulara cevap verdiği gibi Herat'a gidiş sebeplerimizi de tek tek saydı. İnsan ruhunu okuyan kamil bir zat karşısında olduğumu anladım. Ancak içimdeki Herat'a gitme arzusu kaybolmadı. O bana Herat'a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.

Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittim. Beni kapıda karşılayan bir müridi, "Efendi hazretlerinin yazı yazmakla meşgul olduğunu" söyledi. Bir süre sonra geldi ve elindeki kağıdı bana uzatarak:

"Bu. benim sana nasihat ve vasiyetimdir" dedi. Kağıtta şunlar yazılıydı: "İbadetin hakikati benlikten geçmek, 'ın azameti karşısında titremek, tazarru ve inkisar halinde bulunmaktır. Bu manalar gönülde, ilahî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadete aşk ve muhabbetle eritir.

Aşk ve muhabbetin zuhuru Kainatın efendisine uymakla kabildir. İttiba; yani O'na uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber varisi, maneviyat alimi mürşitlere uymak gerekir. Alimliğini dünya kazancına vesile sayan, makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsı olmayan ilim ehlinden uzak durmak lazımdır. Kendilerim büsbütün musiki ve sema ve raksa veren ve halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak icap eder. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına zıt fikirler dinlemekten sakınmak şarttır. İlim tahsilim Allah Rasulü'ne ittibaın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu gözle bakmak tek çıkar yoldur."

Kadı Muhammed, bu vasiyeti alıp okuduktan ve Ubeydullah Ahrar'a veda ettikten sonra Buhara yolunu tuttu. Veda sırasında Ubeydullah Ahrar, kendisine Sa'deddin Kaşgarî'nin oğlu Şeyh Gilan'a verilmek üzere bir mektup daha verdi. Mektupta şunlar yazılıydı: "Bu mektubu getiren zata dikkat edin, alaka gösterin. Onun uygunsuz yabancılarla dolaşmasına mani olun, onu aranıza alın." Kadı Muhammed, elinde bu mektupla yola koyuldu. Buhara'ya varıncaya kadar, başına gelmedik kalmadı. Hummadan göz ağrısına kadar türlü dertlere müptela oldu. Altı tane at değiştirdi. Nihayet Buhara'ya vardı. Fakat karşı konulması imkansız bir cazibe onu Semarkand'a Ubeydullah Ahrar cihetine doğru çekiyordu. Biraz dinlenip kendisini toparladıktan sonra uçarcasına tekrar Semerkand yolunu tuttu. Yolda Taşkent'e uğradı. Orda Şeyh İlyas Aşkî'yi ziyaret etmek istediyse de kitaplarını ve eşyalarını kaybetti. Bunun üzerine bu ziyaretten de vazgeçti ve kendisinin cazibe merkezi olan Semerkant'a, mürşidinin yanına koştu. Şeyhi onu kapıda karşıladı ve "Hoşgeldin, safalar getirdin, merhaba" diye hüsn-i kabul gösterdi.

Ubeydullah Ahrar onda üstün bir istidad sezmişti. Çünkü o, tasavvufun inceliklerim ve ariflerin zarif nükte ve mefhumlarını kavramakta tam bir maharet sahibiydi. Ubeydullah Ahrar hazretleri ince sırları, mürid ve halifeleri içinde en çok onunla konuşurdu. Hatta bazan onun bu konudaki tepkisini ölçmek için şöyle sorardı: "Bizim söylediklerimiz, çocukluğunda anne-babandan, gençliğinde hocalarından öğrendiğin inanç ve bilgilere ters düşmüyor mu? Bu anlattığımız incelikleri kavramada sıkıntı çekmiyor musun?" "Hayır" cevabım alınca da: "Öyleyse seninle bu konuları konuşabilirim." derdi. Aslında büyük mürşitlerin ilmi hakikate dair konuları ancak istidadlı müritlerine anlatmaları adabdandı. Çünkü herkese anlayabileceği dilden konuşmak, anlayabileceği ölçüde anlatmak gerekliydi.

Diri Kedi, Ölü Aslan:

Kadı Muhammed Zahid, şeyhinin hizmetinde bulunduğu yıllarda Semerkant'ta Hoca Zekeriya adlı bir şeyhin kabrini ziyarete gider. Fakat kendisinde bir fevkaladelik hisseder, dayanılmaz bir karın ağrısıyla ayağım türbe kapışma koymuşken, kendini dışarı atar. Şeyhinden izinsiz geldiği için bunların basma geldiğine hükmeder. Adeta irade ve ihtiyarı elinden alınmış bir halde şeyhinin yanına döner. Muhammed Zahid, daha. bir şey söylemeden Ubeydullah Ahrar ona: "Bilmez misin ki, diri kedi, ölü aslandan üstündür" diyerek irşadda, ölmüş şeyhlere değil, hayatta olan mürşitlere bağlanıp rabıta yapılması gerektiğine işaret eder.

Fakirlikle Sınanması:

Ubeydullah Ahrar hazretleri son demlerini yaşamaktadır. Bütün evlatları ve halifeleri etrafını çevrelemişlerdir. ? Kendisinden emaneti teslim alacak Muhammed Zahid de ordadır. Ubeydullah Ahrar der ki:

- "Bizim ihvanımızdan her birinin fakirlik ve zenginlikten birini seçmesi gerekmektedir. Kadı Muhammed, sen bunlardan hangisini seçersin?" O da şu cevabı verir:

- "Ben, sizin bize münasip göreceğinizi seçerim"

Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar, muhasiblerinden birine dönerek şöyle buyurur:

- "Mevlana Kadı Muhammed'e dört bin altın verin. O fakirliği seçti. Bu meblağı yanındaki ihvanın geçimi için sermaye yapsın, ihvanın geçim işi zihnini meşgul etmesin."

Kadı Muhammed belki de fakrı ve bilinmezliği ihtiyar ettiği için, hakkında yazılanlar ve bilinenler pek sınırlıdır.

- rahmetullahi aleyh- 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
20-Derviş Muhammed Semerkandî (k.s.)
« Yanıtla #27 : 31 Ocak 2009, 20:04:53 »
20-Derviş Muhammed Semerkandî (k.s.)


 Orta boylu, güzel yüzlü, buğday tenli, aksakallıydı. Azaları düzgün yapılı ve mütenasipti. Zahir ve batın ilimlerini bilen bir veliyi-kamil idi. Herkesin anlayacağı dilden konuşma özelliğine sahipti. Kabiliyet ve yetenekleri ortaya çıkarıp geliştirmede mahirdi. Cezbe ve istiğrakı sahi ve temkînine galip, isimsizliğe talip bir gönül eriydi. Bu yüzden "Derviş Muhammed" diye anılırdı.

Altın Silslle'nin 21. halkası Derviş Muhammed, Semerkantlı. Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu. Emaneti ondan aldı. İlim ve irfanı ondan okudu. Onun gönül tezgahında muhabbet dokudu ve erenler kervanına katıldı.

Dayısına intisap etmeden önceki gençlik yıllarında tam on beş yıl züht, riyazet ve mücahide ile geçirdi. Barınağı viraneler, azığı açlık, işi zikir ve fikir olmuştu. Bir gün açlıktan iyice mecalsiz düşmüştü. Basını semaya kaldırıp acizliğini itiraf ile "Allahım" diye yakardı. Hak Teala hemen karşısına Hızır'ı hazır etti. Hızır ona:

- Sabır ve kanaat sahibi bir kul olmak istiyorsan dayın Kadı Muhammed Zahid'e git. Gireceğin mana yolunu o, sana öğretir, dedi.

Derviş Muhammed bunun üzerine Muhammed Zahid'in dergahına koştu. Teslim oldu. Onun himmeti altında hizmete başladı. Derslerinde yetişti, sohbetinde pişti. Halkı Hakka çağırabilecek bir kemale erişince şeyhi ona hilafet hırkası giydirdi. Şeyhinin vefatından sonra da postuna oturdu ve 970/1562 yılında vefat edinceye kadar bu hizmeti sürdürdü. Kabri Semerkant civarında Büster kasabasının Dasferar köyündedir.

Şeyhliği sırasında Semerkant bölgesinde dalalet ve bidatlerle mücadele etti. İnsanlara tebliğ ve irşad hizmeti götürmek için azimle çalıştı. Pek çok mürit ve müntesip yetiştirdi. Fakat, belki bilinmezliği ihtiyar ettiğinden, belki de Ubeydullah Ahrar ve Kadı Muhammed Zahid gibi, eserleri ve halifeleri İslam dünyasının her taratma yayılmış gönül sultanlarından hemen sonra gelmesinden, biraz gölgede kaldı. Bu yüzden gerek kendisi ve gerekse kendisinden hemen sonra emaneti devralan Hacegî Muhammed İmkenegî hakkında kaynakların verdiği bilgiler, yok denecek kadar azdır.

Derviş Muhammed'in yaşadığı yıllarda Osmanlı ülkesinin basında Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman gibi güçlü sultanlar bulunmaktaydı. îlmî, edebî ve tasavvufi hayat oldukça canlıydı. Merkez Efendi ve Sünbül Efendi gibi Halveti şeyhleri sultanların yakın çevresini tesirleri altına almış ve onların gönül dünyalarını aydınlatmaya çalışmaktaydı.

Nakşibendiyye'nin Ahrariyye kolu şeyhleri, daha Ubeydullah Ahrar'ın sağlığında tesirlerini sultan Fatih'e kadar duyurmuşlardı. Fatih Sultan Mehmed'in büyük bir saygı duyduğu ve duasını talep için elçiler gönderdiği Ubeydullah Ahrar'ın halifeleri daha bu yıllarda Anadolu'ya ve hemen ardından İstanbul'a ulaştılar. Simavlı Abdullah İlahî, bunların ilkidir. Abdullah îlahînin yetiştirdiklerinden Fatih'te medfün Emir Buharı ve Nefehatü'1üns mütercimi Bursalı Lamii Çelebi, Ahrariyye'nin önemli temsilcilerinden olmuşlardır. Kaynaklar, ilk Nakşibendi erenlerinden bazılarının Timur ordusu içinde Anadolu'ya geldiğini yazmaktadır. Timurlularla ilişkisi bulunan Nakşiler, önceleri Osmanlılara yaklaşmakta tereddüt etmişlerse de Fatih döneminde Ubeydullah Ahrar ve Molla Cami ile bu yol açılmış oldu. Ubeydullah Ahrar'ın halifeleriyle başlayan bu çığır, Osmanlı ülkesinde uzun, süre etkili olamadı.

Nakşibendiyenin Osmanlı ülkesinde en etkili olduğu dönem, Mevlana Halid el-Bağdadî'den sonraki dönemdir. İmam-ı Rabbanînin Müceddidiyye'si ile başlayan bu ikinci tanışma, Mevlana Halid ile zirveye ulaştı ve XIX. asırda Nakşilik İstanbul, Anadolu ve Balkanlar'da en yaygın tarikat konumuna geldi. 
 
 
 
 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
21-Hacegi Muhammed İmkenegî (k.s.)
« Yanıtla #28 : 31 Ocak 2009, 20:06:46 »
21-Hacegi Muhammed İmkenegî (k.s.)

 Esmer tenli, yuvarlak, aydınlık yüzlü, seyrek sakallıydı. Feyz ve cez-besi yüksekli. İbadet ve zühde düşkündü. Kerameti zahir ve bahir olmakla birlikte sırrım insanların gözünden saklardı. "Kendisini bilen, Rabbını bilir" kaidesince kendi özündeki gerçeğe ermeğe büyük gayret sarfederdi. Tasavvufî disiplinin maddî ve manevî izleri hayatında görülebilecek olgunluktaydı.

Altın silsilenin 22. halkası Hacegî Muhammed îmkenegî, 21. halkadaki Derviş Muhammed'in oğlu ve halifesi. 918/1512 yılında Semerkand ile Buhara arasındaki İmkene köyünde doğdu. İlk temel İslamî bilgileri de, ileri seviyedeki tasavvufi incelikleri de babasından öğrendi. Sağlığında vekili, ölümünde halifesi oldu.

Hacegî, "hoca" anlamına gelen ve Nakşî şeyhlerinin adlarının basında "şeyh" manasına kullanılan "hace" kelimesinden. Sonundaki nisbet "ya" sı sebebiyle Farsça kaideye göre "h" harfi "g"ye dönüşmüştür. "Hacegî" hacegan yoluna mensup demektir.

"İmkenegî", İmkene'li anlamına. Aynı kaideye göre nisbet "ya"sı gelince "h" sesi "g"ye çevrilmiş.

Osmanlı devletinde tasavvufun en canlı olduğu yıllarda yaşayan bu gönül eri de babası gibi, meçhul kalanlardan. Bir asra yakın ömür sürerek 1008/1599 yılında vefat ettiği ve yaklaşık 38 yıl şeyhlik ettiği halde Osmanlı ülkesinde pek tanınmıyor. Belki bugün Taşkent ve Buhara kütüphanelerinde komünist zulmünden kurtulabilen kitaplarda onlara dair bilgiler bulunabilir. Ayrı bir araştırma konuşu. Bizim en önemli kaynağımız olan Abdullah b. Muhammed el-Hanî'nin el-Hadaiku'1-verdiyye fî hakaik ecillai'n- Nakşbendiyye, adlı eserinde bilgiler çok sınırlı. Ancak orada adı geçen Şerhu silsileti'z-zeheb diye bir eser var ki, biz henüz ona ulaşamadık. Türkî cumhuriyetlerin kapılarının açılmasından sonra sanırız ki. bu araştırmalar daha da kolaylaşacaktır.

ve minAllahi't-tevflk. 
 
 
 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
22- HACE MUHAMMED BAKİBİLLAH (K.S.):
« Yanıtla #29 : 31 Ocak 2009, 20:08:18 »
22- HACE MUHAMMED BAKİBİLLAH (K.S.):

Silisile-i Saadat’ın yirmi ikincisi Hace Muhammed Baki Billah Hazretleridir. Hace Muhammed Baki Billah (K.S.) Hazretleri hicretin 972. Senesinde Kabil’de doğmuştur. Büyüklük hali daha çocukluk zamanı da simalarında belli olurdu. Şefkat ve merhameti o kadar çoktu ki, bir defasında Lahor şehrinde kıtlık vaki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o’nlar da Lahor’da bulunuyorlardı. Hatta birkaç gün yemek bile yemedi. Ne zaman huzurlarına yemek getirseler: “İnsanalar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz.” Derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtır, “Geceyi Rabbimin yanında geçiririm” Hadisi Şerifine varis olarak kendisi ise ruh kuvveti ile yaşardı. Her işte azimet ve evla olan ile hareket ederdi.

Muhammed Bâkibillah hazretleri,  İmam-ı Rabbani hazretlerinin hocasıdır. 1563 yılında Kâbil?de doğdu. Kâbil´den Semerkand´a gidip, zamanın en büyük âlimlerinden olan Mevlanâ Sâdık-ı Hulvâni´den gerekli ilimleri öğrendi. Yüksek yaratılışı ve kabiliyeti ile kısa zamanda, talebeler arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Sonra tasavvufa yönelip, bu yolun büyük âlimlerinden bâtıni ilimleri öğrenerek yüksek dereceye ulaştı. Hâcegi İmkenegi hazretlerinin sohbetleri, Behaeddin Buhari ve halifelerinin ruhaniyetlerinin yardımı ile, bu büyükler silsilesine dahil oldu.

Muhammed Bâkibillah hazretleri hocasının emriyle Hindistan´a gidip, bir sene Lahor´da kaldı. Oradaki âlimler onun sohbetine gelip, istifade ettiler. Sonra Delhi´ye gidip, vefatına kadar orada kalarak, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddette, pekçok âlim ve veli yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halifesi olan, ikinci bin yılın müceddidi, İslam âlimlerinin gözbebeği imam-ı Rabbani gelir. İmam-ı Rabbani hazretleri yetişip kemale gelince, Muhammed Bâkibillah hazretleri bütün talebelerinin yetiştirilmesini ona bıraktı.

Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dine uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinaye ve ima ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i maruf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret sarf ederdi. Sohbetlerinde hiç bir müslüman kötülenmezdi. Eğer birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir düşünce geçse, derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi övücü sözler söyleyerek konuşmaya başlardı.

Hân-ı Hânân ismiyle meşhur padişah Abdürrahim Hân onu sevenlerden biri idi. Bâkibillah hazretlerinin hacca gideceğini duyunca, yol parası olarak bol miktarda para gönderdi. "Bu hediyemi, lutfederek kabul buyurun efendim" dedi. O ise, ?Müslümanların paralarını harcayarak hacca gitmemiz uygun olmaz" diyerek kabul etmedi ve hacca da gitmedi.

Yemek pişirenin abdestli olmasını, yemek pişirirken dünya kelamı söylenmemesini tembih ederdi. "Salih olmayanın yemekleri feyzin gelmesine engel olur? buyururdu. Evliyadan bir zat gelip,; "Hâlimde bir bağlanma, kalbimde bir sıkıntı hissediyorum, fakat kabahatimin ne olduğunu bilemiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "Yemeğinde ihtiyatsızlık vâki olmuş" buyurdu. "Her gün aynı yemekleri yiyorum" dedi. Hâce hazretleri, "İyi düşün? dedi. İyice düşününce, "Evet efendim şimdi hatırladım, yemek pişerken, helal olduğu şüpheli iki üç odun yakılmıştı" dedi.

Bir gün Hâce Hüsameddin´in haber vermesiyle, görevliler içki içen ve başka kötülükler yapan bir genci yakalayıp hapse attılar. Hâce hazretleri bunu duyunca, Hâce Hüsameddine sitem etti. O da: "Çok kötü bir gençtir" deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki: "Sen kendini iyi gördüğünden o sana kötü görünüyor. Fakat biz kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onu kötüleriz?"

Sonra o genci, hapisten çıkardılar. O genç, komşusu hâce hazretlerinin yakın alakası karşısında son derece memnun olup, günahlarına tevbe ederek salihlerden oldu.