Toggle navigation
Ana Sayfa
Yardım
Giriş Yap
Kayıt Ol
Giriş Yap
Kayıt Ol
×
Close
Giriş Yap
Remember me
Sorular ve Cevaplar
Bilgi Bankası
Edebiyat ve Hobi
Nasıl Bir Gençlik
Röportaj
Konu:
Hz. Muhammed’i okurken onun özelliklerini çok önemsedim ORAL ÇALIŞLAR RÖPORTAJ
« önceki
sonraki »
+
Yazdır
Sayfa: [
1
]
Aşağı git
Hz. Muhammed’i okurken onun özelliklerini çok önemsedim ORAL ÇALIŞLAR RÖPORTAJ
0 Yanıt
4498 Gösterim
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Halime
***Sen kaldırım taşlarını dize dur önüme, ben toprağa basa basa senden uzaklaşıyorum ***
Join Date: Nis 2008
Yer: İsk€nd€run
2695
+198/-0
Cinsiyet:
Ve Birgün Bu Dünya Gül Bahçesine Dönecek..
Hz. Muhammed’i okurken onun özelliklerini çok önemsedim ORAL ÇALIŞLAR RÖPORTAJ
«
:
22 Eylül 2008, 09:57:21 »
Oral Çalışlar'a göre Hz. Muhammed
Cumhuriyet gazetesinden Radikal'e geçen devrimci yazar Oral Çalışlar, "Hz. Muhammed’i okurken onun özelliklerini çok önemsedim" diyor ve anlatıyor:
Türkiye'deki kutupların sesini yükseltmeden çatıştığı bir dönemden geçiyoruz. Bir taraftan Genelkurmay Ergenekoncuları ziyaret ettiriyor, gazetecilerle buluşuyor; diğer taraftan Aydın Doğan, Başbakan Erdoğan tartışması devam ediyor. Biz de bu sessiz savaşı yazar Oral Çalışlar’la konuştuk.
Çalışlar, Deniz Gezmiş’in arkadaşlarından olup ‘68 kuşağı’nın önemli isimlerinden. 1968’de yayına başlayan Aydınlık Dergisi’nde yazılar yazdı, 1978’de Aydınlık Gazetesi’nde yayın yönetmenliği yaptı. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde tutuklandı, yaklaşık yedi yıl hapis yattı. 1992 yılında başladığı Cumhuriyet Gazetesi yazarlığına kısa bir süre önce son vererek Radikal Gazetesine geçti. Çalışlar, siyasî hayatının ona çok şeyler öğrettiğini söylüyor ve Türkiye’nin demokratikleşmeyle sorunlarına çözüm bulacağını ifade ediyor. 1982 Anayasasının her türlü diktatörlük yönetimine açık olduğunu belirterek sivil demokratik bir anayasa isteğini tekrarlıyor.
* Türkiye, siyaset ve medya tarihine şahitlik etmiş biri olarak geriye dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz?
Geçmişime baktığımda siyasî ve gazeteci kimliğim içi içe geçmiş durumda. 12 Mart ve 12 Eylül Askerî Darbeleri sonuç olarak benim yedi sene hapiste yatmama neden oldu. Askerler her geldiğinde bizi içeri attılar onun için askerî darbelerle bir akrabalığım var. Bunun dışında çocukluğumda yaşadığım 27 Mayıs Darbesi var. Benim ailem Halk Partisi’nin yönetimlerinde bulunmuş insanlardı. 27 Mayıs Darbesi sırasında çok sevinmiştik. Hatta ben Yüksek Adalet Divanı 15 kişiye idam verdiği halde, Millî Birlik Komitesi neden sadece 3 kişi idam etti diye üzülmüştüm. Bu düşüncenin ne kadar korkunç bir düşünce olduğunu darbelerle yüzleşince anladım. Benim hayatım askerî darbelerle hesaplaşma tarihi olarak geçti. Tabiî bir de misyoner kuşaktan geliyoruz.
* Nasıl bir misyonerlik?
1960’lı yıllar dünyada yükselen bir sol hareket vardı. Biz de Türkiye’yi daha güzel bir Türkiye yapmak için dünyadaki sosyalist modelleri kendi meşreplerimize göre benimseyip devrim yapacağını zannettik. Büyük fedakârlıklarla halka yöneleceğiz ve bu köhne düzeni değiştireceğiz diye hareket ettik.
* Geçmişe dönüp bakıldığında istenmeden de olsa köhne düzenin bir parçası haline geldiğinizi düşünüyor musunuz?
Tarihi farklı dönemlerde farklı şekillerde okuyabilirsiniz. On sene önce okuduğunuzda fedakârlık olarak görülen bir olay otuz sene sonra bambaşka bir bakış açısıyla okunabilir. 68 kuşağının misyonerliğini abartılı bir şekilde anlatanlar olduğu gibi, başkalarının ajanıymış gibi lanse edip yerin dibine sokanlar da var. Bence, ikisi de doğru değil. Biz genç yaşımızda adaletsizliğe uğrayan insanlara koştuk. Genç yaşımızda taşıdığımız bu misyon kendi içinde zaafları da bereberinde taşıyordu. Deniz Gezmiş asıldığında 25 yaşındaydı, benim oğlum 30 yaşında, ben ona hâlâ ‘bebek’ gibi bakıyorum.
* Benim kafama sizin Millî Birlik Komitesi’nin sadece 3 kişiyi idam etmesine üzülmeniz takıldı. Sizi bu ruh haline sokan yapı, düşünce, siyaset, ismi her neyse sizce neydi?
Şu anda yaşadığımız aşırı kamplaşma ve birbirini yok etme kültürü o günlerde de vardı. İki taraf da birbirini yok etme güdüsüyle hareket ediyordu. 14 yaşlarında olduğum dönemde, DP bütün kötülüklerin kaynağı gibi geliyordu. “Öyle bir sille vurulsun ki, Türkiye’nin önü açılsın” diyordum. Kendi kendime vicdan muhasebesi yaptığımda böyle düşündüğüme çok üzülüyorum. Beni böyle düşündüren koşullarda yaşamak istemiyorum. Böyle birşeyin yaşanmaması için birşeyler söylemek gerektiği inancıyla bunları anlatıyorum. Hâlâ o kamplaşma kültürünün içinde olduğumuz için bunları söylüyorum.
* Bugün araçlar değişti galiba?
Bugün idam cezası kalmadı, ama sizin söylediğiniz gibi metodlar değişti. Bu kamplaşma ortamına baktığımızda en azından bir kesimin yok edecek acımasızlığa yatkın olduğunu görüyoruz.
* Böyle düşünen bir insan darbeleri ve ‘Ergenekon’ gibi acımasız bir örgütü savunan gazetede nasıl çalıştı diye bir soru gelebilir?
Gelsin... Türkiye’deki bütün medyayı kuşatan ekonomik, siyasî, ideolojik tercihleri aşmama imkân yok. Mecburen bir yerde çalışacağım. Çalıştığım yer bana tahammül ettiği sürece orada çalışmaya devam ederim. Ben 16 yıl ne düşündüysem Cumhuriyet’te onu yazdım. Benim onlara tahammül etmem yanında onların da bana tahammül etmeleri var. 16 yıl onların düşüncesinin tersine birşeyler yazdığımda bütün gazetelerde olabilecek konuşmaların dışında bana müdahale etmediler.
* Sizce Türkiye’de ilkesellik sorunu mu var? Sanki duruma göre pozisyon belirleme söz konusu.
Türkiye’de demokrasi kültürü yok. Siyasî partilere baktığınızda padişahlık sistemini görüyorsunuz. Öbür taraftan toplum içinde yerleşmiş bir demokrasi kültürü bulamıyorsunuz. Türkiye’deki bu kamplaşmada taraf olmazsanız herkes size kızıyor. Taraflardan birinin parçası olduğunuzda ise onun kurallarına, ihtiyaçlarına uymak durumunda kalıyorsunuz. Yani nereden bakarsanız bakın, bir baskı altındasınız. Bizim gibi insanlar tarafsız yaklaşmaya çalışıyorlar. Ben Cumhuriyet’te çalışırken bile Erdoğan’a haksızlık yapıldığında onu savunan biriydim. Bugün haksızlığa uğrasa gene savunurum.
* Sizce bu kutuplaşmadan ve baskıdan niye kurtulamıyoruz?
Demokrasi ve hoşgörü kültürü toplumsal mesele ve bunların topluma yerleşmesi zamana ihtiyaç duyan şeyler. Siyasî partiler kanunu böyle olduğu sürece, kafalarında demokrasi olmayan siyasiler mecliste olduğu sürece buradan demokrasi çıkmaz. Bunun dışında toplumsal olarak siz çocuğu döverek terbiye etmeye kalkıyorsanız demokrasiyi baştan reddediyorsunuz demektir. Bu toplum başkasını kendine benzetmekten, baskı uygulamaktan zevk alıyor. Oruç tutmayana baskı yapanla, başörtülüye baskı yapan zihniyet aynı, ikisi de gerici...
* Bir de kutuplaşmalar sürecinde birbirini tanımadan korkan kesimler var. Sizce bu korkuların bir kısmı insanların birbirini tanımamasından kaynaklanıyor olabilir mi?
Bu kesimlerin birbiriyle temas etmesi, birbiriyle alış veriş etmesi lâzım. Kutuplaşmalar iki kesimi birbirinden koparıyor ve temas şansını yok ediyor. Siz tanımadığınızdan korkarsınız. Bu uzlaşma zemininin güvencesi, güven vermeyen siyasiler değil, toplumun ve devletin demokratik dönüşümüdür. Siz bir taraftan AB’ye karşı çıkıp bir taraftan da başörtüsünden korkamazsınız. Bunun sonucu “Asker gelsin bizi kurtarsın”a gider. Öbür taraftan AKP’ye “şeriat getirecek misiniz?” demek yerine AB konusundaki zaaflarıyla mücadele etmek lâzım. 1982 Anayasası her türlü diktatörlüğün önünü açan bir anayasa, onun için bundan kurtulmamız gerekiyor. Farklı düşüncelerin ortaya konulabileceği, konuşulabileceği, örgütlenebileceği bir sistem için demokratik bir anayasaya ihtiyacımız var.
* Demokratik yeni bir anayasa yaptığınızda “Asker gelsin bizi kurtarsın” diyenler endişeye düşüyor. Kurtarıcıları yok edilmiş hissediyorlar...
Anayasa değişikliğine sadece militarizmin siyasetten uzaklaştırılması olarak değil, parti içi demokrasiden tutun, mecliste herkesimin temsil edilmesine kadar geniş bir yelpazeyle bakmak lâzım. Batıda seçim barajları yüzde 2.5 istisna olarak da yüzde 5. Bu oranın altındaki siyasî hareketlerin mecliste temsil edilmesi noktasında bile önlemler var. Eğer siz bunları yapmayıp sadece askeri siyasetin dışına çıkarırsanız bile mesele çözülmez. Demokrasilerde askerin siyasetten çekilmesi temel mesele, ancak bizdeki Siyasî Partiler Kanunu yöneticilere sonsuz yetkiler veriyor.
* Bir taraftan militarizm, bir taraftan Siyasî Partiler Kanununu değiştirmeyen siyasiler, sanki halk arada sıkışmış gibi?
Halk son seçimlerde demokrasiden yana olduğunu gösterdi. AKP’ye parti bağlamı dışında demokrasiden yanayım diye oy verdi. Ama AKP Siyasî Partiler Kanununu hâlâ değiştirmiyor. Genel merkezin tayin ettiği bir meclisin halkı temsil kabiliyeti olamaz. Meclis demokrasiyi üç parti liderinin temsil ettiği bir meclis. Benim gazeteci milletvekili arkadaşlarım var, onların haline acıyorum. Şahsî iradelerini gösteremiyorlar, genel merkezin ağzına bakıyorlar. Gazeteciyken fikirlerini açıkça söyleyebiliyorlardı.
* Genel başkanın baskısı yanında siyaset üzerinde bir de askerin baskısı var. Siz Genelkurmay’ın kurumsal ‘Ergenekon’ ziyaretini nasıl değerlendirdiniz?
Önemli olan askerin siyaset üzerindeki etkisinin nasıl kırılacağıdır. Bence asker AB süreci ilerledikçe, küresel ilişkiler geliştikçe siyasete müdahalede zorlanıyor. Ergenekon ziyareti de askerin siyasete müdahalesini meşrulaştırma zorlamasıdır. Bunun yanında orgeneralleri, teğmenleri, muvazzaf askerleri gözaltına alarak, hapiste tutarak sivil irade asker üstünde gücünü hissettirebiliyor.
* Ergenekonla bütün darbecilerin içeri atılmadığı fikri de var?
Bütün hepsi tutuklanmamış olabilir, ancak bu tutuklananları görmezden geleceğiz anlamına gelmemeli.
* Ergenekoncuların ziyaretini askerin siyasete müdahalesini meşrûlaştırması olarak yorumladınız. Peki Genelkurmayın gazetecilerle buluşması?
Demokratik ülkelerde görülmeyecek şekilde askerlerin medya ve siyaset üzerindeki etkisi sağlıksız bir şekilde devam ediyor.
* Peki gazeteciler için bu etik bir sorun değil mi?
Bu sadece gazetecilerin değil, siyasetçilerin de sorunu. Genelkurmayın Ergenekon ziyareti sonrası Başbakan Erdoğan kalkıp “İnsanî bir ziyaret” diyebiliyor. Avrupa’da bir başbakan böyle bir açıklama yapamaz. Medya da askeri siyaset içinde güçlü bir aktör olarak kabul ediyor, meşrûiyetini onaylıyor.
* Gazetecileri bağlayan başbakanın davranışı mı yoksa gazetecilik etiği mi?
Son görüşmelerin geçmişten daha pozitif olduğunu görüyoruz. Katılan gazetecilerden sekiz tanesi yanlış sorsa içlerinden ikisi doğru soru sorarsa bu Türkiye’nin kazancına olur. Meselâ Genelkurmay’a “Niye diğer gazeteleri içeri dâvet etmediniz?” demişler, doğru düzgün bir cevap alamamışlar. İşte bunlar güzel sorular. Genelkurmay haftada bir brifing vereceğini söylemiş. Bu yeni gelişmeyi iyi kullanmalıyız.
* Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un “28 Şubat doğru bir hareketti ancak yanlışlar olmuş olabilir bırakalım bu yanlışları zaman değerlendirsin” meâlinde açıklamaları olmuş. Cengiz Çandar da bunun üzerine “Andıç” olayını Genelkurmaya hatırlatan bir yazı yazdı...
Genelkurmay, Andıç’ın tarafı olarak kendini savunabilir. Biz de Andıç’ın mağdurları olarak sorumlulara dâvâ açabiliriz. Ben Andıç’ın mağduru olan arkadaşlarımın Çevik Bir gibi dönemin sorumlularına “Haklarında yalan ifade düzenlemekten” dâvâ açmaları gerektiği kanaatindeyim. Bunların hesabı sorumlu askerlerden sorulsun. Genelkurmay “Biz bunların hesabını soracağız” diyemez, ancak biz onlara bunları sorabiliriz. Bunlar da yeni gelişmeler.
Said Nursî’nin olağanüstü etkisinin nereden kaynaklandığını incelememiz lâzım
* Kitaplığınızda Risâle-i Nur var, görüyorum.
Said Nursî’nin toplum hayatımızdaki etkisini daha rahat konuşmamız gerekiyor. Bence Türkiye böyle bir noktaya gelmiştir. Said Nursî konusunda haklı veya haksız birçok önyargı var. Onun için de Said Nursî tartışmasını ön ambargosuz yapmamız gerekiyor. Ben bunu yapmaya çalışıyorum.
* Peki okumalarınız sonucunda nasıl bir Said Nursî çıktı karşınıza?
Bir şey söyleyecek kadar duruma hakim değilim. Nursî’nin toplumun büyük bir kısmı üzerinde bu olağanüstü etkisinin nereden kaynaklandığını incelememiz lâzım. Bunu daha genişletirsek insanların dinle olan, dinin toplumla olan ilişkisini yeni gözle anlamamız lâzım. Özellikle bizim gibi laiklerin toplumun dinle kurduğu ilişkinin derinliğini yeniden gözlemlememiz gerekiyor.
* İnsanların bu konularda nasıl bir ön ambargoları var?
Küçük yaştan beri aldığınız pozitivist eğitimle dini bir yere koyuyorsunuz. Ona uygun kalıpları da onun üstüne yerleştiriyorsunuz. Bu bakış açısıyla Kur’ân’ı yüzlerce kez okuyun, fayda etmez. Çünkü okuduğunuz şeyi de farklı kendi bakış açınıza göre anlamaya başlıyorsunuz. Artık milyonlarca insanı kendine bağlayan dinleri yok sayma anlayışını sağlıklı bulmuyorum. Bunu da anlamak lâzım. İnsanlar bu ilişkiyi neden kuruyor, hangi sorularına cevap buluyorlar? Bunları anlayınca Türkiye’yi daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. Artık pozitivist önyargıların bir işe yaramadığını düşünüyorum. Ben Buhari’nin hadis kitabını neredeyse ezbere biliyorum, ancak pozitivist bir bakışla okudum. Şimdi dinî kaynakları başka bir bakış açısıyla okumaya çalışıyorum.
* Hz. Muhammed’i nasıl okuyorsunuz?
Hz. Muhammed’i okurken onun yenileşmeci, modernleşmeci özelliklerini çok önemsedim. Topluma yenilik getiriyor, yeni kurallar koyuyor. Arap dünyasını ileri bir hamleyle yükseltiyor. “Kötü Araplar, iyi Türkleri zorla Müslüman yaptı” tartışması yanlıştır. O tarihlerde İslâm medeniyetin merkezi ve Araplar medeni. Üstün uygarlık geri uygarlığı yeniyor. Şu an Batı uygarlığı nasıl Doğu uygarlığını yeniyorsa, o gün İslâm uygarlığı içine kapılı toplulukları yeni bir uygarlıkla içine çekiyor. Senin ürettiğin düşünce dünyaya yeni bir şeyler getirecekse üstün oluyorsun. Şu anki Müslümanların sorunu bu. 40 sene önce Türkiye’de toplumsal kurallar bile dinî kurallar olarak lanse ediliyordu. İçine kapanmacı toplumsal kurallar, dinî referanslar verilerek yapılıyordu. Sen İslâmın kurallarını insanlığı korumak, insanlığa katkı yapacak ilerlemeye açık şekilde okursan Kur’ân âyetleri sana daha modern yollar da gösterir, ama bakış açına göre tersi de olabilir. Tıpkı El-Kaide gibi...
Hasan hüseyin Kemal/Yeni Asya
Kayıtlı
+
Yazdır
Sayfa: [
1
]
Yukarı git
« önceki
sonraki »
Sorular ve Cevaplar
Bilgi Bankası
Edebiyat ve Hobi
Nasıl Bir Gençlik
Röportaj
Konu:
Hz. Muhammed’i okurken onun özelliklerini çok önemsedim ORAL ÇALIŞLAR RÖPORTAJ
Yukarı git
Aşağı git