Alm. Sprache (f), Fr. Langue (f), İng. Language.
İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vâsıta, kendisine mahsus kânunları olan ve ancak bu kânunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimâî bir müessese.
Dilin târihi ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmla başlar. Hazret-i Âdem’in evlâdı çeşitli dil ile konuşurdu. Kendisine kitap gelip, fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryânî, İbrânî ve Arabî dillerle kerpiç üstünde çok kitap yazıldı.
Dil, tabiî vâsıtadır. Ona hükmedilemez, onun tabiatına uymak mecburiyeti vardır. Dil, canlı bir varlıktır. Her canlı gibi onun hayâtında da bir takım merhâleler, gelişmeler görülür. Ona müdâhale yapılamaz, ancak tabiî gelişmesini önleyen bir durum ortaya çıkarsa, kendi şartları içinde müdâhale yapılabilir.
Dil, gizli anlaşmalar sistemidir. Bu anlaşmalar târihin bilinmeyen zamanlarında aynı kavmin fertleri arasında yapılmış ve böylece her kavmin ayrı bir dili olmuştur. Türklerin gök, deniz, dağ dedikleri varlıklara, Araplar, Hintliler başka isimler vererek âdetâ sözleşmişlerdir.
Dil, içtimâî bir müessesedir. Bir cemiyetin, bir kavmin, bir milletin en büyük dayanağı dildir. Millet kendi diliyle anlaşır, millî birliğini korur, başkalaşmaktan, dağılıp yok olmaktan kurtulur. O halde dil, millî değerlerimizin bütününü teşkil eden “kültür”ün ilk ve temel unsurudur; bir milletin ses dünyâsıdır; düşüncesinin aynasıdır; millî hâfızanın, hâtıraların, duygu ve düşüncenin, maddî ve mânevî değerlerin, buluş ve keşiflerin ortak bir hazînesidir; fertleri birbirine bağlayan, yaklaştıran içtimâî akrabâlık bağıdır.
Dilin Mânâları
Dilin, ilmî mânâlı geniş târifleri yanında ifâde kâbiliyetleri daha sınırlı diğer mânâlarını da şöyle sıralayabiliriz:
Dilin meram mânâsı: Çeşitli hareketler, renkli bayraklar, şekil verilmiş bâzı cisimler, kokular, yakaya takılmış çiçekler meram anlatmak için dil karşılığı olarak kullanılabilir.
Dilin ses mânâsı: Dilin, ses olarak muhtelif mânâları vardır. Bir ırkın, cemiyetin anlaşma vâsıtası (Türk dili); bir akımın, bir devrin kelime hazînesi (Servet-i Fünûn dili, Divan dili); meslek gruplarının konuşma, anlaşma tarzı (Özel dil: Doktor dili, şoför dili, gemici dili, argo); bir yazarın veya bir yazının ifâdesi, üslûbu (Yahyâ Kemâl’in dili, sâde dil, süslü dil) gibi. Ayrıca; dili tutuldu, dili kolay anlaşılmaz, çok acı konuştu, güç bir dil gibi cümle gruplarındaki konuşma kâbiliyetini, konuşmadaki düzgünlük ve grameri ifâdede kullanılan ses mânâları da vardır.
Dilin yapısı, teşekkülü, târihî gelişimi, coğrafya sahası, kullanış yeri ve çağı, kullanan zümreleri bakımından mânâları: Alçak dil (aşağı dil), amelî dil, ana dil, benimsenmiş dil, cârî dil, çocuk dili, anormaller dili, arkaik dil, avam dili, bayağı dil, devlet dili, dış dil, din dili, diplomatik dil, divan dili, duygu dili, dünyâ dili, edebiyat dili, ergin dili, eski dil, fakir dil, gazete dili, genel dil, gizli dil, halk dili, havandaki ıslık dili, insan dili, ibâdet dili, iç dil, ihtisas dili, ilim dili, kakafon dil, kardeş dil, karışık dil, klâsik dil, konferans dili, konuşma dili, mahallî dil, meslek dili, millî dil, modern dil, nazarî dil, ortofon dil, ölü dil, özel dil, resmî dil, saf dil, sahne dili, şiir dili, tabiî dil, teklifsiz dil, teknik dil, tiyatro dili, milletlerarası dil, yabancı dil, yapma dil, yaşayan dil, yazı dili, yeni dil, zengin dil.
Dilin dünyâ dilleri mânâsı: Dil ses, hece, kelime ve cümlelerden meydana gelir. Dildeki meram, kelimeleri meydana getiren unsurla ifâde edilir. Dış yapı, kelimenin işitilen ses unsurudur; iç yapı, kelimenin anlamıdır. İçle dış birbirini bütünler. Kelimelere verilen ses yakıştırma olup iğretidir. Yâni sesle, anlam arasındaki ilgi tam değildir. Eğer sesle, anlam arasında tam bir alâka olsaydı, dünyâ dilleri (lisanları) hep aynı sesle karşılanır ve bugünkü dil çokluğu da olmazdı. Türkçe, İngilizce, Çince gibi. Ayrıca kelimenin mânâsı da zamanla değişir (yavuz, evlat), kısaltılır (vb., PTT), daraltılır veya genişletilir (kuşluk, salatalık, dil, yüz gibi).
Dile Tesir Eden Sosyal Değişiklikler
Dile tesir eden içtimâî değişiklikleri de şöyle sıralayabiliriz: İhtilâl, inkılâp, göç, komşuluk, aynı kültür ve medeniyet dâiresinde bulunma. Sosyal değişme dilde ses ve kelime kaybına sebeb olduğu gibi, gramer kâidelerinde ve düşünme sisteminde bile tesirli olmaktadır. Hattâ bu sebeplerden yeni dil unsurları ortaya çıkmaktadır.
Dillerin Sınıflandırılması
Her kavmin dili (lisanı) ayrıdır. Dünyâda 2796 dilin varlığından söz edilir. Dil isimleri kavmin isimlerinin sonuna -ca -ce, -ça, -çe eklerinin getirilmesiyle yapılır: Türkçe, Almanca, Arapça, Çince gibi.
Dil bilimcileri, yeryüzündeki dillerin yakınlıklarını menşe ve yapı bakımından olmak üzere iki kolda sınıflandırmışlardır:
1. Menşe Bakımından Yakınlık
Bu diller, bir dil âilesidir, aynı kaynaktan çıkmış, akrabâ dillerdir. Âiledeki dillerin kaynağı, bir ana dile dayanır. Ancak, bu ana dile âit metinler elde pek bulunmaz, ama akrabâ diller eskiden böyle bir dilin var olduğunu gösterir. Yeryüzünde başlıca dil âileleri şunlardır:
Hint-Avrupa Dilleri Âilesi
A. Hint kolu: (1) Hint dilleri (Sanskritçe, Hintçe, Avestçe), (2) İran dili (Farsça), (3) Afgan dili (Afganca).
B. Avrupa kolu: (1) Germen dilleri (Almanca, Felemenkçe, İngilizce, İskandinav dilleri), (2) Roman dilleri (Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Rumence), (3) Slav dilleri (Rusca, Bulgarca, Sırpça, Lehçe, Çekçe, Litvanca, Slovakça, Çingenece, Ermenice ve Yunanca).
Hâmi-Sami Dilleri Âilesi
Arapça, Aramca, Akkadca, Habeşçe, İbrânice.
Bantu Dilleri Âilesi
Sudan dilleri, Bantu dilleri, Çat dilleri.
Çin-Tibet Dilleri Âilesi
Çince, Siyamca, Birmanca, Tibetçe.
Ural-Altay Dilleri Grubu (Âilesi)
Ural-Altay dilleri, yukarıda sıraladığımız diğer dil âileleri gibi bir ana âileden geldiği kuvvetli bir ihtimâlse de, sağlam bir âile meydana getirmezler. Aralarındaki yakınlık aynı kaynaktan gelmekten çok, bir yapı birliğine dayanır. O halde, bu dilleri bir âileden çok, bir dil grubu saymak daha doğru olur.
A. Ural kolu: (1) Fin-Uğur dilleri (Fin kısmı: Fince, Estçe, Livce, Karelce, Lapça, Votyakça, Züryence, Çeremisçe, Mordvince (Permce); Uğur kısmı: Ostyakça, Vogulca, Macarca), (2) Semoyed dilleri (Semoyedce).
B. Altay kolu: (1) Türk dili (Bütün Türk lehçeleri), (2) Moğol dilleri (Buryatça, Oyratça, Kalmukça, Kalkacca), (3) Mançu dilleri (Mançuca, Lamutça, Tunguzca).
Şu halde Türkçe, Ural-Altay dillerinin Altay koluna bağlı bir dildir. Türkçeye en yakın dil ise Moğolcadır.
2. Yapı Bakımından Yakınlık
Bu dilde şekil ve mânâ olmak üzere iki kısım bulunur. Bu kısımların birbirleriyle münâsebetleri bakımından diller üçe ayrılırlar:
1) Tek heceli diller: Bu dillerde her kelime tek hecelidir. Kelimelerin çekimli hâlleri yoktur. Cümlelerdeki mânâ daha çok kelimelerin sırasından veya vurgularından anlaşılır. Tek heceli olduklarından birbirlerine çok benzeyen kelimeleri ayırabilmek için zengin bir vurgu sistemi vardır. Ana, paylamak, at gibi anlamları olan “ma” kelimesinin hangi mânâsının kullanıldığı vurgularla belirtilir. Çin-Tibet dilleri bu şekildedir.
2) Eklemeli diller: Kelime kökü ile eklerden meydana gelen eklemeli dillerde, her değişik mânâlı kelimeyi yapmak için köklere ekler eklenir. Bu diller ön ekli veya son ekli olabilir. Bak-ı-ş-tık-ları-n-da kelimesinde görüldüğü gibi eklemeler sırasında kök değişmez. Türkçe, Macarca, Fince gibi diller eklemeli dillerden olup, Türkçe son ekli eklemeli bir dildir.
3) Çekimli diller: Bu dillerde de kök ve bâzı ekler vardır. Ancak kökler, yeni bir kelime yaparken çok defâ değişir. Yâni, bâzan az sayıdaki ekler kullanılırsa da, daha çok, kök içinden kırılarak değişik şekiller kazanır, hattâ kök tanınmaz hâle gelir, kökten hiç bir iz kalmaz. Fransızcada aller- vais; İngilizcede to go-went-gone olması gibi; veya Sâmi dillerinden Arapçada olduğu gibi.
Konuşma Dili ve Yazı Dili
Dili, konuşmayla ve yazıyla olmak üzere iki cephesiyle kullanırız. İnsanların karşı karşıya sesli olarak görüşürken kullandıkları dile konuşma dili; insanların söylemek istediklerini yazıyla anlatırken kullandıkları dile yazı dili deriz.
Konuşma Dili ve Husûsiyetleri
1) Tabiîdir; 2) Yazı dilinden önce vardır; 3) Yazıda kullanılmaz; 4) Bu bakımdan yapısındaki değişme ve gelişmeler hemen yazı diline aksetmez; 5) Konuşulduğu gibi yazılmaz; 6) Aynı dil sâhası içinde kelime, ses ve şekil ayrılıkları gösterir; 7) Bu sebeple aynı dil sâhası içinde ayrı konuşma dilleri bulunabilir; 8) Aynı dil sâhasındaki ayrı konuşma dilleri muhtelif şîveleri ve ağızları meydana getirir: Lehçe, bir dilin bilinen târihinden önce karanlık bir devirde kendisinden ayrılmış çok büyük ayrılıklar gösteren kollardır. Çuvaşça ve Yakutça gibi. Şive, bir dilin bilinen târihî seyri içinde ayrılmış ses ve şekil ayrılıkları gösteren kolları, bir kavmin ayrı kabîlelerinin farklı konuşmalarıdır. Anadolu, Âzerî, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe gibi. Ağız, bir şîvenin içindeki söyleyiş farkından doğan küçük kollara veya bir memleketin çeşitli bölge ve şehirlerinde kelimeleri söyleyiş bakımından ayrılan konuşmalara denir. Karadeniz, Trakya, Konya, İstanbul Türkçeleri gibi. 9) Ancak içlerinden yalnız birisi yazı diline esas teşkil edebilir; 10) Canlı dildir; 11) Seslidir, can ve söyleniş hâlinde vazîfe görür; 12) Vurgulardan, ses tonundan istifâde eder; 13) Yüz ve vücut hareketlerinden, el ve baş işâretlerinden faydalanır; 14) Anlaşılmadığı zaman, tekrarlanabilir, açıklanabilir; 15) İyi, kötü kullanıldığına fazla dikkat edilmez; 16) Gelişi güzel bir dildir; 17) Evde, sokakta, hergünkü hayatta kullanılan dildir; 18) Nesillere, fertlere bağlıdır; nesillerle ortadan kalkar.
Yazı Dili ve Husûsiyetleri
1) Eserde, kitaplarda, kısacası yazıda kullanılır; 2) Medeniyet ve kültür dilidir; 3) Edebî dildir; 4) Aynı dil sâhasında tek yazı dili kullanılır, halbuki aynı sâhada ayrı ayrı konuşma dilleri de vardır; 5) Bütün bir ülkeyi içine alır; 6) Müşterektir; 7) Konuşulduğu gibi yazılır; yazıldığı gibi konuşulur; 8) Uydurma bir dil değildir; 9) Yalnız bir konuşma dilinden doğmuştur; 10) Yalnız bir konuşma dilinden doğmuş olmakla birlikte; yazı dili olarak yurdun diğer konuşma bölgelerine de yerleşir; 11) Bu sebeple, diğer konuşma dilleri için sun’îdir; 12) Aynı dil sâhasının çeşitli kaynakları ile beslenir; 13) Yabancı dillerin ortak kültür değerlerini alarak veya kuvvetini hissettiği yabancı bir kültürün tesirinde kalarak sun’î bir dil hâline gelir; 14) Ve bu hâkim kültürün tabiîleştiği sürece tabiîleşir, hâkim kültürün dejenere edildiği zaman da tekrar sun’îlik kazanır; 15) Muhâfazakârdır; 16) Tek taraflıdır, yüz-yüzelik yoktur, bir gıyâbîlik vardır; 17) Husûsî bir dikkat gerektirir; 18) Ses, kelime ve cümle unsurlarının yerli yerine konulmasını ister; 19) Dilin tam bir ifâde kâbiliyetine sâhip olan cephesidir; 20) Dillerin târihî gelişmesini, mâzisini tâkib edebilme imkânı verir; 21) Dilin gerçek aynasıdır.
Türk Yazı Dilinin Târihî Gelişmesi
Eski Türkçe: Eski Türkçe devresi, Türk dilinin bilinen ilk devresidir, ana Türkçe devresidir. Türkçenin bütün yapısı bu devre ile îzâh edilir. Öncesi, Türkçenin karanlık devresi olup, Çuvaşça ve Yakutça ile, daha ileride Moğolca ile birleşir.
Mîlâdî 8, 12 ve 13. asırlar arasında kullanılmıştır. Türk yazı dilinin ilk yazılı örnekleri olan Orhun Kitâbeleri her ne kadar 8. asra âit olsa da bu kitâbelerde yazı dilinin çok işlenmiş bir yazı dili olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple Türk yazı dilinin başlangıcını çok daha öncelere, belki de mîlâdî ilk asırlara götürmek mümkündür.
Eski Türkçe devresi, Türklüğün müşterek bir yazı dili devresidir. Bu müşterek yazı dili devresinde kullanılan Türkçe, Kaşgâr Türkçesi (Hakaniye Türkçesi) olup, Uygur yazısı ile yazıldığında Uygurca ismini de almaktadır.
On ikinci ve on üçüncü asırlarda, Türkler büyük kitleler hâlinde kuzeye ve batıya yayılmış; yeni kültür merkezleri meydana gelmiş; İslâm kültür ve medeniyeti Türkler arasında yeni kavramlarıyla, yeni bir yazının kabûlüyle yerleşmiştir. Ayrılan Türklük kolları, yeni kültür merkezleri etrâfında kendi şîvelerine dayanan yeni yazı dillerini kullanır olmuşlardır. Böylece bu asırlarda Kuzey Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi meydana gelmiştir.
Kuzey Türkçesi, Doğu Türkçesi: On üçüncü ve on dördüncü asırlarda da kullanılan Kuzey Doğu Türkçesi, 15. asırda Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi adıyla iki yazı diline ayrılır. Kuzey Türkçesi, Kıpçak Türkçesidir. Doğu Türkçesi (Çağatayca) de 15 ve 16. asırlarda en parlak devrini yaşayarak bugün modern Özbekçe olarak yazı dilini sürdürmektedir.
Batı Türkçesi: On üçüncü asırda teşekkül etmeye başlamıştır. Selçuklulardan îtibâren metinlerini bugüne kadar tâkib edebildiğimiz bir yazı dili. Hazar Denizinden Balkanlara kadar uzanan sâhada yer alır. Esâsını Oğuz şîvesi teşkil ettiği için Oğuz Türkçesi (Oğuzca) de denir.
Oğuzca, 17. asırda doğu ve batı Oğuzca dâirelerine ayrılır. Doğu Oğuzcası Azerî ve Doğu Anadolu sahasında, Batı Oğuzcası Osmanlı sahasında yer alır; ancak aralarında iki yazı dili olacak kadar bir fark mevcut değildir. Her ikisi de aynı şîveyi (konuşmayı) kullanır, bir yazı dilinin kardeş iki dâiresidir. Ayrılık sebeplerini, Doğu Oğuzcasına bilhassa Kıpçak unsurlarının tesirinde ve bâzı Moğol izlerinde aramalıdır. Kelime başında b- m, k-h, t-d, ilk hecede e-i değişmeleri, bâzı fiil çekimleri gibi.
Batı Türkçesinin gelişmesi: Batı Türkçesi, altı-yedi asırlık uzun hayâtı içinde safhalar geçirir. İç yapısında kök ve eklerde bâzı ses ve şekil değişmelerine uğrar. Bu, tabiî değişmesi ile ilgilidir.
Gelişme 13. asırdan günümüze kadar gelen zaman boyunca, şu üç devreye ayrılabilir:
1. Eski Anadolu Türkçesi,
2. Osmanlı Türkçesi,
3. Türkiye Türkçesi.
Eski Anadolu Türkçesi: Eski Anadolu Türkçesi, 13 ve 15. asırlar arasında kullanılan Türkçedir. Bu devre, sonraki iki devreden oldukça farklıdır. “Orta Asya kültür ve medeniyeti” tesirindeki “Eski Türkçe” ile, “ortak İslâm kültür ve medeniyeti”nin tesirindeki “Batı Türkçesi” arasında yer alan ortak bağların hissedildiği bir devredir. Yâni, Batı Türkçesini, Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlıca-Türkiye Türkçesi diye ikiye ayırmak da mümkündür. Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında bâriz bir ayrılık yoktur.
Bu devrede Batı Türkçesine geçen Arapça ve Farsça kelime ve terkipler fazla değildir, ancak devrenin sonlarında yavaş yavaş artmıştır. Böylece 15. asrın sonlarında Osmanlı Türkçesinin doğuşu hazırlanmış olur. Bu devrin Türkçesi daha açık ve anlaşılır olarak karşımıza çıkar. Mevlid, Yûnus Dîvânı bunun en güzel örnekleridir.
Eski Anadolu Türkçesinde cümle yapısı, Türkçenin başlangıcından günümüze kadar hiç değişmeyen normal cümle yapısını muhâfaza eder. Cümle unsurları yerli yerindedir. Ancak Farsçanın tesiri de nesirde “ki” li cümleler oldukça fazla görülür. Ayrıca bu devir Türkçesi, Eski Türkiye Türkçesi diye de adlandırılır. Daha çok bu isim Türklüğün Rumeli’ye geçişinden sonraki devre için kullanılmıştır.
Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca): Osmanlıca, Batı Türkçesinin ikinci devresidir. 16-20. asırlar arasında kullanılmış bir yazı dilidir. Dil bilgisi (gramer) bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında belirli ayrılıklar vardır. Aslında Türkçede, Osmanlıcanın da içinde yer aldığı 16. asırdan günümüze kadar, belirli bir gelişme görülmez.
Osmanlıcayı Türkiye Türkçesinden ayıran tek şey, onun dış yapısındaki gelişmelerdir. Osmanlıca dış yapısı ile hem Eski Anadolu Türkçesinden, hem Türkiye Türkçesinden ayrılır.
Aydın kesim sanatkârları, hem yeni kültürü kendi kavramlarıyla tanıtmak, hem de sanat yapmak maksadıyla bu devir Türkçesi yabancı unsurlara bir hayli açılmıştır.
Osmanlıcada nazım dili nesir diline göre daha sâdedir. Nazım dili ile nesir dili arasında görülen fark, cümle yapısı bakımındandır. Klâsik Türk şiirinde (Divan şiirinde) mânâ bir beyitte biter. Beytin dışına, diğer beyte taşılmadığından, divan nazmındaki cümle en çok bir beyit uzunluğundadır. Bu sebeple Osmanlıca şiirde cümleler dâimâ kısa, unsurları yerli yerinde ve sâde Türk cümlesi (özne-tümleç-yüklem sıralanışında) olarak yapısını muhâfaza etmiştir. Nesirde ise belirli bir ölçüye sığmak mecbûriyeti olmadığı için Osmanlıca nesir unsurları, istenildiği kadar geniş, uzun tutulabilmiştir. Ayrıca Arapça ve Farsçadan alınan pekçok kelime metinleri anlaşılamaz hâle getirmiştir. Bu durum daha ziyâde Arapça ve Farsçanın yabancı dil sayılmamasından kaynaklanmıştır. Hattâ her üç dilin unsurları birbirine karışarak, hiç birinde görülmeyen mümtezic (uyuşan, kaynaşmış) kelimeler ortaya çıktığı gibi, bir hayli galat (yanlış) kelimeler de türemiştir.
Osmanlıcanın son devresinde uzun, bozuk Türkçe nesir yapısı tekrar sâde ve kısa cümleli biçimini kazanmıştır. Nazımda ise yeni edebiyâtla birlikte mânânın bir beyitte tamamlanması mecbûriyeti ortadan kalkınca, uzun cümleler ortaya çıkmıştır. Bu hâl bilhassa Servet-i Fünûn edebiyâtında görülmüştür. Osmanlıca, nesir ve nazım cümleleri bakımından Türk cümlesini sağlam bir yapı ile Türkiye Türkçesine devretmiştir.
Türkiye Türkçesi: Türkiye Türkçesi, Batı Türkçesinin son ve bugün de devâm eden devresidir. 1908 Meşrûtiyetinden sonra başlar. Cumhûriyete kadar süren ilk devrede Osmanlıca henüz sahneden çekilmemiştir. Osmanlıca ile yeni dilin cümleleri berâber kullanılır. Daha Tanzimatla girmeye başlayan Batılı kültür unsurları, Osmanlıcaya hâkim olan İslâmî kültür unsurlarıyla yer değiştirme mücâdelesine başlamıştır.
Bir dil, bir başka dile sâdece dil husûsiyetleriyle doğrudan tesir etmez. Yeni kültür, dili kendi kelimeleriyle, kavramlarıyla canlı tutmaya çalışır; dilin cümle yapısına hemen karışmaz, belki hiç karışmaz. Bâzan, Osmanlıcada olduğu gibi kültür, dilin cümle yapısına da tesir eder.
İşte Türkiye Türkçesi de, İslâmî kültür unsurlarının Türkçe üzerinde hâkimiyetinin zayıfladığı devrede, Batılı kültür unsurlarının girmesiyle ortaya çıkmıştır.Türkçe artık Batı dillerinden girecek olan kelimelere, yeni kavramlara kapısını açmış olur.
Bu devrede Türk cümlesi kısalmış, cümle unsurları yerli yerine oturmuştur. Osmanlıcadan Türkiye Türkçesine geçiş, yazı dilinin konuşma diline yaklaştırılmasıyla başlamıştır. Türkiye Türkçesinde bugün kullandığımız Türk yazı dili temel olarak İstanbul ağzına dayanmaktadır.
Osmanlıcanın son devresinde Arapça ve Farsçadan giren unsurlarla meydana gelen uzun ve ağdalı cümleler nasıl bir ifratsa, Türkiye Türkçesinin son devresinde uydurma kelimelerle varılan dildeki aşırılık da bir tefrittir.