“Üç Aylar” dediğimiz ve küçüklüğümde âilemin ve çevremizdeki insanların çok önemseyip “namaz” ismini verdiği mübârek vakitler geldi de bitmek üzere bile… Her güzel olan çok çabuk bitermiş, geçirilen vakit güzelse çarçabuk bitermiş de acı ve kederli vakitler geçmek bilmezmiş.
Zaman da izâfî, mekân da… İnsanoğlu tamamen duygulardan ibâret; kederiyle, sevinciyle, durgunluğuyla her şeyiyle… Tebük Seferi’ne nefislerine uyup katılmayan üç sahabîye Peygamber Efendimiz ve ashâb-ı kirâm, Allâh’ın emrince tepki gösterip, selâmı-sabahı kesince, dünya, tüm genişliğine rağmen onlara dar gelmişti.
Gönlü hoşsa insanın; tüm yollar kısa gelir, tüm vakitler kısa… Sevdiğimiz biri ile sohbet ediyorsak vakit nedir ki? Evimize hiç de hoşlanmadığımız birisi gelse zaman geçmek bilmez.
“Üç Aylar” da öyledir. Bir geldiğini biliriz, bir de bittiğini… Benim için, çocukluğumda “üç aylar” demek; fener alayı demekti, “şivlilik” demekti, “bişi” yemek demekti, kına yakınmak demekti, câmi demekti, âile büyükleri ile kandilleşmek demekti, gece uyumamak demekti.
Eskileri anmaktan zevk alıyorum. Bunu eskiye rahmet yağdırıp, yeniye sitem etmek ya da eskiye sığınıp yeniyi küçümsemek adına yapmıyorum. Yaşanmış ve gerçekten bizlerin üzerinde derin tesirler bırakmış olan o güzel vakitleri yâd edip değerlendirmek adına yapıyorum.
Hâdise, bizim şanslılığımız, şimdiki çocukların şanssızlığı olmayıp çocukluğumuzda yaşadığımız olayların, unutulmayıp bizim kişiliğimize şekil vermiş ve iz bırakmış ise; aynı şekilde şimdiki çocuklarımızın yaşadıklarının da kendi kişilikleri açısından çok önemli olduğu ve insanın hayatında yaşamış olduğu, kişiliğine etki eden bu tür hâtıraların geleceğe büyük bir yatırım olduğunun bilinmesidir. Şu anda anlatırken bile aynı heyecanı yaşıyorum…
Çocukluk hâtıraları taşa yazılmışcasına hâfızaya kazınıyor ki; sekseninde ihtiyar bile olsanız aslâ unutulmuyor. Kişi bir gün önce yediği yemeği unutuyor da çocukluk hâtıralarını unutmuyor. Bu da çok güzel bir nîmet; ama değerlendirilmesi gerekli kıymetli bir nîmet… O sebeple anne ve babaların çocuklarının hayatlarına, kişiliklerinde yer edecek bu tür yaşantıları, olayları yerleştirmesi gerekiyor.
Konya’da çocukluğumu geçirdiğim dönemde, “Recep Ayı gelmiş!” diye bilmezdik, “Namaz gelmiş!” diye bilirdik “üç aylar”ın geldiğini… Büyüklerimiz, “Namaz geliyor!” derler, fenerlerimizi bir hafta öncesinden alıp hazırlarlardı. Fenerlerin renkleri o kadar güzel olurdu ki; sarı, eflatun, pembe, yeşil… rengârenk olurdu. Karpuz fenerler, düz fenerler… Biz; beş kardeşin feneri de düz fenerdi. Regâib Kandili’nden üç gün önce başlayan fener alayları, Recep Ayı’nın ilk kandili RegaiB Kandili’ne kadar sürerdi. Üç gece boyunca akşam namazından itibaren başlayan fener alayı, yatsı namazından cemaat çıkana kadar sürerdi. Mahallenin tüm çocukları ellerinde fenerlerle, oynamak üzere dışarıya çıkarlardı. Önce fenerlerimizle tüm arkadaşlarımız toplanana kadar yürür, birbirimizi evinden fenerlerle alırdık. Herkes toplanmış ise, fenerler, ağaçların arasına gerilen bir ipe asılır, onlar ışıl ışıl yanarken bizler yakalamaca, saklambaç, elim sende oynardık. Normal günlerde akşam ezânından sonra dışarıya hiçbir çocuğun çıkmasına âilelerimiz izin vermezken bu üç gece akşamları dışarıda olmak farklı ve zevkli olurdu.
Karanlığın ortasında çocuklar ne yapar, tehlikeli olmaz mı diye düşünülmezdi. Çünkü her evin yaşlısı, o evin çocuklarını beraberinde dışarı çıkarırdı. Yaşlılar bir arada oturur, çocuklar da sevinçlerinden koşturdukça koştururdu. Büyükler, yanan fenerlerin altında otururken anneler ve genç kızlar, evdeki sofraları kaldırır, işlerini halleder; onlar da eğlenceye katılırlardı. Genç kızların oyunları ise, daha güzel olurdu. Yakan top, istop oynarlardı genç kızlar… Sokaklar, çocukların ve genç olsun, yaşlı olsun, evli veya bekar kadınların olurdu ki, kimse onları rahatsız etmezdi. Genç delikanlılar çıkacak olursa, bir üst mahallede bir araya gelirlerdi. Kızlar ise, bir başka mahallede bir araya gelirlerdi.
“Fener Alayı” dediğimiz bu güzel gecelerin gündüzünde ise, anneler “Namaz” için konu komşuya hediye etmek, ikram etmek üzere “imece usulü” hazırlıklar yapar; yufkalar açılır, bişi dediğimiz özel kızartılmış hamurlar pişirilirdi. Helvalar kavrulurdu. Evin erkekleri ise, Regâib Kandili’nin gündüzünde sabah saatlerinde sökün eden bütün çocuklara verilmek üzere şivlilik alışverişi yaparlardı. Şivlilik; leblebi, kuru üzüm, şeker, gofret vb. çerezlerden oluşurdu. Her âile, bütçesine göre şivlilik alırdı. Ama herkes, çocuklar için en güzelini almaya gayret ederdi. Şivlilik günü, sabah erkenden kalkardık. Tüm anneler, şivlilik günü çocuklarını tertemiz eder, en güzel kıyâfetlerini giydirirlerdi. Bir gün öncesinde kızların ellerine kınalar yakılırdı. Genel olarak kına işi ile babaanneler, anneanneler ilgilenirdi. Öyle tek tek gezmezdik, herkes kendi sülâlesinin çocukları ile gezerdi. Küçüklü-büyüklü bir araya gelinir, hangi evin kapısının çalınacağına büyük çocuklar karar verir, küçükler istisnâsız itaat ederdi. Sokak sokak dolaşırken hep bir ağızdan:
“Şivli şivli şişirmiş
Erken kalkan pişirmiş
İki çörek bir börek
Bize şivlilik gerek: Şivlilik!..” diye bağırırdık.
Kadınlar hazırladıkları “bişi”leri sepetlere koyar, üstlerine tertemiz tülbentleri örterler, ev ev dolaşıp tüm mahalleye dağıtırlardı. Akşam ezânı ile birlikte oruçlar açılır ve câmide mutlaka bir mevlid programı olduğu için câmilere koşulurdu. Tertemiz eteklerimizi giyer, tülbentlerimizi örter, uzun kollu kıyâfetlerimizi giyer, büyüklerimizi bile beklemeden, arkadaşlarımızla sözleştiğimiz için tek tek birbirimizin kapısını çalar, birbirimizin büyüğünden izin alıp câmilere koşardık. Eğer şanslı isek âilelerimiz, bizi çarşıda imamları müezzinleri meşhur Kapı Câmii, Sultan Selim Câmii, Şerafettin Câmii, Alâaddin Câmii, Aziziye Câmii’ne kandil programına götürürdü.
Konyalı, genelde Kapı Câmii’ni tercih ederdi. Çünkü Konya’nın meşhur hocaları orada olurdu. Coşkulu duâlar yapılır, imâm efendi, cemaate tesbih namazı kıldırırdı. Cemaat, geceyi güzel değerlendirmek için sessizce evine dağılırdı. Yeni evli çiftler, büyüklerinin elini öpmek ve kandillerini tebrik etmek için önce oğlanın anne ve babasının kandilini tebrike, sonra da kızın anne ve babasının kandilini tebrike giderlerdi. Kandiller demek; âile büyüklerinin hazırlık yapıp akşam iftara tüm âilenin bir sofra başında bulunması demekti. Kandil günleri, anneannem ve babaannemlere bir çok defa dâvete gittiğimizi hatırlıyorum. Tüm âile, amcamlar da dâhil bir arada olurduk. Biz çocuklar, birbirimize, topladığımız şivliliklerle övünürdük. Büyüklerimiz bizlere mutlaka “kandil hediyesi” yaparlardı. Kandilleri severdik, hem de çok severdik. Yemekten sonra fazla oturulmaz, selâtîn câmilerden birine âilecek gidilirdi. Namaz çıkışı genellikle, hayır sahibi birisi, ölmüşleri için, tüm cemaate ballı süt ikram ederdi.
Geceler bize âitti. Nasıl duymuşsak arkadaşlarımızdan duymuştuk;
“–Gece kim daha çok uykusuz kalır da ibâdet ederse cennete gidermiş!” diye… Ertesi günü birbirimize:
“–Kaça kadar uyumadın?” diye sorardık.
Şimdi düşünüyorum da, anne ve babamızdan çok arkadaşlar olarak biz birbirimizi motive ederdik. Sevdiğimiz bir arkadaşımız câmiye gidecekse, biz de onunla olmak için ağlaya sızlaya büyüklerimizden câmi izni koparırdık. Hiç unutmuyorum, arkadaşlarımdan birisi gece boyunca dört cüz okuduğunu söylemişti de ertesi kandilde de ben dört cüz okuyacağım diye neredeyse gözlerim şaşı olacaktı. Birbirimize ne kadar tesbih çektiğimizi sorar, en çok tevhit ya da salavat çekme yarışına girerdik. RABBİMe öyle güzel arkadaşlar nasip ettiği için dâima şükrederim. “Kişi, arkadaşının dini üzeredir.” sözü çok önemli. Ihlamur Kız Kur’ân Kursu’nda, öğrencilerimizden birisi annesine:
“–Anne, ne olursun, bir kere de beni almaya başı kapalı gel. Sen de diğer arkadaşlarımın annesi gibi oluver. Ne olur bir kerecik!” diye yalvarmış da hanım hemen öğretmenler odasında bizim yanımızda soluğu almıştı. Durumu anlattıktan sonra ortada hiçbir art niyet olmayıp sadece arkadaşlarından ve onların âilelerinden etkilenen bir çocuğun, çocukça tutumu olduğunu gören anne epey bir düşünmüştü.
Çocukluğumuzdaki kandil coşkularımız, Kadir Gecesi’ne kadar sürerdi. Ramazan bayramı ile birlikte bir dahaki seneye, tekrar aynı mutlulukla kandillere kavuşmak için duâlar edilirdi.
Bazı arkadaşlarımdan duyuyorum; kandil günleri çocukları için özel programlar hazırlarlarmış. Hiçbir şey yapamazlarsa, o gece için çocukları sevindirecek ve o geceyi çocuklara sevdirecek kuruyemişler, yaş veya kuru pastalar yapıp o güzel geceyi önce kutlar, sonra da hep birlikte abdestler alınır, ibâdete yönelirlermiş. Bazı anne ve babaların çocuklarına kandil hediyesi aldıklarına da şâhid oldum. Amaç, meseleyi, popüler kültürün malzemesi yapmak ya da bazı “özel günler” seviyesine indirip pazar alanı, tüketim alanı açmaktan çok öte, çocukların zihninde; “Kandiller güzeldir. Allâh’ın önem verdiği, bizim de önemsediğimiz günlerdir. Şu an bize verilen hediye her ne olursa olsun, en güzel hediyeyi, âhirette Allâh’ın vereceğinin” şuuruna çocuklarımızı vardırmaktır. Ama en güzel hediyeyi almak da gayret ister. İnsan için çalıştığından başkası yoktur.
Kandiller sayesinde yerleşmiş olan gelenekleri yaşayarak bizler; yardımlaşmayı, sevinci ve neşeyi birlikte paylaşmayı, çocukların sevindirilmesinin ne büyük sevap olduğunu, toplum tarafından sevilip değer verilen çocukların sevmeyi ve değer vermeyi öğrenen çocuklar olacaklarını, büyükleri ile bir araya gelen âilelerin sırtını kimsenin yere getiremeyeceğini, toplu ibâdetin ve cemaat olmanın zevkini öğrendik. Hevesimiz de kalmadı, geceleyin dışarıda doya doya oyun oynadık. Her ne kadar gözümüzün önünü pek göremediğimizden taş yollara kapaklansak da; ağlar mıydık? Hayır. Oynarken kendi düşüp ağlayanın başı kel olur. Biz kel olmayı istemezdik.