METİN:
Tarlabaşı’nın gün ışığı girmeyen bir çıkmaz sokağındaki o dar, nemli, karanlık odayı yirmi dört saatliğine kiralamış, otelin hesabım bolca bir bahşişle Necmettin’in eline tutuşturarak istiklal caddesinin ortasında bir başına kalmıştı.
Büyük bir mağazanın vitrin aynasında gözlerini. gördü. Müsteşar, caddenin bütün kalabalığını toplamış, parmağına değdirircesine onun gözlerine uzatarak: “Bakın...” diyordu, “Demedim mi ben size?... Deli.. Deli gözleri bunlar.. Yaptıkları hep çılgınlığı yüzünden. Çıldırmamış olsaydı beni yumruklayabilir miydi?.. Beni.. Benim gibi bir adamı yumruklamak, ha?.. Çılgınlık değildir de nedir?.. İşte bakın inanmazsanız, bakın şu deli gözlerine...”
Silkindi. Galatasaray postahanesine doğru yürümeğe başladı. Güneş ensesini, kulaklarını yakıyordu. Havada bir yağmur sıkı atışı vardı. Dükkânlar, bir yaz günündeki gibi, gölgeliklerini indirmişlerdi. Lisenin saati iki buçuğa geliyordu.
Postahanenin telefon bölmelerinden birine girerken yüreğinin hızla çarptığını duydu. Telefon rehberinde bankanın numarasını, gözlerinin önünde büsbütün kararan incecik satırların arasından güçlükle bulmuştu, Numarayı çevirdi. Bekledi
Bir erkek sesi:
-Efendim?.dedi.
Kelimeler dudaklarının arasından, güçlükle dökülüyordu:
- Gönül hânımı istiyorum.
- Gönül hanımı mı?.. Bir dakika.
Telefonun öbür ucundan rahat, kaygusuz bir âlemde geçen mırıltılar geliyordu. Bambaşka bir dünyaydı orası... Ömer’de, bir yıldızla konuşuyormuş gibi, korkutan bir sonsuzluk duygusu uyandırıyordu. .
- Buyrun?
- Gönül hanım???
- Benim.
Durdu. Bölmenin bütün havasını içine çeken derin bir nefes aldı. Yürek çarpıntısını bastırmaya çalışarak, bir solukta:
- Ben, Ömer.. dedi.
Uzun bir sessizlik oldu. Bu sessizliğin içine, belki de, bütün bir geçmiş sığıyordu. Neden sonra, telefonun kulaklığında, bölmenin bunaltıcı sıcaklığına karşı, soğuk, üşüten bir ses dalgalandı:
- Evet?
Ömer, olanca gücünü yitirmiş gibi, kekeledi:
- Beni, tanımadın mı?..
Üşüten ses duraksadı. Bir şeyler düşünüyor olmalıydı. Çekingenliğini belirterek yavaşça:
- Tanıdım., dedi.
- Seni görmek istiyorum.
- Bir nefes, bir iç çekişi duyuldu.
Ömer, devam etti:
- Beni hemen görmeliyim, başımdan bir çok şeyler geçti...
Gönül, gene, bir zaman karşılık vermedi. Sonra, çevresindekilere duyurmamaya çalışan bir fısıltıyla Biliyorum!., dedi.
Ömer, ne söylemesi gerektiğini kestiremeden şaşkınlıkla durdu. Kelimeler boğazında düğümleniyordu. Boynundan yakasına doğru süzülen terleri elinin tersiyle sıvazladı. Bölmenin içindeki: hava gittikçe ağırlaşıyor, nefesini kesiyordu.
Gönül, tep o üşütücü duraksamayla, ekledi:
- Gazeteleri okudum.
Ömer, can çekişircesine:
- Seni hemen görmeliyim, diye tekrarladı, evime gel.. Tarla başı’nda bir pansiyonda kalıyorum. Sana ihtiyacım var..
- Gelemem.
- Gönül... Sana ihtiyacım var diyorum, anlamıyor musun?. Beni sön bir kere görmek istemez misin? Yarım saatçik olsun. Seninle mutlaka konuşmalıyım. Seninle konuşmadan...
Hafif bir tıkırtı duyuldu. Gönül telefonu kapatmıştı.
Ömer yıkılmamak için başını bölmenin duvarına dayadı. Kendi kendine “Seninle konuşmadan ölmek istemiyorum...” diye sessizce haykırdı, “Anlamıyor musun?., ölmek istemiyorum.. ölmek istemiyorum.. Seni bir daha görmeden... Nefesinin sıcaklığını bir daha duymadan...”
Bölmenin kapısında, telefonla konuşmak için sıralarını bekleyen adamlar birikmişti. Yüzüne dikilen şaşkın bakışların arasından sallanarak geçti. Koca posta hane, içinde kaynaşan insanları, tezgahları, kutularıyla gözlerinin önünde fırıl dönüyordu.
Tarla başı’nı, o çıkmaz sokağı, o sıvaları dökülmüş evi, yeniden nasıl bulduğunu, ihtiyar ev sahibi kadına kapıyı nasıl açtırdığını, o dar, ıslak, karanlık odaya nasıl girdiğini hatırlamıyordu. Olaylar bir düşte gediyormuş gibi belirsiz, silik, cansızdılar.
İhtiyar kadın, odanın açık kapısı önünde durmuş kuşkuyla onu süzüyordu:
- Nen var oğlum?.. dedi, hasta mısın?..
Güçlükle:
- Hayır.. Bir şeyim yok.. Bırakın beni.. diyebildi.
- Bir kahve pişireyim mi sana?
- İstemem.. Sonra… ben söylerim.
Kapıyı yavaşça itti, kadının yüzüne kapattı. Şimdi, bu dar odanın yarı karanlığı içinde, boşuna çabalamakta olduğunu iyice anlıyordu. Hiçbir şey gereken sonucu değiştiremezdi. Olaylar, gök boşluğunda kayan bir yıldız hızıyla bu sonuca doğru koşuyorlardı.
Tabancasını çıkardı. Eline aldı. Parmağını tetiğe taktı. Namluyu alnına dayadı.
Ne kadar kolaydı bütün bunları yapmak… Çeliğin serinliğini alnında duyuyordu. Daha şimdiden, ölmüşçesine bir hafiflik içindeydi. Gözleri, köşelere doğru büsbütün kararan duvarın boşluğuna dikilmişti. Ölümün o sonsuz karanlığı yavaş benliğine siniyordu.
( Orhan Hançerli oğlu, Yedinci Gün, Milliyet Yayınları, İstanbul )