İslam ahlakı

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Sümeyye Sude

  • ****
  • Join Date: Mar 2009
  • Yer: izmir
  • 787
  • +219/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • BAKMA SUSKUN DURDUĞUMA DAĞLARINDA SESİ ÇIKMAZ
İslam ahlakı
« : 15 Mayıs 2008, 09:58:04 »
 
İSLAM AHLÂKI


İnsana dünyâda ve âhıretde zarar veren herşey, kötü ahlâkdan meydâna gelmekdedir. Ya’nî, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmakdır. Harâmlardan [kötülüklerden] sakınmağa (Takvâ) denir. Takvâ, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Çünki, birşeyi tezyîn etmek, süslemek için, önce pislikleri, kötülükleri yok etmek lâzımdır. Bunun için, günâhlardan temizlenmedikçe, tâ’atların, ibâdetlerin fâidesi olmaz. Hiçbirine sevâb verilmez. Kötülüklerin en kötüsü, (küfr)dür. Kâfirin [Allaha düşman olanın] hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı, âhıretde fâideli olmaz. [Zulm ile öldürülen kâfir,şehîd olmaz. Cennete girmez.] Îmânı olmıyanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. Herşeyden önce, takvâ sâhibi olmağa çalışmak lâzımdır. Herkese, takvâ sâhibi olmalarını emr ve nasîhat etmelidir. Dünyâda râhata, huzûra kavuşmak, sevişmek, kardeşçe yaşayabilmek, âhıretde de, sonsuz azâbdan halâs olarak, ebedî ni’metlere, se’âdetlere kavuşmak, ancak takvâ ile nasîb olur.


Kötü huylar, kalbi hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin ölümüne [ya’nî küfre] sebeb olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, ya’nî küfr ise, kalbin en büyük zehridir. Îmânı olmıyanın, (Kalbim temizdirYou are not allowed to view links. Register or Login Sen kalbe bak) gibi sözleri, boş lâflardır. Ölmüş olan kalb temiz olmaz.


(İslâm Ahlâkı) kitâbının önsözünde buyuruluyor ki: Ey temiz gençler! Ey, ömrlerini islâm dîninin güzel ahlâkını öğrenmekde ve yaymakda tüketen ve canlarını Allahın dînini insanlara yaymakda fedâ eden şehîdlerin asîl ve kıymetli çocukları! Şerefli ecdâdımızın sizlere tam ve doğru olarak getirdiği ve emânet bırakdığı, mubârek islâm dînini ve bunun bildirdiği güzel ahlâkı iyi öğreniniz! Güzel yurdumuza göz diken, can, mal, din ve ahlâk düşmanlarının saldırılarına karşı, bu mukaddes emâneti bütün gücünüzle savununuz! Her yere yayarak, insanları se’âdete kavuşdurmağa çalışınız! Biliniz ki, dînimiz, güzel huylu olmamızı, sevişmemizi, büyüklere hurmet, küçüklere şefkat etmeği, dinli dinsiz, herkese iyilik etmeği emr etmekdedir. Herkesin hakkını, ücretini veriniz! Kanûnlara, hükûmetin emrlerine karşı gelmeyiniz! Vergilerinizi vaktinde ödeyiniz! Allahın, doğruların yardımcısı olduğunu hiç unutmayınız! Sevişelim, yardımlaşalım ki, Allahü teâlâ yardımcımız olsun!

 

Çevrimdışı Sümeyye Sude

  • ****
  • Join Date: Mar 2009
  • Yer: izmir
  • 787
  • +219/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • BAKMA SUSKUN DURDUĞUMA DAĞLARINDA SESİ ÇIKMAZ
Ynt: İslam ahlakı
« Yanıtla #1 : 15 Mayıs 2008, 10:01:42 »
MÜSLİMÂNA BEDDÜÂ

34 - Hadîs-i şerîfde, (Kendinize, evlâdınıza, kötü düâ etmeyiniz. Allahın kaderine râzı olunuz. Ni’metlerini artdırması için düâ ediniz) ve (Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlûmun, zâlime olan beddüâları, red olunmaz) buyuruldu. Bir müslimânın kâfir olması için düâ edenin kendisi kâfir olur. Bir zâlimin, kâfir olarak ölerek, sonsuz azâb çekmesini istemek, küfr olmaz. Mûsâ aleyhisselâmın böyle düâ etdiği, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ”, başkasının kâfir olmasını istemek, küfr olur buyurdu. Zâlimden başkasına beddüâ etmek harâmdır. Zâlime, zulmü kadar beddüâ etmek câiz olur. Câiz olan birşeyin mikdârı, özrün mikdârı kadar olur. Zâlime de beddüâ etmemek, sabr etmek ve hattâ, afv etmek dahâ iyidir. Zimmîye ve herhangi bir kâfire, Allah ömr versin demek, câiz değildir. Müslimân olması için veyâ cizye vererek müslimânların kuvvetlenmesi için, böyle düâ etmek, câiz olur. Kâfire saygı ile selâm veren, kâfir olur. Kâfire saygı bildiren bir söz söylemek, meselâ üstâdım demek, küfr olur.

MÜSLİMÂNA KÖTÜ İSM TAKMAK

35 - Müslimâna kötü ism takmak veyâ başkasının takdığı kötü ismi söylemek câiz değildir. Soy adı ve nâm-ı müsteâr koymak câizdir. Sıddîk Gümüş, Hüseyn Hilmi Işık hocamızın nâm-ı müsteârıdır. Hadîs-i şerîfde, (Kötü ismi olan, bunu güzel isme çevirsin!) buyuruldu. Meselâ, Âsıye ismini, Cemîle yapmalıdır. Müslimâna güzel ism takmak câizdir. Çocuğuna, övücü ism koymamalıdır. Meselâ Reşîd, Emîn ismini vermemelidir. Muhyiddîn, Nûrüddîn gibi ismler de, yalan ve bid’at olur. Fâsıkları, câhilleri, mürtedleri böyle ismlerle çağırmak mekrûhdur. Çünki, bunlar, medh edici, övücü ismlerdir. Mecâz olarak da, söylenemezler. Kendi çocuklarına, bu ismleri tefe’ül ederek, uğurlu olmak için koymak, câiz olur denilmişdir. Sâlih oldukları meşhûr olan âlimleri bu ismler ile zikr etmek câiz ve fâidelidirYou are not allowed to view links. Register or Login

[İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, beşinci cildde buyuruyor ki, çocuğa konulacak ismler arasında en efdal olanı, Abdüllah, sonra Abdürrahmân, sonra Muhammed, sonra Ahmed, dahâ sonra İbrâhîmdir. Allahü teâlânın ismlerinden olan Alî, Reşîd, Azîz gibi ismleri de koymak câizdir. Fekat, bu ismleri söylerken hurmet etmek lâzımdır. Bilerek hurmetsizlik eden kâfir olur. Meselâ, ismi Abdülkâdir olana, Abdülkoydur demek, Hasen yerine Hasso, İbrâhîm yerine İbo demek, bu ismlerle alay etmek olur. Bu ismlerle alay etmek niyyet edilmezse, küfr olmaz ise de, küfre benziyen şeyi söylemekden sakınmak lâzımdır. Çocuk, dünyâya gelip, hemen ölse, ism koymadan defn edilmez. Abdünnebî ismi câiz ise de, koymamak ihtiyâtlı olur. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri hicrî kamerî 1362 [m. 1943] senesinde vefât edinciye kadar, İstanbulda, Bâyezid câmi’inde, Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri, ikindi nemâzından sonra, yirmibeş sene va’z ve irşâd eyledi. Bir va’zında, (Veledin, vâlideyni üzerinde üç hakkı vardır: Doğdukda müslimân ismi koymak. Âkıl oldukda, kitâbet, ilm ve san’at öğretmek. Bâlig oldukda, dîni ve ahlâkı güzel bir müslimân bulup, bununla hemen evlendirmekdir) buyurdu. Kızları böyle evlendiren ana-baba, hattâ her akrabâ ve ahbâblar ve hattâ komşular çok sevâb kazanırlar. Avrupada, Amerikada, din, edeb düşmanı olarak yetişdirilen soysuzlara, uydurma diploma vererek, profesör ism ve etiketi ile islâm memleketlerine gönderiyorlar. Bu câhil kâfirleri liselere, üniversitelere muallim ve profesör yapıyorlar. Bunlar, tuzaklarına düşen müslimân evlâdlarını dinsiz, mezhebsiz yapıyorlar. Bunlar kolayca, hâin, kâtil oluyorlar. Kızlarını, oğullarını bu mekteblere veren ana babalar, evlâdlarını kendi elleri ile Cehenneme atmakdadırlar.]

ÖZRÜ RED ETMEK
36 - Müslimânın özrünü red etmek mekrûhdur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimân kardeşinin özrünü kabûl etmemek günâh olur) buyuruldu. Özrü kabûl etmek ve kusûrları afv etmek, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Böyle olmıyan kimseye, Allahü teâlâ gadab ve azâb eder. Özrde bulunmak üç dürlü olur: Niçin yapdım? Veyâ şunun için yapdım. Keşki yapmasaydım demek veyâ yapdım, bir dahâ yapmam demek. Yâhud yapmadım diyerek inkâr etmekdir. Yapdım, bir dahâ yapmam demek, tevbe olur. Mü’min, afv etmesi için özr dilemesini bekler. Münâfık, aybların ortaya çıkmasını ister. Hadîs-i şerîfde, (İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf yapınız) ve (İffet sâhibi olursanız, kadınlarınız da afîf olur. Ananıza babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin özrünü kabûl etmiyen, kevser havzından içmiyecekdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, din kardeşinin kötülük yapdığını ve özrünün yalan olduğunu bilmiyen kimse içindir. Çünki, bunun özrünü red etmek müslimâna sû-i zan etmek olur. Yalan söylediğini bilerek özrünü kabûl etmek, afv olur. Afv etmek, vâcib değil, müstehabdır.

KUR’ÂN-I KERÎMİ YANLIŞ TEFSÎR ETMEK

37 - Tefsîr, beyân etmek ve keşf etmek demekdir. Bildirmek ve açıklamakdır. (Te’vîl), rücû’ etmekdir. Tefsîr, bir ma’nâ vermekdir. Te’vîl, çeşidli ma’nâlar arasından birisini seçmekdir. Kendi re’yi, görüşü ile tefsîr, câiz değildir. Tefsîr, rivâyet ile yapılır. Te’vîl, dirâyet ile yapılır. Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahî, hatâ etmişdir) buyuruldu. Resûlullahdan “sallAllahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan “radıyAllahü anhüm” gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin üsûlüne bakmadan ve Kureyş lügatini bilmeden ve hakîkat ile mecâzı düşünmeden, mücmel, mufassal ve umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerîmelerin indirilme sebeblerini ve nâsih, mensûh olduklarını araşdırmadan verilen ma’nâyı, Allahü teâlânın kelâmı olarak söylemek doğru değildir. (Tefsîr), kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlamak demekdir. Kendiliğinden verdiği ma’nâ doğru olsa bile, meşrû’ yoldan çıkarmadığı için, hatâ olur. Verdiği ma’nâ yanlış ise, kâfir olur. Hadîs-i şerîfleri de, sahîh veyâ bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitâblarından, hadîs nakl etmek için, hadîs âlimlerinden icâzet almış olmak lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyliyen kimse, Cehennemde azâb görecekdir) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmi, tefsîr âlimlerinden, icâzeti olmıyanın da, tefsîr kitâblarından alarak söylemesi ve yazması, câizdir. Yukarıda bildirilen, tefsîr etmek şartlarını hâiz olan kimse, yazılı icâzeti olmadan tefsîr ve hadîs nakl edebilir. İcâzet vermek için para almak câiz değildir. Ehliyyeti olana icâzet vermek vâcibdir. Ehliyyeti olmıyana icâzet vermek harâmdır.

Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîme, ehliyyeti olmadan ma’nâ veren, Cehennemde azâb görecekdir) ve (Bilmediğini hadîs olarak söyleyen, Cehennemde azâb görecekdir) ve (Kur’ân-ı kerîme kendi görüşüne göre ma’nâ veren Cehennemde azâb görecekdir) buyuruldu. Bid’at sâhiblerinin, kendi bozuk i’tikâdlarını isbât etmek için, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okumaları, böyledir. [Şî’îler, Vehhâbîler, Teblîg-ı Cemâ’atcılar, Mevdûdîciler ve Seyyid Kutubcular böyledir. Yûsüf-i Nebhânî “rahmetullahi aleyh” böyle bozuk tefsîrleri (Şevâhid-ül hak) kitâbında uzun anlatmakdadır. Kur’ân-ı kerîmin dış ma’nâsı olduğu gibi, iç ma’nâsı da vardır diyerek, kendilerine göre ma’nâ veren [zındıklar] da, böyledir. Kelimelerin, kendi zemânlarında, kendi aralarında kullandıkları ma’nâlarına göre tefsîr yapanlar da böyledir.

Osmânlı devletindeki âlimlerden Nûh bin Mustafâ Konevî “rahime-hullahü teâlâ”, 1070 [m. 1660] de Kahîrede vefât etmişdir. Muhammed Şihristânînin “rahime-hullahü teâlâ” (Milel ve Nihal) kitâbına yapdığı tercemede diyor ki, (İsmâ’îliyye) fırkasında olanlar, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın büyük oğlu İsmâ’îlin yolundayız dedikleri için, bu ismi almışlardır. Bunlara (Bâtıniyye) fırkası da denir. Çünki Kur’ânın zâhir ma’nâsı olduğu gibi, bâtın ma’nâsı da vardır. Zâhir ma’nâsı, fıkhcıların kalıplaşdırdığı belli ve sınırlı şeylerdir. Bâtın ma’nâsı ise, Kur’ânın iç ma’nâsı olup uçsuz denizdir dediler. Zâhir ma’nâyı bırakıp, bâtın dedikleri, kendi uydurdukları şeylere inandılar. Hâlbuki, Peygamberimiz “sallAllahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmin zâhir, açık ma’nâsını bildirdi. Zâhir ma’nâyı bırakıp, iç ma’nâ uydurmak, küfr olur. Zındıklık olur. Bu hîle ile, islâmiyyeti yok etmeğe çalışdılar. Çünki, (mecûsîler) ya’nî ateşe tapanlar, islâmın yayılmasını önliyebilmek için, reîsleri Hamdan Kurmut, bu bölücülüğü ortaya çıkarıp, (Karâmıta) devletini kurdu. Hâcıları katl ve Hacer-i esvedi Kâ’beden çıkarıp Basraya getirdi. (Cennet, dünyâ lezzetleri, Cehennem de, dînin ahkâmına uymakdır) dediler. Harâmlara, güzel san’at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâlete sürüklediler. Devletleri islâmiyyete çok zarar verdi. 372 [m. 983] de gadab-ı ilâhîye yakalanıp mahv oldular.]

Tefsîri, nakl sûretiyle yapmak lâzımdır. Tefsîr yapabilmek için, şu onbeş ilmi bilmek lâzımdır: Lügat, nahv, sarf, iştikak, me’ânî, beyân, bedî’, kırâ’et, üsûl-i din, fıkh, esbâb-ı nüzûl, nâsih ve mensûh, üsûl-i fıkh, hadîs, ilm-i kalb. Bu ilmleri bilmiyen kimsenin tefsîr yapması câiz değildir. İslâm ahkâmına uyan, râsih ilmli âlimlere Allahü teâlânın vâsıtasız olarak ihsân etdiği ilme (Mevhibe) veyâ (Kalb ilmi) denir. Hadîs-i şerîfde, (İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir) buyuruldu. Yukarıdaki on beş ilme mâlik olmıyan kimsenin, tefsîr yapması câiz değildir. Yaparsa, kendi görüşü ile yapmış olur. Cehennemde yanmaya müstehak olur. Hadîs-i şerîfde, (Kırk gün ihlâs ile islâmiyyete uyan kimsenin kalbini, Allahü teâlâ hikmet ile doldurur. Bunları söyler) buyuruldu. Müteşâbih âyetlere ma’nâ veren, kendi görüşü ile tefsîr yapmış olur. Bid’at sâhiblerinin tefsîri böyledir.

Kur’ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısmdır: Bir kısmını, hiç bir kuluna bildirmemişdir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybdan haber vermek böyledir. İkinci kısm, yalnız Peygamberine bildirdiği esrârdır. Bunları, Peygamberi “aleyhisselâm”, yalnız Allahü teâlânın izn verdiği kimselere bildirir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine “aleyhissalâtü vesselâm” bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emr etmişdir. Bu üçüncü kısm da, ikiye ayrılır: Birincisi, ancak işitmekle öğrenilir. Kıyâmet hâlleri böyledir. İkincisi, görüp incelemekle ve okuyup ma’nâsını anlamakla öğrenilir. Îmân ve islâm bilgileri böyledir. Müctehid imâmlar bile, Nasslarda açık bildirilmemiş olan islâmiyyet bilgilerini kesin olarak anlıyamamışlar, ihtilâfa düşmüşlerdir. Böylece amelde çeşidli mezhebler meydâna gelmişdir. Yukarıda bildirilen onbeş ilme sâhib olanın çıkaracağı ma’nâlara tefsîr denmez, (te’vîl) denir. Çünki, bu ma’nâlarda kendi re’yi bulunur. Ya’nî anladığı çeşidli ma’nâlardan birini seçmekde kendi re’yini kullanır. Seçdiği ma’nâ, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin açık ma’nâlarına yâhud icmâ’a uygun olmazsa, fâsid olur. (Berîka) sonunda, raksın harâm olduğunu anlatırken diyor ki, (Bize, tefsîr kitâblarına göre amel etmek emr olunmadı. Fıkh kitâblarına tâbi’ olmamız emr edildi.)

HARÂM İŞLEMEKDE ISRÂR


38 - Günâh işlemeği kasd etmek, az işlese dahî, ısrâr etmek olur. Kasd etmek, niyyet etmekle, irâde etmekle ve karâr vermekle olur. Karâr verip bir kerre yaparsa, ısrâr olur. Hiç yapmazsa, devâmlı yapmağa kasd etmesi, karâr vermesi ısrâr olmaz. Devâmlı yapmağa karâr verip ve işleyip de pişmân olur, terk ederse ısrâr olmaz. Tekrâr yapıp yine tevbe ederse, ısrâr olmaz. Günde çok kerre yapıp, her birinden sonra tevbe etmek, ısrâr olmaz. Tevbe ederken, günâh işlediğine pişmân olup üzülmek ve günâhdan hemen vaz geçmek ve bir dahâ yapmamağa karâr vermek şartdır. Bu üç şartı yapmadan, yalnız dil ile tevbe etmek, yalancılık olur. Küçük günâhlara ısrâr etmek, büyük günâh olur. Bir büyük günâhı bir kerre yapmakdan dahâ büyük olur. Tevbe edince, büyük günâh da afv olur. Küçük günâhı küçük görmek, büyük günâhdır. Küçük günâh işlediğini söyliyerek övünmek, büyük günâh olur. Küçük günâh işliyeni, âlim ve sâlih sanmak da, büyük günâh olur. Küçük günâh işleyince de, Allahü teâlâdan ve azâbından korkmak lâzımdır. Allahü teâlâdan utanmazsa ve azâb yapılacağını düşünmezse büyük günâh olur.

Kalbi bozuk olana, kıymet mi verir, mal ile mevki’?
altın palan vursan, merkeb yine merkebdir!

GÎBET ETMEK

39 - Belli bir mü’minin veyâ zimmînin [gayr-ı müslim vatandaşın] aybını, onu kötülemek için arkasından söylemek, gîbet olur. [Kötüleyen sözler doğru ise, (gîbet) olur. Yalan ise, (iftirâ) olur. Gîbet ve iftirâ söylemek, büyük günâh olduğu gibi, bunları dinlemek de harâmdır. Söyleyen ve dinleyen, Cehennem ateşinde yanacakdır. Söyleyeni susdurmalı, susduramaz ise, oradan kalkıp gitmelidir. Ve bunlar için, hayr düâ etmelidir. Dostların, ahbâbların ismlerini yazıp, dıvara asmalı, bu ismleri her görüşde, sâhiplerine hayr düâ etmelidir. Mezârların üzerine taşlar dikip, üzerlerine meyyitin ismi yazılır, geçenler, görenler, bu meyyite rahmet ve istigfâr okurlar. Senelerce bu düâlara kavuşan meyyitler kabr azâbından kurtulur.] Gîbet, harâmdır. Dinleyen, o kimseyi tanımıyorsa, gîbet olmaz. Gîbet olunan kimse bunu işitirse, üzülür. Bedeninde, nesebinde, ahlâkında, işinde, sözünde, dîninde, dünyâsında, hattâ elbisesinde, evinde, hayvânında bulunan bir kusûr, arkasından söylendiği zemân, bunu işitince üzülürse, gîbet olur. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de, hep söylemek gibi gîbetdir. Bir müslimânın günâhı ve kusûru söylendikde, hâfızların, din adamlarının, elhamdülillâh biz böyle değiliz demeleri, gîbetin en kötüsü olur. Birisinden bahs edilirken, elhamdülillâh, Allah, bizi hayâsız yapmadı gibi, onu kötülemek, çok çirkin gîbet olur. Falanca kimse çok iyidir, ibâdetde şu kusûru olmasa, dahâ iyi olurdu demek, gîbet olur. Hucurât sûresinde, onikinci âyetinde meâlen, (Birbirinizi gîbet etmeyiniz!) buyuruldu. Gîbet, adam çekişdirmek demekdir. Birisini gîbet etmek, ölmüş insanın etini yimek gibi olur buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyâda iken, şu ibâdetleri yapmışdım. Sahîfede bunlar yazılı değil, der. Onlar, defterinden silindi, gîbet etdiklerinin defterlerine yazıldı denir) ve (Kıyâmet günü bir kimsenin hasenât defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar seni gîbet edenlerin sevâblarıdır, denir) buyuruldu. Ebû Hüreyre “radıyAllahü anh” diyor ki, Resûlullah “sallAllahü aleyhi ve sellem” ile oturuyorduk. İçimizden birisi kalkıp gitdi. Yâ ResûlAllah! Râhatsız olup gitdi, denildi. (Arkadaşınızı gîbet etdiniz, etini yidiniz) buyurdu. Âişe “radıyAllahü anhâ” diyor ki, Resûlullahın “sallAllahü aleyhi ve sellem” yanında, bir kadının uzun olduğunu söyledim, (Ağzında olanı çıkar!) buyurdu. Tükürdüm. Ağzımdan et parçası çıkdı. Allahü teâlâ sıfatları, özellikleri, cism şeklinde göstermeğe kâdirdir. Gîbet, din kardeşinin, bir zimmînin işitince üzüleceği bir kusûrunu arkasından söylemekdir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy eyledi ki, (Gîbet edip tevbe eden kimse, Cennete en son gidecekdir. Gîbet edip, tevbe etmiyen kimse, Cehenneme en önce girecekdir.) İbrâhîm Edhem “rahime-hullahü teâlâ”, bir yemeğe da’vet edilmişdi. Sofrada, çağrılanlardan birinin bulunmadığı söylenince, o ağır kimsedir, denildi. İbrâhîm bin Edhem “rahime-hullahü teâlâ”, gîbet edildi, buyurdu ve çıkıp gitdi. Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse için söylenen kusûr, onda varsa, bu söz gîbet olur. Yoksa bühtân, ya’nî iftirâ olur) buyuruldu. Dindeki kusûrları söylemek, meselâ nemâz kılmaz veyâ şerâb içer veyâ sirkat eder veyâ söz taşıyıcıdır demek ve dünyâdaki kusûrlarını söylemek, meselâ sağırdır, şaşıdır demek, gîbet olur. Dindeki kusûrları, onu kötülemek için söylenirse, gîbet olur. Onun islâhını düşünerek söylerse, gîbet olmaz. Acıyarak söylemek de, gîbet olmaz denildi. Bu köyde, nemâz kılmıyan var veyâ komünist var, hırsız var demek, gîbet olmaz. Çünki, belli bir şahs söylenmemişdir.

Bir kimse, nemâz kılar, oruc tutar, hem de insanlara eli ile zarar verir. Meselâ döver, mallarını gasb eder, sirkat eder. Yâhud dili ile zarar verir. Meselâ söver, iftirâ eder, gîbet eder, söz taşır. Âşikâre yapılan fısk ve harâmları ve bid’atları söylemek, gîbet olmaz. Bunları men’ etmesi için hükûmete haber vermesi, günâh olmaz. Bir kimse, babasından gizli harâm işleyince, babasının mâni’ olacağını bilenin, babasına söylemesi veyâ yazarak bildirmesi lâzımdır. Mâni’ olacağı bilinmiyorsa haber vermek câiz olmaz. Çünki, düşmanlığa sebeb olur. Birinin zararlarını, ona acıdığı için veyâ başkalarının ondan sakınması için söylerse, gîbet olmaz. Onu kötülemek için söylerse, gîbet olur. Altı kişinin kusûrlarını, ayblarını arkasından söylemek, gîbet olmaz: Ona acıdığı için söylemek, ona mâni’ olunması için söylemek, fetvâ almak için söylemek, müslimânları onun şerrinden korumak için söylemek. O kusûr, ona ism olmuş ise, onu bu ism ile tanıtmak mecbûriyyetinde olmak. Âşikâre, herkesce bilinen fıskı, bid’ati ve zulmü söylemek. Kızarak, onu kötülemek niyyeti ile söylenen, gîbet olur. Satılmakda olan mâlın kusûrunu müşteriye söylemek, satıcıyı gîbet etmek olmaz. Evlenecek erkeğe, nikâh edeceği kızın aybını, kusûrunu haber vermek, gîbet olmaz, nasîhat olur. Birşeyi bilmeyene nasîhat vermek, vâcibdir. Açıkca harâm işliyenin ve zulm edenin, açık olmıyan başka ayblarını bildirmek, gîbet olur. Hadîs-i şerîfde, (Hayâ cilbâbını çıkaran kimseyi söylemek gîbet olmaz) buyuruldu. Cilbâb, kadınların geniş baş örtüsüdür. Burada, hayâ cilbâbını çıkarmak, açıkca harâm işlemek demekdir. Hadîs-i şerîf, böyle kimsenin hayâsı olmadığını işâret etmekdedir. İmâm-ı Gazâlî ve ba’zı âlimler “rahime-hümullahü teâlâ”, açık günâh işliyenin ve başkalarının kusûrunu söylemenin gîbet olmasında, onu kötülemek, şart değildir, dediler. Bunun için gîbet etmekden çok sakınmak lâzım gelir.

İnsanı gîbet etmeğe sürükliyen sebebler çokdur. Burada onbiri bildirilecekdir: Ona karşı düşmanlık, yanında olanların fikrlerine uymak düşüncesi, sevilmiyen bir kimseyi kötülemek, kendisinin o günâhda bulunmadığını bildirmek, kendinin ondan üstün olduğunu bildirmek, hased etmek, yanında bulunanları güldürmek, şakalaşmak, onunla alay etmek, ummadığı kimsenin harâm işlemesine hayretini bildirmek, buna üzüldüğünü, ona acıdığını bildirmek, harâm işlediği için onu sevmediğini bildirmek.

Çevrimdışı Sümeyye Sude

  • ****
  • Join Date: Mar 2009
  • Yer: izmir
  • 787
  • +219/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • BAKMA SUSKUN DURDUĞUMA DAĞLARINDA SESİ ÇIKMAZ
Ynt: İslam ahlakı
« Yanıtla #2 : 15 Mayıs 2008, 10:14:33 »
CEHÂLET

2 - Kalb hastalıklarının, ikincisi, (Cehâlet)dir. Câhilliğin çeşidleri ve zararları birinci maddenin baş tarafında bildirilmişdir.

MAL, MEVKI’ HIRSI

3 - Kalb hastalıklarının, ya’nî kötü huyların üçüncüsü, mal ve mevkı’ hırsıdır. Aşağıdaki hadîs-i şerîfler (Hubbürriyâset) denilen, bu hastalığın teşhîs ve tedâvîsine ışık tutmakdadır:

1) (İki aç kurd, bir koyun sürüsüne girdiği zemân, yapdıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının yapacağı zarar dahâ çokdur.)

2 ) (İnsana zarar olarak, din ve dünyâ işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.) Ya’nî, insanın din veyâ dünyâ işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine de, dünyâsına da çok zarar verir.

3 ) (Medh olunmağı sevmek, insanı kör eder ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusûrlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur.)

Mevkı’ ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden hâsıl olur: Birinci sebeb, nefsin arzûlarına kavuşmakdır. Nefs, arzûlarının, harâm yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehab olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât, hasenât yapmak için yâhud mubâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk çocuk sâhibi olup, râhat ve mes’ûd yaşamak için veyâ ibâdetlerine mâni’ olacak şeylerden kurtulmak için ve islâm dînine ve müslimânlara hizmet için mevkı’ sâhibi olmak istenir. Bu niyyet ile mevkı’a kavuşurken, riyâ gibi ve hakkı bâtıl ile karışdırmak gibi, islâmiyyetin yasak etdiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkı’ sâhibi olması câizdir, hattâ müstehabdır. Çünki, câiz ve lâzım olan şeylere kavuşdurucu sebebleri, vâsıtaları yapmak da, câiz ve lâzım olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, iyi insanların nasıl olacağını bildirirken, bunların (Müslimânlara imâm olmak istediklerini) de bildirmekdedir. Süleymân aleyhisselâm, (Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmiyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!) diyerek melik ve emîr olmak istemişdir. Önceki dinlerden bildirilen ve red edilmiyen haberler bizim dînimizde de mu’teberdir. Hadîs-i şerîfde, (Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devâmlı gâzâ etmekden dahâ çok severim) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir sâat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ iyidir) buyuruldu. Riyâ ile ve hakkı bâtıl ile karışdırarak mevkı’ sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyyet ile olsa da, câiz değildir. Çünki, harâmları ve mekrûhları, iyi niyyet ile de yapmak câiz değildir. Hattâ, ba’zı harâmların iyi niyyet ile yapılması, dahâ büyük günâh olur. Niyyetin iyi olması, tâ’atlarda, ibâdetlerde fâideli olur. Mubâh, hattâ farz olan bir amel, niyyete göre günâh olabilir. Günâh işliyenin, (Sen kalbime bak! Kalbim temizdir. Allah kalbe bakar) sözünün yanlış, hattâ zararlı olduğu buradan da anlaşılmakdadır.

Mevkı’ sâhibi olmağı istemenin sebeblerinden üçüncüsü, nefsini eğlendirmekdirYou are not allowed to view links. Register or Login Nefsi, maldan olduğu gibi, mevkı’den de lezzet almakdadır. Arada islâmiyyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi lezzet aldığı şeye kavuşdurmak harâm olmaz ise de, takvânın, himmetin az olduğunu gösterir. Mevkı’ elde etdikden sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riyâ ve müdâhane ve gösteriş yapmasından korkulur. Hattâ, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karışdırmak ve hattâ hiyle ve yalan gibi tehlükeli hâller de olabilir. Halâl ile harâm karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Mevkı’ sâhibi olmanın bu üçüncü sebebi, harâm değil ise de, iyi olmadığı için, ilâcını bilmek ve yapmak lâzımdır. Önce mevkı’in geçici olduğunu ve zararlarını, tehlükelerini düşünmelidir. Şöhretden ve hurmet toplıyarak kibrli olmakdan kurtulmak için, islâmiyyetde mubâh olup, câiz olup, halkın beğenmediği işleri yapmalıdır. Bir zemân, bir emîr, bir zâhidi ziyârete gitmiş. Zâhid, emîrin ve etrâfındakilerin kendisine yaklaşmak istediklerini anlayınca, ziyâfet vermiş. Kendisi, iri lokmaları hırs ile çabuk çabuk, yimeğe başlamış. Emîr, bu hâli görünce, zâhidi beğenmiyerek, oradan ayrılmış. Zâhid, arkasından, Elhamdü lillah! Rabbim beni kurtardı demiş. Mevkı’ sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilâc, insanlardan uzlet etmekdir. Din ve dünyâ için zarûrî vazîfelerden başka, insanlar arasına karışmamalıdır. Hadîs-i şerîfde, bu ilâc tavsiye edilmekdedir.

Çevrimdışı Sümeyye Sude

  • ****
  • Join Date: Mar 2009
  • Yer: izmir
  • 787
  • +219/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • BAKMA SUSKUN DURDUĞUMA DAĞLARINDA SESİ ÇIKMAZ
Ynt: İslam ahlakı
« Yanıtla #3 : 15 Mayıs 2008, 10:16:05 »
AYBLANMAK KORKUSU

4 - Kalb hastalıklarının dördüncüsü, insanların kötülemelerine, çekişdirmelerine, ayblamalarına üzülmekdir. Küfr-i cühûdîye sebeb olan şeylerin üçüncüsü, insanlardan utanmak ve başkalarının kötülemelerinden, ayblamalarından korkmakdır. Ebû Tâlibin kâfir olmasının sebebi budur. Ebû Tâlib, hazret-i Alînin “radıyAllahü teâlâ anh” babasıdır. Resûlullahın “sallAllahü aleyhi ve sellem” amcasıdır. Resûlullahın Peygamber olduğunu biliyordu. İnsanların kötüliyeceklerinden korkarak ve ayblıyacaklarını düşünerek, îmân etmedi. Ebû Tâlib ölüm döşeğinde iken, Resûlullah “sallAllahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun yanına gelerek, (Ey amcam! Sana şefâ’at edebilmekliğim için, lâ ilâhe illAllah söyle!) buyurdu. Cevâbında, (Ey kardeşimin oğlu, doğru söylediğini biliyorum. Lâkin ölüm korkusu ile îmâna geldi denilmesini istemem) dedi. Beydâvî tefsîrinde, Kasas sûresinin (Sevdiklerini hidâyete getirmek senin elinde değildir) meâlindeki, ellialtıncı âyet-i kerîmesinin bu zemân indiği bildirilmişdir. Bir rivâyete göre, Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri, Ebû Tâlibin yanına geldiler. Sen, bizim emîrimizsin, sözlerin başımızın üzerindedir.You are not allowed to view links. Register or LoginFekat, senden sonra, Muhammed ile “aleyhissalâtü vesselâm” aramızda düşmanlığın devâm edeceğinden korkuyoruz. Ona söyle! Dînimizi kötülemesin, dediler. Ebû Tâlib, Resûlullahı “sallAllahü aleyhi ve sellem” yanına çağırdı. İşitdiklerini söyledi. Resûlullahın, onlar ile sulh yapmıyacağını anlayınca, müslimân olacağı anlaşılacak ba’zı şeyler söyledi. Bunları işitince, amcasının îmân etmesini istedi. (İşitenler bana dil uzatacaklarından korkmasaydım, îmân ederdim. Seni sevindirirdim) dedi. Öleceği zemân, bir şeyler söyledi. Bunları işitebilmek için, Abdüllah ibni Abbâs “radıyAllahü teâlâ anhümâ” yanına yaklaşdı. Îmân etdiğini bildiriyor dedi. Ebû Tâlibin îmân etdiği şübhelidir. Ehl-i sünnet âlimlerine göre, îmân etmedi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ”, Ebû Tâlib kâfir olarak öldü demişdir. Hazret-i Alî “radıyAllahü anh”, Resûlullaha gelerek “sallAllahü aleyhi ve sellem”, dalâletde olan amcan öldü dedikde, (Yıka, kefen içine sar ve defn et! Men’ olununcaya kadar onun için düâ ederiz) buyurdu. Birkaç gün evinden çıkmıyarak, onun için çok düâ etdi. Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları bunu işitince, onlar da, kâfir olarak ölmüş olan akrabâları için düâ etmeğe başladılar. Bunun üzerine, Tevbe sûresinin, (Peygamber ve îmân edenler, akrabâları olsalar da, müşrikler için istigfâr etmemelidirler) meâlindeki yüzondördüncü âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, kâfirlerden azâbı en hafif olanı, Ebû Tâlibdir. Ayaklarında ateşden na’lın olacak, bunların sıcaklığından dimâğı kaynayacakdır) buyuruldu.

İnsanların kötülemelerinden ve ayblamalarından korkmağa karşı ilâc olarak şöyle düşünmelidir: Kötülemeleri doğru ise, ayblarımı bana bildirmiş oluyorlar. Bunları yapmamağa karâr verdim demeli, böyle kötülemelerden ferahlık duymalıdır. Onlara teşekkür etmelidir. Hasen-i Basrîye “rahime-hullahü teâlâ”, birisinin kendisini gîbet etdiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, (Sevâblarını bana hediyye etdiğini işitdim. Karşılık olarak bu tatlıyı gönderiyorum) dedi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye “rahime-hullahü teâlâ”, birisinin kendisini gîbet etdiğini söylediler. Ona bir kese altın gönderip, (Bize verdiği sevâbları artdırırsa, biz de karşılığını artdırırız) dedi. Yapılan kötüleme yalan ise, iftirâ ise, zararı söyliyene olur. Onun sevâbları bana verilir. Benim günâhlarım, ona yüklenir demelidir. İftirâ etmek, nemmâmlık yapmak, gîbet etmekden dahâ fenâdırlar. Nemîme, müslimânlar arasında söz taşımakdır. [(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 123. cü mektûbuna bakınız!]

ÖVÜLMEYİ SEVMEK

5 - Kalb hastalıklarının beşincisi, (Medh ve Senâ) olunmağı sevmekdir. Bunun sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da, geçici olduğunu düşünmelidir. Kibr hastalığı anlatılırken, bu konuda bilgi verilecekdir.

BİD’AT İ’TİKÂDI

6 - (Bid’at i’tikâdı), yanlış, sapık inanmakdır. Îmânın bozuk ve sapık olmasıdır. Müslimânların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamıyan, hesâb ile ulaşılamıyan şeylerde akl yürütmek ve aklın yanıldığı şeylere inanmak, insanı bu hastalığa sürükler. Her müslimânın (i’tikâdda mezheb)in iki imâmından birine, ya’nî (Mâtürîdî) veyâ (Eş’arî) mezhebine tâbi’ olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birini taklîd etmek, insanı bu hastalıkdan kurtarır. Çünki, (Ehl-i sünnet) âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, aklın ermediği bilgilerde, yalnız Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akllarını yalnız bu ikisinin ma’nâlarını arayıp bulmakda ve anlamakda kullanmışlardır. Bu ma’nâları, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrenmişler ve öğrendiklerini kitâblarına yazmışlardır.

[Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan birşeye inanmıyan veyâ şübhe eden (Kâfir) [Allahın düşmanı] olur. Açık olarak bildirilmemiş, şübheli olan emrlere yanlış ma’nâ vermek (Bid’at) olur. Kur’ândan, hadîsden yanlış ma’nâ çıkarana (Bid’at sâhibi) denir. Kendi anladıklarına, düşüncelerine Kur’ân, hadîs diyene (Zındık) denir. Bu yanlış anladığına inanan, bid’at sâhibi olur. Böyle şey olmaz, aklım kabûl etmez derse, kâfir olur. Bir harâma mubâh diyen kimse, bir âyete veyâ hadîs-i şerîfe dayanarak söyliyorsa, kâfir olmaz, bid’at sâhibi olur. Ebû Bekr ile Ömerin hilâfete seçilmeleri haklı değildi demek bid’atdir. Hilâfete hakları yok idi demek küfrdür. Muhammed Şihristânî “rahime-hullahü teâlâ”, (Milel ve Nihal)da diyor ki, Hanefî mezhebinin âlimleri, i’tikâdda, Ebû Mansûr Mâtürîdî “rahime-hullahü teâlâ” hazretlerine tâbi’ olmuşlardır. Çünki, Ebû Mansûr hazretleri, üsûl ve fürû’da, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin mezhebindedir. (Üsûl), i’tikâd demekdir. (Fürû’), ahkâm-ı islâmiyye demekdir. Mâlikî, şâfi’î ve hanbelî mezheblerinin âlimleri, i’tikâdda, Ebül-Hasen Eş’arî “rahime-hullahü teâlâ” hazretlerine tâbi’ olmuşlardır. Ebül-Hasen Eş’arî hazretleri, şâfi’î mezhebinde idi. Şâfi’î âlimlerinden Ebül-Hasen Alî Sübkînin oğlu Abdülvehhâb Tâc-üddîn-i Sübkî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, hanefî âlimlerinin kitâblarını inceledim, onüç mes’elede, şâfi’î i’tikâdından ayrıldıklarını gördüm. Fekat bu ayrılıkları, kendilerini doğru yoldan çıkarmamakdadır. Esâsda ayrılıkları yokdur. Her ikisi de, hak yoldadır. Muhammed Hâdimî “rahime-hullahü teâlâ” (Berîka) kitâbının üçyüzonyedinci sahîfesinde, Mâtürîdî ve Eş’arî mezhebleri arasındaki en küçük farkları da hesâba katarak, hepsinin yetmişüç aded olduğunu bildirmişdir. Bid’at sâhiblerinin muhakkak Cehenneme gidecekleri (Hadîka) ve (Berîka) kitâblarında uzun yazılıdır.]

HEVÂY-İ NEFS


7 - Kalb hastalıklarının, ya’nî kötü huyların yedincisi, (nefsin hevâsı)na, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi’ olmakdır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkca bildirilmişdir. Nefsin arzûlarının, insanı Allah yolundan sapdırıcı oldukları, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmişdir. Çünki nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, Ona inâd, isyân etmek ister. Her işde, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veyâ bid’at sâhibi olmağa yâhud fıska ya’nî harâm işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Nefse uymakdan kurtulmak, dünyâ ni’metlerinin en büyüğüdür. Çünki nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür). Sehl bin Abdüllah Tüsterî [283 h. Basrada] diyor ki, (İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamakdır). İslâm bin Yûsüf Belhî, Hâtem-ül-esam’a [237 h.] bir şey hediyye etdi. Hâtem bunu kabûl edince, bunu kabûl etmek nefsin arzûsuna uymak olmaz mı dediler. Kabûl etmekle kendimi zelîl, onu azîz eyledim. Red etseydim, kendim azîz, o zelîl olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi dedi. Resûlullah “sallAllahü aleyhi ve sellem”, uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda buyurdu ki, (İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçdür: Hasîslik, nefse uymak, kendini beğenmek.) İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, Allahü teâlânın insana yardımına mâni’ olan perdelerin en kötüsü, (Ucb)dur. Ya’nî ayblarını görmeyip, ibâdetlerini beğenmekdir. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki, (Ey havârîler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüşdür. Ucb da, çok ibâdetleri söndürmüş, sevâblarını yok etmişdir.)

Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmakdır) buyuruldu. Nefse uymak, islâmiyyete uymağa mâni’ olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebeb olur.

Çevrimdışı aleyna

  • ***
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Bursa
  • 149
  • +12/-1
  • Cinsiyet: Bayan
Ynt: İslam ahlakı
« Yanıtla #4 : 16 Mayıs 2008, 10:05:47 »
 103     kardeşim      teşekküler.. öppp