İlk Çağ’ın başından itibaren Mezopotamya, Mısır, Anadolu gibi bölgelerde geniş alanlara hükmeden güçlü siyasi oluşumlar ortaya çıkmıştır. Farklı coğrafyalarda kurulan bu ilk medeniyetlerin siyasi organizasyonlarında benzerlikler ve farklılıklar görülmektedir. Anadolu’da MÖ 1700’lerde
kurulan Hititlerde kralların, gücünü tanrıdan aldığına inanılır ve emirleri tanrının emriymiş gibi görülürdü. Fakat krallar kendilerini tanrı olarak görmezlerdi. Bu yüzden Hititlerin yönetimi dine dayalı bir krallık veya teokratik bir monarşi olarak ifade edilebilir.
Bir diğer Anadolu medeniyeti Urartularda krallar yaptıkları işleri tanrıları “Haldi” adına yaparlardı. Yani krallar tanrı değildi ama onun yerine hükmederlerdi. Bu yönüyle Urartular, Hititlerle benzerlik gösterir.
İlk Çağ Yunan medeniyetinin temellerinin atıldığı Girit Adası’nda halk, soylular ve kral tarafından yönetilirdi.
Yöneticiler; sanat, ticaret, din gibi hemen her konuda söz sahibi olup egemen sınıfı oluştururdu. Yöneticilerin din adına söz sahibi olması yönüyle yönetimleri teokratikti.
Dorların Yunanistan’ı işgali sonrasında Anadolu’ya göç eden Akalar, İzmir Körfezi çevresinde İyon medeniyetini kurmuştu. Anadolu’nun köklü kültüründen de yararlanarak Batı Anadolu’da güçlü bir medeniyet oluşturan İyonlar, genel olarak Yunan tanrılarına inanırlardı.
Tanrılar adına yapılan tapınaklarda bulunan din adamları ve kâhinlerin, krallar üzerinde etkisi olsa da soyluların yani aristokrat sınıfın yönetimdeki etkisi daha büyüktü.
İlk Çağ’ın önemli bir diğer medeniyet merkezi olan Mezopotamya uygarlıklarından Sümerlerde yönetici olan “Ensi”ler yani rahip-krallar; en yüksek rahip, yargıç ve komutandı. Her kentte Sümerlerin saygı duyduğu tanrılara adanmış “ziggurat” adı verilen tapınaklar inşa etmişlerdi. Bu
tapınakları yöneten rahip sınıfı, kentin yöneticileri üzerinde etkiliydi. Asur ve Babillerde ise kral, büyük tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olup onlar adına ülkeyi yöneten rahip krallardı. Kralın kutsal kişiliği tanrılara ve tapınaklara yaptığı hizmetlerle değerlendirilirdi. Ancak ünlü Babil Kralı Hammurabi, bu anlayıştan farklı olarak kendisini adaletin kralı olarak ifade etmiştir.
Coğrafi olarak Mezopotamya’ya yakın olmakla beraber, İran uygarlığı olarak da ifade edilen Elamlar, krallarını ve prenslerini hem yönetici hem de din adamı kabul ederlerdi. Ayrıca krallarına tanrının vekili gözüyle bakarlardı. Bir diğer İran medeniyeti olan Pers İmparatorluğu’nda, hükümdar gücünün
kaynağını tanrılardan alırdı. Örneğin Pers Kralı Kiros, Babil’i fethettiği zaman kendisini Babil’in Tanrısı Marduk’un varisi ilan ederek halkın saygısını ve bağlılığını kazanmaya çalışmıştı.
Zerdüştlüğün hâkim olduğu dönemlerde ise krallar kendilerini Tanrı Ahuramazda’nın yeryüzündeki vekilleri olduklarını belirtir ve hükümdarlıklarına kutsal bir meşruiyet kazandırırlardı.
Kendine özgü bir medeniyet oluşturan Mısır Krallığı’nın ilk dönemlerinde krallar, tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Başlangıçta tanrı olarak görülmeyen firavunlar ilerleyen dönemlerde tanrı olarak görülmeye başlanmıştır. İnsan şeklinde tanrı sayılan firavunlar; toprakların, malların ve insanların sahibi olarak görülmüş ve Tanrı-Kral olarak kabul edilmiştir.
İlk Çağ’da yaşayan medeniyetlerin çoğu monarşiyle yönetiliyordu.
Monarşi: Siyasi gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu ve yönetimin genellikle kan yoluyla aile bireylerine geçtiği yönetim biçimidir.
Yönetim anlayışlarında krallar güçlerini dinden almaktaydı. Yani güçlerinin meşruiyet kaynağı tanrısaldı. Bunun yanında yöneticilerde soy kavramı da önemliydi.
Asurlarda bir kral zorla başa geçse bile kendinden önceki krallarla bir akrabalık bağı kurma gayreti içindeydi. Mezopotamya’da Sümerler, Babiller ve Asurlar dönem dönem siyasi güçlerini kaybetmiş fakat aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra yeniden kurulmuş ve güçlenmişlerdir. Siyasi
güçlerin yeniden kazanılma durumu Mezopotamya’da Ur, İssin, Babil, Kassit, Kalde gibi sülalelerin soy dayanışmasının bir sonucudur.