Hak Ve Hukuk
Hak kelimesinin çoğulu hukuktur. İslâm’a göre hakkın
kaynağı ilâhi irade olan Yüce Allah’tır. İslâm’da haklar,
şer‘î kaynaklar olan kitap, sünnet, icma ve kıyas ile
belirlenen ilâhi ihsanlardır. Dinî haklarda, hakkın sahibi
Allah, diğer haklarda gerçek veya tüzel kişilerdir.
Haklar konusuna göre malî olan ve olmayan, şahsî ve
aynî, mücerret olan veya olmayan gibi bazı bölümlere
ayrılır.
Başka bir sınıflamaya göre haklar, üç grupta
incelenmektedir:
1. Allah Hakkı (Hukukullah): Anahatları Kur’ân
ve Sünnet’te belirlenmiş, yapılması durumunda
Allah’a daha çok yaklaşmayı ve toplum yararı
sağlayan emir ve yasaklardır. Bu kapsamdaki
eylemler arasında namaz, oruç, zekât vs. gibi
ibadetler ile iyiliği emretmek, kötülüğü
yasaklamak, hırsızlık, içki, zina vs. gibi suçlardan
sakınmak, ortak kullanım haklarını korumak
sayılabilir
2. İnsan Hakkı (Hukuku’l-İbad): Özel olarak
kişilerin haklarını korumayı hedef alan insan
hakkı aleyhine işlenen her suç için ayrı ceza
gerekmektedir. Bu tür cezaların uygulanması hak
sahibi veya velisinin kişisel şikâyetiyle mümkün
olmaktadır.
3. Ortak Hak: Allah ve insan hakkının bir arada
bulunduğu haklardır. Bunların bazılarında kul,
bazılarında Allah hakkı üstün olur. Allah hakkı,
toplum yararının genel olması yüzünden daha
baskındır. Kul hakkı üstün olan hakların başında
ise kısas ve diyet gelir. Toplumu katl suçundan
temizlemek Allah hakkı, maktülün velisinin
kinini dindirmek ve onun gönlünü hoş etmek ise
kulun hakkıdır
İslâm’da Adalet Anlayışı
Adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür,
bilgi ve makam farklılıklarından dolayı insanlara farklı
davranmamaktır. İslâm dini, istek ve heveslere yer
vermeyen, sevgi ve nefretlere uymayan, akrabalık ve
yakınlık bağlarına göre ayarlanmayan, zengin-fakir ayrımı
gözetmeyen, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne alan bir
adalet anlayışı getirmiştir. Bu anlayışta hukuk ve yönetim
biçimi, inanan ve inanmayan her insanın yararlanmasına
açıktır. İslâm toplumunda adalet, yönetenlerle yönetilenler
arasında ve toplumsal ilişkilerde tam anlamıyla
uygulanması önemli bir hedeftir. Yargılama işlerinde ve
yönetimde Allah’ın emirleri doğrultusunda hüküm vermek
esastır.
İslâm Medeniyetinde Hukuk Kurumlarının
Tarihî Süreci
Hz. Peygamber Döneminde Adalet ve Yargı: Hz.
Peygamber’in sağlığında davalara bizzat kendisinin
baktığı ve özellikle çevresini adaletle davranılması
konusunda dikkatle uyardığı bilinmektedir. İslâm dininin
yaşanmaya başladığı dönemde, ashab arasında ortaya
çıkan anlaşmazlıklarda yargılama görevini Rasûlullah
yürütmüştür. Dinî emirleri tebliğ görevini yürüten
Peygamberimiz, aynı zamanda kadılık/hâkimlik görevini
de yerine getiriyordu. İnsanlar arasında Allah’ın kendisine
bildirdiği hükümler çerçevesinde karar veren Hz.
Peygamber, bunu, huzuruna kendi arzularıyla gelen davalı
ve davacıyı dinledikten sonra yapardı. İddia sahibinin,
davasının doğruluğuna ve kendisinin haklı olduğuna
ilişkin delilleri ortaya koymasını beklerdi. Hasımlar
arasında taraf tutmaz, hiçbirine meyletmezdi.
Hz. Muhammed’in sağlığında henüz İslâm ülkesinin
sınırları geniş olmadığından kendisine götürülen davalar
da oldukça azdı. Bu nedenle herhangi bir şehre, sadece
kadılık yapma göreviyle kimseyi tayin etmemişti. Bu
görevi, bir yere vali olarak atadığı kişilere genellikle ek
olarak veriyordu. Bazen de herhangi bir yerde çıkan
birtakım anlaşmazlıkları halletmek için ashabından birini
vazifelendiriyordu. Sınırlar genişlediğindeyse bazı
sahabilere insanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar hakkında
kitap, sünnet ve içtihadla hüküm vermeye müsaade
etmişti.
Hulefa-yı Raşidin Devri: Hz. Ebubekir, halife olarak
seçildikten sonra, adlî işlerde Hz. Ömer’e görev vermiştir.
Hz. Ebubekir’in hilâfeti sırasında Medine’de kadılık
hizmetini üzerine alan Hz. Ömer, kendi hilâfeti döneminde
bu göreve Ebu’d-Derdâ’yı getirmiştir. Hz. Osman
zamanında ise Medine’de kazâ işlerine Mugire b. Nevfel
b. Hâris bakmıştır.
İslâm ülkesi vilâyetlerine kadılar tayin eden ilk kişi Hz.
Ömer’dir. Kadılar, halife tarafından veya umumî valiler
tarafından tayin edilmektedir. Onun döneminde hukukun
yargılama usulüyle ilgili önemli bazı esaslar koyulmuştur.
İslâm’ın yayılmasından ve Arapların, Arap olmayan
milletlerle kaynaşmasından sonra ortaya çıkan yeni
medenî durum, Araplar ile diğer milletlere ait fertler
arasında zuhur eden problemlerin halledilmesi için kanunî
bir sistemin getirilmesini gerekli kılmıştır. Bu düzen,
ortaya çıkan anlaşmazlıkların, Kur’ân-ı Kerîm ve
Sünnet’e, eğer bu ikisinde net olarak yoksa kıyasa uygun
olarak çözüme bağlanması işini yürütmek üzere halifeye
vekâlet eden kadıların tayinini gerektirmiştir.
Adlî teşkilât, Hulefâ-yı Râşidîn devrinde bağımsız ve son
derece saygı gösterilen bir müessesedir.
Kadıların/hâkimlerin tayininde, ilim ve takva sahibi,
adaletli olmalarına dikkat ediliyordu. Kadı/hâkim, fiilen
ortaya çıkan bir olay kendisine sorulduğu zaman, bu olay
için tatbiki istenen hükmü önce Kitap ve Sünnet’de
araştırır, eğer bulamazsa, içtihadıyla hükmeder ve
meseleleri benzerleriyle kıyaslayarak karar verirdi.
Bundan dolayı içtihad, sonraki asırlarda adlî hükümlerde
önem verilen bir kaynak olmuş, hükümlerin çoğu buna
dayandırılmıştır.
Emeviler Devri: Emeviler devrinde kadılık görevini
yürütenler halkın seçkinlerinden olup Allahtan korkar ve
insanlar arasında adaletle hükmederlerdi. O dönem
mezhepler henüz oluşmadığından içtihat doğrultusunda
karar veren ve bu kararlarında tamamen bağımsız olan
kadılar, yine de halife tarafından denetlenmektedir. Halife,
onların verdiği kararlarla ilgilenmekte ve adaletten sapan
kadıları azletmektedir. Kadıların verdiği kararların
toplandığı defterlerin bulundurulması ihtiyacı Hulefâ-yı
Râşidîn devrinde bilinmiyordu ancak hasımların birbirine
düşman haline gelmesi sebebiyle bu tür siciller, Emeviler
Devri’nde tutulmuştur.
Abbasiler Devri: Adliye teşkilâtı bu dönemde mahkeme,
mezâlim mahkemeleri ve hisbe teşkilâtından oluşuyordu.
Abbasi halifeleri, yargıya ilişkin yetkilerini kadılar
aracılığıyla icra ediyorlardı. Başlangıçta eyaletlerdeki
kadılar vali tarafından tayin ediliyordu. Ancak daha sonra
halifeler merkezde veya eyaletlerde kendi adlarına görev
yapacak kadıları bizzat tayin etmeye başladılar. İlk dönem
her vilayette bir kadı bulunsa da daha sonraları dört
mezhebi temsilen kadılar tayin edilmeye başladı.
Abbasi Devri’ndeki kadıların başlıca görevleri şunlardır:
davalara bakmak, yetimleri, mecnunları ve henüz erginlik
çağına ulaşmamış çocukları koruyup gözetmek, bunlara
veli ve vasi tayin etmek, vakıflarla ilgilenmek ve şer’î
kanunları ihlâl edenleri cezalandırmak.
Selçuklular Devri: Adlî teşkilâtın başında, Sultan
tarafından tayin edilen kâdilkudat bulunmaktaydı ve aynı
zamanda ilmiye teşkilatının da başıydı. Buna bağlı kadılar
ve kadıların yardımcısı durumunda olan nâibler ülkenin
her yerine dağılmışlardı. İslâm hukuku esaslarına göre
davaları halletmek, vakıf hizmetlerinin yürütülmesine
nezaret etmek, noter hizmeti vermek, asayişi temin etmek,
suistimalleri soruşturmak, tapu muameleleri yürütmek ve
her türlü belediye hizmetlerini yerine getirmek kadıların
görevleri arasındadır. Dava sahipleri, bu konularda haksız
karar verdiklerini ya da suiistimalde bulunduklarını
düşündüğünde kadıları sultana şikâyet edebiliyorlardı.
Medrese mezunlarından seçilen kadılar, önce küçük
merkezlerde görev yapıyor ardından terfi ederek şehirlere
gidiyorlardı. Orduda görev yapan ve askerler arasında
ortaya çıkan davalara bakan kadılar, Kadıasker veya
Kadıleşker olarak adlandırılıyordu. Adalet bakanı veya
başsavcı durumundaki Emir-i Dad’lar ise mezalim
mahkemelerine başkanlık ediyordu.
Osmanlılar Devri: Şer’î hükümler, Kur’an, hadis, icmâ
ve kıyas gibi İslâm’ın temel ilkelerine dayanmaktadır. Örfi
hükümler ise hükümdarın irâdesine bağlı olarak koyduğu
kurallar ve bunun için çıkarılan fermanlardır. Örfi hukukta
hükümdarın, yargı yetkisini kullanırken yeni birtakım
kurallar koyabilme yetkisi var iken şer’î hukuk, ancak
bunu bilen ve ulemâ denilen kimseler tarafından
yorumlanıp uygulamaya konulmaktadır. Osmanlı
Devleti’nin hukuk sisteminde şer’î ve hukukî bütün
meseleler şer’î mahkemelerde karara bağlanmıştır. Bu
anlamda örfî hükümlerin, şer’î hukuka aykırı düşmeyecek
tarzda düzenlendiğini ve ikisinin birleşerek tek hukuk
sistemi yapısına büründüğünü söylemek mümkündür.
Şer’î hukuk, Osmanlı Devleti’ni oluşturan Müslümanların
birbirleriyle olan hukukî problemlerini çözüme
kavuşturduğu gibi, Müslüman olmayanların gerek kendi
içinde, gerekse devletle ve Müslüman kitle ile olan
ilişkilerini de düzenlemiştir.
Osmanlı mahkemeleri, Divân-ı hümâyun tarafından
denetlenmiştir. Osmanlı mahkemelerinde kadı’nın yan sıra
bir bilirkişilik kurumu meydana getirilmiş, davaların
görüldüğü oturumlarda şuhûdu’l-hâl veya udûlu’lmüslimîn
gibi adlar alan şahitler heyeti nezaretinde dava
açık olarak görülmüştür. Davalarda alınan her türlü karar
ise bugünkü mahkeme ilâmlarında olduğu gibi sicil
defterlerine kaydedilmiştir. Örfî kanunların
hazırlanmasında, Nişancıların da çok önemli rolleri
olmuştur. Şekillenen hukukî esaslar, padişahların
tasdikiyle kadılara gönderilen fermanlarla kanun haline
gelmiş ve uygulamaya konulmuştur.
İslam Medeniyetinde Oluşan Hukuk Kurumları
Kadılık: Devlet yöneticilerinin, zaman içinde insanlar
arasındaki davalara bakmak için ne bilgileri ve ne de
zamanları yeterli gelmeye başlamış bunun üzerine, kadılık
işleriyle meşgul olacak özel görevlilere ihtiyaç
duyulmuştur. Bu anlamda Hz. Peygamber’in, insanları
muhakeme ederek hükümler vermesi, Hz. Ali ve Hz.
Muaz’a ayrıca kadılık yetkisi vererek Yemen’e
göndermesi ve ilk dört halifenin de aynı yöntemi
uygulaması, Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkların
mahkeme yoluyla çözümünü gerekli hale getirmiştir.
Kadılık görevi Müslüman, ergen, akıl sahibi, hür, sağlam
duyu organları, adalet ve içtihad bilgisine sahip
olunmasını gerektirmektedir. Ayrıca Kur’an, Sünnet, İcmâ
ve Kıyası bilmek ön koşuldur.
Hukuk alanında Abbasi devrinin önceki dönemden farklı
olarak her vilâyette dört mezhebi temsilen kadılar
bulunmaktadır ve kadı, kararlarını içtihad etme zorunda
kalmaksızın bu mezheplerden birine uygun olarak
vermektedir. Bu dönemde kadının yetkisi artmış, sadece
anlaşmazlıklara, davalara değil aynı zamanda vakıflar,
velayet ve vesayet konularına da bakmaya başlamıştır.
Peygamber (as) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir
mekân yoktu. Kimi zaman camide, pazarda, kimi zaman
da evde veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde
tarafları dinlemekte ve meseleyi çözüme kavuşturarak
verdiği kararların yerine gelmesini sağlamaktaydı. Daha
sonra özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda
görülmeye başlandı. Davalar için belirlenmiş belirli gün
ve saatler de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve
her saatinde gelen davalara bakardı.
Osmanlılar Döneminde Kadılık: Osmanlılarda, Osman
Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali’nin damadı ve talebesi
Dursun Fakih ile başlayan kadılıkta, kadı’nın adlî görevi
yanında idârî, ilmî, beledî ve askerî görevi de
bulunmaktadır. Bu anlamda kadı, şehrin yargı makamı
olduğu kadar asayişin, beledî hizmet ve zabıta
görevlerinin âmiri, vakıfların da denetleyicisidir.
Medresenin yüksek derecelerinden mezun olmuş kadılar,
sancak ve kazalara tayin edilmektedir. Ancak sancak
kadıları, hiyerarşik olarak daha üsttedir. Sancak ya da kaza
fark etmeksizin açık duruşma biçiminde gerçekleşen
mahkeme esnasında, kadıların yanında, davanın kurallara
uygun görüldüğünü tespit eden Şuhûdu’l-hâl adlı bilirkişi
heyeti bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli konularda kadılara
vekâlet eden ve kadılar tarafından geçici veya daimi
olarak belirli bir iş için görevlendirilen nâibler söz
konusudur. Davacılarla davalıları mahkemeye çağıran ve
duruşma sırasında hazır bulunmalarını sağlayan görevli ise
muhzırdır. Görülen davalarda, tarafların iddia ve
savunmalarını, şahitlerin beyanını tam ve doğru bir şekilde
deftere kaydetmekle görevli kişilere de kâtib
denilmektedir. Türkiye’de kadılık ünvanına son verilmesi
ise şer’î mahkemeler ve ona bağlı olan dairelerin bütün
görevlerini, 8 Nisan 1924 tarihli kanundan sonra asliye
mahkemelerine devretmesiyle gerçekleşmiştir.
Kazasker/Kadıasker: Asker kadısı veya ordu kadısı
anlamındaki kazaskerlik görevi, Abbasilerde ortaya çıksa
da Osmanlılarda kazaskerliğin ortaya çıkışı I. Murad
zamanındadır ve ilk Kazasker, Çandarlı Kara Halil’dir.
Kazaskerler Divan’ın tabii üyesidir. Fatih devrinde sayısı
ikiye çıkarılan kazaskerlerin ilki Rumeli, ikincisi Anadolu
kazaskeri ünvanına sahiptir. Bunlar arasında derece farkı
olmakla birlikte vazife bakımından eşittirler. Divan’daki
protokole göre vezirlerden sonra gelmektedirler. Divan-ı
Hümayun’da dinî meseleler, kazaskerler tarafından
çözüme kavuşturulmaktaydı. Kadılar, divan toplantılarının
dışında haftada beş kez kendi makamlarında divan kurup
yüksek davalara bakan kazaskerlere bağlı idiler. Onlar ise
sadece vezir-i azama karşı sorumludurlar.
Hisbe/İhtisab: Hisbe sistemini ilk defa uygulamaya
başlayan Ömer b. Hattâb’dır. Muhtesib ünvanı, ancak
Abbasi halifesi Mehdî zamanında kullanılmaya
başlanmıştır. Hisbe kurumunun başında bulunan muhtesib,
dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü
ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. muhtesib,
Müslümanların yaşadığı bölgelerde halkın cuma namazları
için camiye gidip gitmediklerini denetler, Ramazan ayında
alenen oruç yiyenlere, içki içip sarhoş olanlara, iddet
beklemeden evlenen kadınlara ve yasaklanmış musikî aleti
çalanlara gereken cezaları verirdi.
Muhtesibin yetki
alanlarından birkaçı aşağıda yer almaktadır:
• Okul denetimi,
• Öğrencileri gereksiz yere döven öğretmenleri
cezalandırma,
• Düşmanın eline geçtiği zaman işine
yarayabilecek her türlü harp malzemesinin
satışını yasaklama,
• Ölçü ve tartı âletlerini kontrol ederek çarşıların
düzenini sağlama,
• Şeriatla alay edenleri takibe alma,
• Komşu hakkına tecavüzü önleme,
• İslâm ülkesinin vatandaşı olan gayrimüslimlere
ait binaların Müslümanlarınkinden daha yüksek
yapılmasını önleme vb.
Mezalim Mahkemeleri: İslâm medeniyetinde en üst yargı
makamı kabul edilen mezâlim mahkemesi, günümüz
hukuk anlayışındaki istinaf mahkemesi, temyiz, Danıştay
gibi kurumlara karşılık gelmektedir. Mezâlim
mahkemeleri, yargı fonksiyonu dışında çeşitli alanlarda da
faaliyet göstererek idarî, dinî, malî vs. gibi görevlerin
yerine getirilmesine yardımcı olmaktadır.
Hükümdar, vezir, vali, sahibü’l-mezâlim, kadı, hukukçular ve
müftüler, şuhûd, ordu ve maliye temsilcileri ve bazen de
muhtesib ve sahibü’ş-şurtanın yer aldığı bir kurul halinde
görev yapan devlet organının görevleri şöyledir:
• Halka karşı sert davranarak hak ve adalet
yolundan sapan idareciler hakkındaki şikâyetleri
incelemek,
• Memurların, vergi ve diğer devlet mallarını tahsil
ederken yaptıkları haksızlıkları gidermek,
• Divan kâtiplerini denetlemek,
• Devletten maaş alanların maaşlarındaki
gecikmeyle veya eksik ödenmesiyle ilgili
şikâyetleri incelemek,
• Yöneticilerin veya güçlü kimselerin gasp ettiği
mallarla ilgili şikâyetleri incelemek,
• Umumî ve hususî vakıfların, vakıf şartlarında
yönetilip yönetilmediğini denetlemek,
• Kadı mahkemelerinin verdiği kararları
uygulamak,
• Muhtesiblerin ve özellikle maliye ile uğraşanların
yerine getiremediği kararları uygulamak,
• Cuma ve bayram namazları ile hac ve cihad gibi
açık ibadetlerin yerine getirilmesini sağlamak.
Kadı, Muhtesib ve Mezalim Hâkimleri Arasındaki Farklar:
Kadıların görevi dinî meselelerle
ilgili anlaşmazlıkları halletmek iken muhtesibin görevi ise
kamu düzeniyle ilgili işleri kontrol etmek ve bazen de
cinayetlerle ilgilenmektir.
Mezâlim mahkemesi hâkiminin görevi,
kadı ve muhtesiblerin hükümlerine yapılan
itirazlara bakmaktır. Kadının işi, araştırmak, hüküm
vermekte temkinli ve yavaş davranmak iken muhtesibin
görevi meseleleri çözme konusunda acele davranmaktır.
Bu anlamda kadılık ve muhtesiblik, aralarında zıtlık
bulunan iki görevdir. Ancak buna rağmen, bazen aynı
kişiye de verilebilmektedir.
Şahibu’ş-Şurta: Emniyet teşkilâtının vazifelerini
yürütmekle beraber ceza hukuku alanında kaza yetkisiyle
de donatılan şurta, devletin güvenliği ve kamu düzeniyle
ilgili suçlarla ilgilenmiştir. Bu konuda gereken cezalar
şurta mahkemelerince verilip infaz edilmiştir. Şurtanın
vazifeleri dönem ve ülkeye göre farklılık gösterse de genel
olarak Abbasiler, Endülüs Emevileri, Fatımilerde ve
doğudaki Türk devletlerinde şurtanın, idare ve asayişle
ilgili suçlara baktığı ve siyasete göre hüküm verdiği
görülmektedir.