İnançlı bir Müslüman olmak, bir bütün olarak İslâm’ı kabul etmeyi,
ona gönülden bağlılık göstermeyi, niyet ve eylemlerinde tam bir teslimiyet ve
ciddiyet içinde olmayı gerektirir. İnanan bir şahıs inancının kendisine
yüklediği sorumluluğu derinden kavrar ve bu inancım “bana neyi
gerektiriyor?” sorusunu sorma ihtiyacı duyar. Bu soruya bilgi ve şuur
düzeyinde doğru cevap bulan bir mü’min, dinin ilkelerini hayata geçirme
konusunda büyük gayretler sarfeder.
Bu açıdan bakıldığında inancın herhangi bir şahsa yüklediği
yükümlülükleri yerine getirip getirmemek, dinde samimiyetin ya da
samimiyetsizliğin bir göstergesidir. İslâm dininde inanç ve davranış veya
klasik terminolojiyi kullanacak olursak iman ve amel ilişkisi büyük önem
taşıdığı için bu ünitede her ikisi birlikte ele alınarak aralarındaki sınır ve
mesafeler belirlenmeye çalışılacaktır.
İslam dinini benimsemek iman esaslarını kabullenmeyle başlar, davranış
tarzı olarak bireysel ve toplumsal hayatta tercihlerini göstermekle devam
eder. Kur’ân-ı Kerîm’de imanın nasıl olması gerektiği üzerinde şu şekilde
durulur: “İman edenler ancak, Allah’a ve Peygamberine inanan, sonra
şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir.
İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir” (el-Hucurât 49/15). Burada
inancın her türlü kuşkudan uzak olması ve davranış boyutu açısından
inananların doğru sözlü olmalarının zorunluluğu vurgulanmaktadır. Bununla
da kalınmayıp inancın gerek ibadetlerle ve gerekse objektif doğrulama biçimi
olan ahlaki davranışlarla kendisini yansıtması gerektiğine işaret edilmektedir.
Nitekim ilgili âyette şöyle buyrulmuştur: “Mü'minler ancak o kimselerdir ki;
Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu
zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül
ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz
şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten
mü'minlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve
cömertçe verilmiş rızık vardır” (el-Enfâl 8/2-4).
Yukarıdaki âyette korku anlamına gelen “vecel” ile güvenmek/dayanmak
anlamına gelen “tevekkül” kavramları işlevsel anlamda kalbin amellerinden;
namaz ve zekât ise organların amellerindendir. Çünkü ameller kategorisine
giren bu davranış türleri öncelikle kalbin iman etmesinin sonucudur. O
yüzden inanç, insan iradesini harekete geçirdiği için davranış adını taşıyan
eylemlerin başlangıç noktası ve kaynağını oluşturur. Ancak inancın
doğrulanması, tasdikin dışavurumu olan ibadet ve amel gibi pratik
uygulamaların insan hayatında somut olarak yerine getirilmesiyle kanıtlanır.
Dolayısıyla bilgi ve kanıtlamaya dayalı inanç, inananları doğru ve iyi
davranışa yönlendiren çok önemli bir isteklendirme aracıdır.
Dinde inanç ve davranış bütünlüğü ideal olandır. Davranışlar insanın
niyet ve özgür iradesine bağlı olarak yaptığı amaçlı ve bilinçli eylemlerdir.
Bu yönüyle davranış, fiil kelimesinden daha özel bir anlam ifade eder. Çünkü
fiiller bilgisiz ve amaçsız olarak yapılan işleri de içine alır. Buna göre her
davranış bir fiildir ama her fiil bir davranış değildir.
Sözlükte iş, çalışma, fiil, çaba gibi anlamlara gelen amel/davranış, dinî
kaynaklarda “emir, tavsiye ve yasaklara konu olan, sonunda ceza ve mükâfat
bulunan tutum ve davranış” anlamını kazanmıştır. Kur’an-ı Kerîm’de
mü’minlere emir ve tavsiye edilen her iyi davranış “inanç” kavramıyla
birlikte kullanılmıştır. Bir davranışın iyi olmasının temel şartı inançla birlikte
bulunmasıdır. İşte o takdirde iyi davranış inanca uygun ve o inançla ayakta
durabilen davranıştır. Elbette inanç olmadan inançsız bir insanın yaptığı
davranış da kendine göre iyi davranış olabilir. Ancak Kur’an-ı Kerîm’e göre
inkâra şartlanmış olan kimselerin dünyada yaptıkları iyiliklerin onlara
âhirette, yani din ve inanç boyutunda bir yararı yoktur (bk. el-Kehf 18/103–
105; İbrahim 14/29).
İyi davranış, mü’minin hayatında inancın ete-kemiğe bürünmüş halidir.
Bunun için iyi davranış sahiplerine korku ve üzüntü yoktur. Onlar, sadece
ahiret hayatlarında değil, dünya hayatlarında da mutludurlar. Çünkü
kendilerinden önce, başkaları için yaşamaktadırlar. (Bkz. er-Ra’d 13/29).
Bundan dolayı iyi insanlar, başkalarına yaptıkları her türlü iyi davranışa
karşılık maddi bir istek beklemezler ve Allah’ın hoşnutluğunu gözetirler.
(Bkz. el-İnsân 76/9).
İslam inancında iyi insan, dini ve ahlaki anlamda olabildiğince kusurları
asgari düzeye inmiş kimsedir. İyiliği umulan, kötülüğünden de güvende
olunun bu insanlar, yaratılmışların en iyisidir. Kur’an-ı Kerîm’e göre: “Allah
onlardan, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (el-Beyyine 98/8.) Bu
sebeple, akâid kitaplarımızda insanın yaptığı eylemlerin imanla ilişkisi bir
başka ifade ile inancın pratik değeri, buna bağlı olarak İslam’a mensubiyetin
temel ilkeleri bağlamında İslam’ın asgarisi üzerinde durulmuştur. Bunlardan
amaç, inanç-davranış bütünlüğünü hayatlarının bütün alanlarında koruyan iyi
insanlar yetiştirmektir. İşte ünitemizin bundan sonraki bölümünde inanç-
davranış ilişkisini bu bağlamlarda ele alınıp değerlendirilicektir.