Bu ünitede insanın topluma karşı görev ve sorumlulukları üzerinde durulacaktır.
Ama bu görev ve sorumluluklarımıza geçmeden, insanın varlık
yapısının toplumsal boyutunu incelememizde yarar vardır:
Felsefî antropolojinin insana ilişkin bir nitelemesi de, onun “toplumsal bir
varlık” oluşudur. İnsan bir toplum içinde yaşar ve ahlâkî erdemleri de ancak
bir toplum içinde gerçekleştirebilir. İnsan, kavram olarak bile “üns” kökünden
türemiştir. Üns; ünsiyet etmek, başkalarıyla ilişki kurmak, insanlarla
beraber yaşamak demektir. Dağ başında tek başına yaşayan birinin, istese
bile, ahlâkî erdemleri gerçekleştirebilme; başkalarına iyilik yapma, yardımcı
olma imkânı yoktur. Çünkü yalnızdır.
Bilim adamları da insanın toplumsal bir varlık olduğunu kabul eder.
Aristo’ya göre, insan iyi geçinmeye yetenekli, yani yaratılıştan medenî bir
varlıktır. Kınalızâde Ali Efendi’ye göre de insan, “doğası gereği” toplumsal
bir varlıktır. O da “insan”ın, bazılarının zannettiği gibi “nisyan (unutma)”
kökünden değil, “üns” kökünden geldiğini söyler. Her şeyin yetkinliği,
kendine özgü özelliği gerçekleştirmekle olur. Beraber yaşama özelliği
insanda doğal nitelik olunca, insanın yetkinliği de, hemcinslerine karşı bu
niteliğini gerçekleştirmesiyle doğru orantılıdır; insan, sorumluluklarını bilip
başkalarıyla iyi geçindiği oranda “yetkin” insandır.
İnsanın bütün ihtiyaçlarını kendi başına karşılamasına imkân yoktur.
Bundan dolayı insanlar bir arada yaşamaya mecburdur. “Temeddün” kavramı
da, “çeşitli mesleklere mensup insanların, ihtiyaçlarını yardımlaşarak
karşılamak suretiyle bir arada yaşadıkları yer” anlamındaki “medine”den
türemiştir. Örneğin insanoğlu yeme, içme, giyim ve barınak konularındaki
ihtiyaçlarını tek başına değil, ancak başkalarının yardımıyla karşılayabilir. Bu
da insanın toplumsal varlık oluşunun başka bir ifadesidir.
Dinimizde beş vakit namazın cemaatle kılınmasının teşvik edilmesi,
haftada bir kılınan cuma namazının farz oluşu, yılda iki kez kılınan bayram
namazları, zekât ve bütün İslâm Dünyasından temsilcilerin katılımıyla
gerçekleşen “büyük kongre” mahiyetindeki hac vb. ibadetlerin de amacı,
insan ilişkilerini geliştirmeye ve sosyal bağları güçlendirmeye yöneliktir.
(Kınalızâde, 157)
Toplumsal hayat, bizim içinde doğup büyüdüğümüz, içinde yaşadığımız,
karşılıklı ilişkiler kurduğumuz, bizden önce var olan, bizden sonra da var
olacak olan, dinamik ve zamanla değişen bir hayattır. Toplumsal hayatta
değişmeyen şey; hangi dönemde yaşarsa yaşasın, insanın bazı görev ve
sorumluluklarının olduğudur. Bu görev ve sorumlulukların tamamını
“toplumsal ahlâk” olarak adlandırmak mümkündür. Böyle bir ahlâktan;
toplumsal görev ve sorumluluk bilincinden yoksun bir toplumda, karmaşa,
huzursuzluk ve güvensizlik hâkim olur.
İnsanı bir sürü halinde yaşamaktan kurtaran şey; toplum içinde yaşarken
birtakım ahlâk kurallarına uyarak hayatını sürdürmesidir. Toplumun olduğu
yerde, doğal olarak insana birtakım görev ve sorumluluklar düşer.
İnsan bir mü’min olarak kendisini sürekli iyi yönde geliştirmek ve
değiştirmek, sosyal çevresini de aynı şekilde iyi yönde değiştirmekle
mükellef kılınmıştır. Başka bir ifadeyle mü’min, toplum içinde yaşarken,
bütün yapıp-etmeleriyle topluma yararlı olmak ve çevresini de yararlı
kılmakla sorumlu tutulmuştur. Bu, onun toplumsal sorumluluğunun gereğidir.