İnsan, mükemmel olarak yaratılmış bir varlıktır. Felsefî antropoloji insanı
“biyopsişik” bir varlık olarak niteler. O, salt biyolojik değil, ama salt psişik
bir varlık da değildir. Onun hem bedenî, hem de ruhî ihtiyaçları vardır. Onu
salt bedenî bir varlık olarak görmek, materyalist bir yaklaşımla hayvanî
düzeye indirmek demektir. Salt ruhî bir varlık olarak algılamak ise, onu bir
manastıra kapatarak keşişler gibi sürekli ibadet etmesini istemek demektir.
Oysa insan ruh-beden bütünlüğünden oluşan bir varlıktır. İki kanatlı bir kuş
gibi, o, bu iki yönüyle bir bütündür. Bedenî yönü ve ihtiyaçları onun günlük
hayatının devamını sağlar, onu dünyaya bağlar. Ruhî yönü ise onun moral ve
manevî dünyasını oluşturur, onu ahirete bağlar; yaptıklarının hesabını ahirette
mutlaka vereceğini bilerek davranmaya zorlar. Kur’an-ı Kerîm’in algıladığı
insan da, salt bedenî ya da rûhî değil, bu varlık bütünlüğüne sahip olan
insandır. Zaten dünya-ahiret dengesi de ancak bu varlık bütünlüğüne sahip
olan insan tarafından gerçekleştirilebilir.
İnsan için önemli olan; bu iki yönüne ilişkin arzu ve isteklerini dengeli bir
şekilde gerçekleştirmesidir. İnsanoğlu bedenî isteklerinin tutkunu olursa,
hayvanî düzeyde kalır, insanlığını gerçekleştiremez. Sadece rûhî ve manevî
isteklerini önemserse, dünya ile olan bağı zayıflar, maddî anlamda
güçsüzleşir, ezilmeye ve sömürülmeye mahkûm olur. İşte insanın, bu iki
yönü arasında ve bu iki yönüne ilişkin istek ve arzularında dengeyi
gerçekleştirme çabası, onun ahlâkî yönünü oluşturur. Zaten ahlâkî erdemler,
insanın isteklerinde dengeyi (orta yolu) bulmasıyla ortaya çıkar. Örneğin
insanın arzu (şehvet) gücünün iki ucu (ifrat ve tefriti), isteklerine aşırı derece
düşkünlük (oburluk) ile iştahsızlık ve isteksizlik iken; orta yolu iffettir. Öfke
(gadap) gücünün iki ucu, saldırganlık ile korkaklık iken; orta yolu ise
cesarettir.
İffet ve cesaret ahlâkî “erdem (fazîlet)” olmasına rağmen, oburluk
ve iştahsızlık ile saldırganlık ve korkaklık “erdemsizlik (rezîlet)“tir.
İnsanın bedenî yapısının şöyle ya da böyle olması, onun elinde olan bir
şey değildir. Allah onu bedenen mükemmel bir biçimde yaratmıştır. Bedenî
yapımızın şöyle ya da böyle olması, bizim elimizde olmadığı için, ona
yönelik bir sorumluluğumuz da yoktur. Aristo’nun dediği gibi, biz bedenen
herhangi bir özrü olan insanları, kesinlikle kınama hakkına sahip değiliz.
Çünkü öyle olmak onun elinde değildir. Ama ahlâken özürlü olan kişileri
kınama hakkına sahibiz. Çünkü ahlâkî yönünü düzeltmek, bir irade ve akıl
varlığı olarak insana bırakılmış, ona emanet edilmiştir. Allah hiçbir kuluna,
bedenî yönüne ilişkin, örneğin “Ey kulum! Senin gözlerin niçin mavi idi?” ya
da “Boyun niçin kısa idi?” şeklinde bir soru sormayacaktır. Ama “Ahlâkını
niçin düzeltmedin? Kötü alışkanlıklarından niçin vazgeçmedin?” diye
soracaktır.
Çünkü ahlâkımızı düzeltmek bizim elimizdedir ve bizi asıl “biz”
yapan, ahlâkımızdır. Burada “bedenimize ilişkin sorumlu olmadığımız yön”
ile ifade etmeye çalıştığımız, bedenimizin yaratılışımızdaki durumu ve bizim
irâdemiz dışındaki halidir. Yoksa içki, sigara vb. kötü alışkanlıklarla
bedenimize verdiğimiz zarar, bizim sorumluluk alanımıza girer. Çünkü
bedenimiz de bize bir emanettir, onu korumak ve iyi kullanmak zorundayız.
İşte insanın bedenî ve ruhî isteklerini nasıl kullandığı, onları kontrol altına
almayı başarıp başaramadığı, onun ahlâkî yönünü ve ahlâkî çabasını
oluşturur. Ancak insanın ahlâkî yönünün, kendisine yönelik, topluma,
devlete, hatta çevreye yönelik boyutları vardır.
Ahlâkı bir “ilişkiler örgüsü” olarak nitelersek, ahlâk, daha çok, bizim
başkalarıyla olan ilişkilerimizde ortaya çıkar. Başkalarıyla ilişkilermizin nasıl
olması gerektiğini bize öğretir. Buna ilişkin birtakım kurallar koyar.
Ahlâkı başta Kant olmak üzere birçok ahlâkçı gibi bir “görevler ilmi”
olarak tanımlarsak, ahlâk, bizim kime ya da kimlere karşı görevimiz varsa,
işte bütün o alanlarda ortaya çıkar ve ortaya çıktığı alana göre farklı adlar
alır.
Yukarıda ifade ettiğimiz “ilişkiler örgüsü”nde, insanın, öncelikle Allah’a
karşı görevleri vardır. Çünkü O, onun yaratanıdır ve onu, başta sağlık olmak
üzere birçok nimetlerle donatmıştır. Öyleyse insanın Allah’a karşı birtakım
görevleri vardır: O’na ibadet etmek ve şükretmek, O’na karşı bir hata
ettiğinde tevbe etmek kulun sadece dinî değil, aynı zamanda ahlâkî
görevleridir.
Sonra insanın, kendisine karşı birtakım görevleri vardır: Allah’ın emanet
olarak verdiği bedeni ve bedenî yeteneklerini doğru kullanmak, sağlığını
korumak, insanlık şerefine leke getirecek kötü davranışlardan uzak durmak,
dinini, canını, malını, namusunu ve şerefini korumak, “iyi insan” olmak…
İşte bunlar ahlâkın “bireysel” boyutunu oluşturur. Buna “bireysel ahlâk”
diyoruz. Bireysel ahlâkta insanı “insan” yapan erdemler (fazîletler) ve onun
insanlığına leke getiren kötü davranışlar (rezîletler) üzerinde durulur. (Bkz. 5
ve 6. Üniteler)
Ahlâkı, “insanın ‘iyi insan’ olma mücadelesi” olarak tanımlarsak,
şüphesiz bu mücadele, onun kendini bilmeye başladığı andan itibaren hem
bireysel yönünde, hem toplumsal yönünde aynı önemde devam eder.
Bu ilişkiler örgüsünde insanın ailesine ve aile bireylerine karşı görev ve
sorumlulukları “Aile Ahlâkı”nı (bkz. 7. Ünite), topluma karşı görev ve
sorumlulukları ise “Toplumsal Ahlâkı” oluşturur. Çevreye karşı
sorumlulukları da “Çevre Ahlâkı” olarak adlandırılır.