Çirkin Ahlâk (Reziletler)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Çirkin Ahlâk (Reziletler)
« : 29 Ocak 2018, 16:51:04 »
Ahlâk ilminin tanımlarından birinin, “beğenilen güzel fiilleri yapıp,
beğenilmeyen fiillerden kaçınmayı sağlayan insanî nefsin eylemlerinden,
yapıp etmelerinden ve huylarından bahseden bir ilim olduğunu” ifade
etmiştik. Bu bölümde “beğenilmeyen fiiller”i çirkin ahlâk konusu içinde,
reziletler bölümü ele alınacaktır. Özellikle reziletler bahsinin klasik İslâm
ahlâkı şablonuna uygunluk arz ettiğini, bununla, çirkin/iyi olmayan eylemleri
kast ettiğimizi belirtmemiz gerekir.

Sistematik düşünceye geçmeden veya teorik aklın etkinliğini
sistemleştirmeden önce İslâm kaynakları, 'başta hadisler olmak üzere diğer
kaynaklarda hulk ve ahlâk terimleri kullanılmıştır. Kur’an’da çirkin ahlâk
veya rezilet için dalâlet, fısk, israf ve zulüm gibi terimleri kullanmıştır.
Konu ile ilgili eserler de bu temel kaynaktan beslenmek suretiyle, faziletler
için hüsnü'l-huluk, mehâsinu'l-ahlâk, el-ahlâku'l-hasene, gibi tabirlerin
kullanıldığını; kötü huylar ve fena hareketler ya da reziletlerin ise, sûü'lhuluk,
el-ahlâku'z-zemîme, el-ahlâku's-seyyie gibi terimlerle karşılandığını
daha önce görmüştük.

Bu bölümde de bir önceki bölümde olduğu gibi meseleleri daha
sistematik tasvire elverdiği için filozofların geliştirdiği çerçeveyi kullanmaya
devam edeceğiz. Bir önceki bölümde gördüğümüz gibi insan iyiliğe daha
yatkın olmakla birlikte, kendisinde bulunan bu yatkınlığı işleyip
geliştirmezse, o zaman ahlaki cihetten –en iyi ihtimalle- eksik kalır. İnsan en
şerefli varlık olarak yaratılmış olmakla birlikte, bu şeref ahlâkla mümkün
olabilir. Ahlaki cihette kendisini geliştirememiş insan süfli arzuların peşine
düşerek, aşağılıklar sınıfında yer alacaktır. İnsan ruh ve bedenden
müteşekkildir ve ruh-beden bütünlüğünü kemale erdirerek dindarlığı
sağlayacak olan da, nihai olarak ahlaklılıktır. Nitekim Kur’an “nefsini temiz
tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense ziyan etmiştir” (Şems/91: 9-10) diyerek
tam da bunu beyan etmiştir. Demek oluyor ki bu bölümde, özellikle “nefsin
kirletilmesi”nin anlamını ve nasıllığını inceleyeceğiz.

Bu bölümde yine hatırlamamız gereken bazı hususlar vardır: "Şüphesiz ki
sen yüce bir ahlâk üzeresin" (Kalem/68: 4) ayeti Peygamber’in ahlâkı
gerçekleştirmek üzere var olduğunu; insanlık için de bu bağlamda bir örnek
ve ufuk teşkil ettiğini haber vermektedir. Ahlâk kitaplarının başında yer alan
hadiste ya da dini anlatan ahlâk bahisli kitapların başlangıcında Hz.
Peygamber’in "Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim"
dediğini naklederler. Esasında klasik İslâm ahlâkı kitapları din ve ahlâk
arasında doğrudan bir ayrıma girmemiştir. Hatırlayacağımız gibi dindarlık ile
ahlaklılık arasında derin bir irtibat olduğunu; bir Müslüman için ahlaklı
olmanın dindar olmanın sadece bir alameti olmayıp, ayrılmaz bir parçası
olduğuna daha önceki bölümlerde zaman zaman işaret edilmişti. Ayette
geçen, “ruhun kirlenmesi” ve “ziyan edenler” ya da “hüsrana uğrayanlar”
grubu, ahlaki boyutu ile de düşünülmesi gereken dinin yaşanmaması olarak
anlaşılmıştır.

İslâm ahlâk ilmine ait kitaplar genel olarak ferdi ahlâk, aile ahlâkı, devlet
ahlâkı olarak tasnif edilmiştir. Ancak temel erdemler ve reziletler bu üç
tasnifte de belirleyici, omurga işlevini görmüştür. Bir önceki bölümde olduğu
gibi bu bölümde de daha çok ferdi (bireysel) ahlâk konusu ile ilgileneceğiz.

Çünkü aile, devlet veya toplum ahlâkını iyi ve kötü yönleriyle ortaya
koyabilmek bireysel ahlâktan geçmektedir. Toplumun en küçük birimi kişi,
en küçük topluluğu da ailedir. Mutlu kişlerden, mutlu toplumlar doğacaktır.
Gazali gibi klasik İslâm dinini kendi içinden okumayı öneren ahlâkçılara
göre, ahlâkı izah etmek için insan denen varlığın açıklanması gerekmektedir.

Bu bağlamda o ahlâkı, insanın kalp, ruh, nefs ve akıl yetilerini açıklamak
suretiyle izah eder. Hukuk da insan doğasını merkeze almakla birlikte daha
çok, toplum endeksli normlarını geliştirir. Bu bağlamda insanı merkeze
alarak onun yetileri üzerinden bir çözümleme yapalım:

Temel Yetiler/Faziletler/Reziletler/Nefs

TEMEL           REZİLETLER        NEFS
YETİLER        BAKIMINDAN       ÇEŞİDİ 
 
Kalb               Cehalet              Meleki Nefs Ameli,Nefs
Ruh                Cehalet              Meleki Nefs/ Ameli Nefs
Nefs               Cehalet              Meleki /Ameli Nefs
Akıl                Cehalet/Zulüm    Meleki Nefs/Ameli Nefs
İrade/Arzu      Ölçüsüzlük          HayvaniNefs/Salgırgan Nefs
                     (İffetsizlik)

Ancak burada dikkati çeken nazari bakımdan ahlâk anlayışına geçilmeye
başlanmıştır. İfade etmeliyiz ki Gazali, ruh, akıl, nefs ve kalp kavramlarını
farklı ve ayrıntıda değişen anlamlarıyla birlikte genellikle akıl anlamında
kullanmıştır. İslâm kaynakları üzerinden gerek edebi, gerek tarihi, gerekse de
fıkhî bakımdan ahlâk konusunu anlatan ilk dönem eserleri, nefs-akıl ve ruh
kavramlarını ve güçlerini ayırmadan emir ve yasaklar; salih amel veya
günahlar bağlamında izah etmiştir.

Ancak Gazali (tasavvufi bakış/nazari akıl) ve onun gibi düşünen diğer
ahlâkçılar akıl, gönül, nefs ve ruh arasında bir temasa ya da özdeşliğe
giderken Kur’an’dan beslenmişlerdir. Çünkü Kur’an’da insanın sorumluk
alabilmesiyle, onun diğer varlıklardan üstün olduğu ifade edilmiştir. Ne var
ki bu sorumluluğu, yani ahlâkî yükümlüğü üstlenen insanın işinin hiç de
kolay olmadığını da açıklamıştır. Böylece sözünü ettiğimiz “zor işe talip
olma” durumunu, ahlâkî bakımdan yükümlülük üstlenen insanı Kur’an,
“cahil ve zâlim” olarak nitelemiştir (Azhâb/33: 72). Dolayısıyla sadece bu
zor işten dolayı değil; insanın doğasında bu kötü huylara da en azından bir
meyil bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Dahası böylece Kur’an faziletler
bakımından hikmet ve adaleti; reziletler açısından da cehalet ve zulmü bir
araya getirerek kayıt altına almıştır.

 Nitekim Kur’an’da çirkin ahlâk sergileyenleri, mühürlü kalp, akletmeyen
akıl, sufli (aşağılık) nefs ve kirli ruh ifaderiyle tanımlamıştır. Öte yandan
fazileti anlatmak için de yine, yumuşak kalp, akletmek, görmek, temiz ruh ve
neftsen bahsetmekteir.

Önceki bölümde faziletleri anlatırken belirttiğimiz gibi, dört temel
erdemin zıddı rezilet olarak görülebileceği gibi; onların aşırısı ve azlığı da
rezilet olarak değerlendirilmektedir. Ancak ifade etmeliyiz ki, hem faziletler
konusu hem de reziletler bahsi nazari tartışmanın bir alanını teşkil
etmektedir. 8. asırda fâsık kişinin özellikleri veya salih insanın nitelikleri anlatılarak
fazilet ve rezilet konusu daha somut, daha hikâyeci bir tarih ve öykü
üzerinden sürdülürken; daha sonra soyut düşüncenin hâkimiyetiyle nazari bir
anlatıma dönüşmüştür. Dolayısıyla İslâm düşüncesinin varlık anlayışı,
düşünsel ve bilgi bakımından tam olarak nazari bir düzlemde konumlanınca,
doğal olarak ahlâk -hatta bilgi nazariyesi de- bu şekilde yapılandırılmıştır.
Kısacası insanı insan yaparak diğer mahlûkattan ayıran varlıktan (vasıflardan,
niteliklerden) eksiklik bir tür yoksunluk, -yani rezilet- olarak tasvir edilip,
anlatılmıştır.

Erdemler bahsinde ifade ettiğimiz gibi varlık-bilgi-değer bütünlüğü
konumuzun asıl omurgasını oluşturmaktadır. Bunlardan birinin eksilmesi,
diğerlerinin de küçülmesi anlamına gelecektir. Erdem bakımından kusurlu
olma, var olma bakımından da bütünlüğü gölgeleyecektir. Dahası bu
durumda bilgi bakımından bir kemalden söz etmek mümkün değildir.
Daha önce İslâm ahlâkının bireysel boyutu, faziletler bahsinde ifade
ettiğimiz gibi, varlığı yerli yerince görebilme ve hakkı teslim edebilme
anlamına gelen adalete (adl) en yakın kavram vicdandır. Çünkü o da
kendinde bilgi, ahlâk ve varlığı tıpkı adalet gibi birleştirebilmektedir. Vicdan,
ilahi iradenin sesini, vecde gelerek duyabilme, varlığı görebilme ve
bulabilmedir. Vicdanın, o halde, mevcut olan şeylerle asli bir irtibatı vardır.

Bu irtibat ihtiyar, yani “hayrı”, yani iyiyi, varlığa yatkınlık olarak ve varlığa
bağlı olmayı işaret ederken, din ile buluşmaktadır. Elbette, dinde ahlâkın en
önemli fonksiyonu, çok da masum olmayan insanın hırslarını ve arzularını
gemlemektir. Ancak, din gerçekte bunu yaparken, insanı, önce bir kalıplar ve
kurallar içinde eğiterek olgunlaştırıyor; sonra faziletler onda bir meleke
haline gelince, onun üzerinden kendisine ve diğer insanlara yeni varoluş
imkanları açıyor. Yani vücud, vicdan pınarından beslenerek, ahlaki boyutuyla
gelişmesini sürdürüyor.

İslâm ontolojisini/varlık kuramını, daha farklı bir ifade ile “Müslüman
olarak varolmayı” bütün görkemiyle temsil eden namazın gösteriş olmadığını
kanıtlamanın yolunu Kur’an, hissetme ve koruyup gözetme duygusuyla test
eder. Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayanın namazı, sadece bir gösteriş
olabilir (Mâ’ûn/107: 1-7). Burada da tecrübe ve vicdan boyutu ısrarla
vurgulanmaktadır. Dahası, eğer namaz orta yolda olmaya bir söz verişse ve
benlikten azad olma ise, böyle kişinin kibirlenmemesi, zor durumda olanı
görebilmesi, benlik duvarının erimiş olması gerekir. Dini yalanlayanlar kadar
namazdan nasibini alamayanlar da, ameli hayatta kendilerini ele verirler.
Özellikle zayıf durumda olup, himayeye açıkça muhtaç olanlar karşısıda
takınılan tavır, bu yönden önemli bir ölçüttür.

Kısaca insanın faziletleri gerçekleştirmesi reziletlerden de uzak durması ile
tamamlanır. Zaten kötülüklerden sıyrılamamış bir insanın iyiliklerde kalıcı
olması da zordur. Şimdi reziletlerin veya kötü huyların neler olduğunu ana
hatları ile görebiliriz.