İslâm felsefesinin genel gelişme çizgisi onun bir alt başlığı olan ahlâk
felsefesinde de görülür: Ahlâki konularda eserler veren Müslüman filozoflar
Yunan felsefesinden üstlendikleri bazı düşüncelerle İslâm akaidi arasında bir
terkibe gitmişlerdir. Temeli Kur’an ve Sünnet’e dayalı olan İslâm ahlâkını
Yunan felsefesinin tarif ve tasniflerinden istifade ederek sistemleştirmeye
çalışmışlardır (Aydın, (1989), s. 10). Ancak burada nassların (Kuran ve
hadis) bağlayıcılığını ihmal etmeyip bilinçli olarak reddetmeseler de, onlar
için temel bağlayıcı şey felsefi delillerdir. Ahlâk tartışmalarını bazen
Kur’an’dan ayetlerle destekleseler de, tartışmalarının neticesini temelde
dedüktif (tümdengelimli) akıl yürütmenin verileri belirler. Kelamcılar
nassların kendi anladıkları şekliyle önemini açığa çıkarıp savunmak amacıyla
dedüktif süreçten istifade etseler de, filozoflar esas itibariyle bu sürecin
rehberliğini esas alır ve en fazla da bu sürecin nassla uyumunu kabul ederler
(Fahri, (2004), s. 18-19). Filozoflara göre hakikatin nihai belirleyicisi akıldır.
İslâm felsefesinde ahlâk, “nefiste yerleşik olan melekeler” şeklinde tarif
edilir. Bu melekeler sayesinde fiiller insandan herhangi bir fikri ve iradi
gayrete ihtiyaç kalmadan kolaylıkla sadır olur. Eğer bu melekeler iyi olursa
insandan faziletler, kötü olursa reziletler meydana gelir. Ahlâk ilminin temel
vazifesi de bu noktada ortaya çıkar: nefis hakkında bilgiler vermek ve nefsi
kendisinden faziletli fiiller ortaya çıkacak şekilde terbiye etmektir. Bundan
dolayı İslâm felsefesinde ahlâk tıbbın bir kolu olarak görülür; Ahlâk ruhani
bir tababettir (et-tıbbü’r-ruhanî).
İslâm felsefesinde ahlâk neredeyse pek çok alanın kesişme noktasında
durmaktadır. Bu bakımdan psikolojiyi ahlâktan, ahlâkı da din ve siyasetten
ayrı ele almak mümkün değildir. Felsefe’yi teorik (nazari) ve pratik (ameli)
olarak ikiye ayıran filozoflara göre bu iki felsefenin tek bir şahısta
toplanmasıyla hakiki saadet tam olarak gerçekleşir. Hemen hemen bütün
İslâm filozoflarına göre ameli felsefe veya hikmetin üç ana konusu vardır:
Ahlâk, tedbirü’l-menazil ve siyasetü’l-müdün. Bunlardan birincisi bireyin
nasıl kemale ereceğini, ikincisi ahlâkı aile içerisinde, üçüncüsü de şehirlerin
veya ülkenin ahlâklı ve faziletli yönetimini ele alır.
Yukarıda ele alındığı gibi ahlâkla ilgilenen çoğu Müslüman düşünürün
yaptığı gibi felsefede de “ahlâk nedir” sorusundan önce “insan nedir”
sorusuna cevap aranır. Daha sonra insanın nereden gelip nereye gideceği
(mebde ve mead), akibetinin ne olacağı sorularına cevaplar aranırken insan
için neler değerlidir sorusuna gelinir. Nelerin değerli olduğu sorusu “ahlâki
değer nazariyesine”, nelerin yapılması gerektiği sorusu da “ahlâki mü-
kellefiyet nazariyesi”ne götürür. Değer nazariyesinde “saadetçi” (mutluluk)
bir tavır takınan Müslüman filozoflar ahlâki mükellefiyet nazariyesinde de
“gayeci”dirler. Onlara göre kendi başına (bizatihi) iyi olan tek şey saadettir.
Yani saadet mutlak hayırdır (iyi). İnsan neyin iyi olduğuna karar verince,
fiillerini hangi gayeye yöneltecekleri de belli olur (Aydın, (1989), s. 12)
İslâm felsefesinde de insan, nefis ve bedenden oluşan bir varlıktır. Asıl
olan nefs olup bunun da çeşitli seviyelerde güçleri vardır. Bunlar bitkisel
seviyede beslenme, büyüme ve üreme güçleri; hayvani seviyede hareket etme
ve idrak güçleri; insani seviyede de düşünme ve bilme güçleridir. Bu güçler
arasında hiyerarşik bir düzen mevcut olup bir alttaki üsttekine hizmet eder.
Düşünme ve bilme gücü başlangıçta bir kabiliyet olup, bir takım
basamaklardan geçtikten sonra kendisi için mümkün olan en yüksek dereceye
ulaşır.
Ayrıca nefsin düşünme, öfke, arzu şeklinde üç gücü vardır. Bu güçler ile
bağlantılı olarak dört ana erdem (fazilet) bulunur: hikmet, cesaret (şecaat),
iffet ve adalet. Erdemler iki aşırı fiilin (ifrat ve tefrit) ortasında yer alan bir
fiildir. İfrat ve tefrit, reziletleri; itidal ise faziletleri oluşturur. Mesela: cesaret
atılganlık ile korkaklık arasında orta bir yerdedir. Bu ana erdemlerin altında
sayısı filozoflara göre değişiklik gösterebilen alt erdemler yer almaktadır.
Ahlâki kemal anlamına gelen ameli kemal, erdemlerin kazanılmasıyla
gerçekleşir. İnsan aklının bilfiil olmasıyla da nazari kemale ulaşır. Ahlâki
kemal ile nazari kemalin birleşmesiyle de mutluluk ortaya çıkmış olur.
İyi ve mutluluk. Filozoflara göre “iyi” üç gruba ayrılır: Kendiliğinden
iyi; başka bir şey için, yani vasıta olarak iyi; hem vasıta hem de gaye olarak
iyi. Bunlara örnek olarak sırasıyla mutluluk, servet ve bilgi verilebilir.
Mutluluk kendi başına iyi kabul edilince bütün insani fiiller buna göre
değerlendirilip mutluluğa ulaştırdığında iyi, şikâyete sebep olduğunda da
kötü denebilir. Buradaki mutluluk günlük kullanımındakinden daha farklı bir
anlam taşımaktadır. Müstefad akıl seviyesine ulaşan insandaki düşünme ve
bilme gücü faal akıl ile birleşir ve bu yolla hakikatin bilgisine sahip olur.
İnsan bu bilgiye göre davranınca ahlâki kemale ulaşır ve mutluluk ancak
böylece gerçekleşir. Bu dünyada nefis bedene, yani maddeye kuvvetle bağlı
olduğu için bu saadeti tam anlamıyla idrak edemez. Böyle bir idrakin
olabilmesi için nefsin bedenden ayrılması ve ruhani olan âleme, yani ahirete
göçmesi gerekir. Bu da şu anlama gelir: Ebedi mutluluğa ancak ölümden
sonra ulaşılabilir (Aydın, (1989), s. 12).
Felsefede kullanıldığı anlamı ile mutluluk (saadet) ile gündelik kullanımındaki
mutluluk aynı değildir. Gündelik kullanımında mutluluk insanın bir vesile ile
kendisini iyi hissetmesini ifade ederken (mesela bir insanın arzu ettiği bir
hediyeyi alması durumunda kendisini “mutlu” hissetmesi gibi), felsefi
kullanımda insanın uzun gayretler neticesinde ulaştığı kalıcı bir durumu ifade
eder. Bunun gerçekleşebilmesi için insanın nazari ve ameli hikmeti, doğru ile
iyiyi hayatında buluşturması, yani her sözünün doğru, her fiilinin iyi olması
gerekmektedir.
İslâm filozoflarına göre ahlâk ve erdemden bahsedebilmenin ön şartı
insanda irade hürriyetidir. İnsan kendinde arzu uyandıran bir şeyle
karşılaşınca onun hakkında bilgi sahibi olur. İnsan ulaştığı bilgi neticesinde
herhangi bir şeyi seçme zorunda değildir. Bilginin icap ettirdiği şeyi yapıp
yapmamakta hürdür. İrade sahibi insan aynı zamanda iyiyi kötüyü bilme
gücüne sahip olduğu için erdemleri öğrenebilir, ahlâki eksikliklerini
giderebilir. İrade, iyi ve kötünün bilgisi ile donandığında, iyiyi tercih ederek,
kendisini ahlâki olarak geliştirme imkânını elde eder.
Ahlâk ve toplumsal-siyasi hayat. Yukarıda zikredildiği gibi Müslüman
filozoflar tarafından ahlâk çoğunlukla siyasetin içinde ele alınır. Bunların
başında da el-Medinetü’l-fazıla isimli eserin sahibi Farabi gelir. O’na göre
insan tabiatı gereği toplumsal bir varlık olduğu için siyaset olmadan ahlâki
erdemler toplum hayatında gerçekleşemez. Ahlâk ve siyaset birlikteliğinin
amacı ise erdemli toplum ve ruhun ebedi saadetidir. Vahyin de asıl
amaçlarından birisi “bir takım sünnetler ortaya koymak ve toplumların buna
uymasını sağlamaktır.” Bu bağlamda İbn Miskeveyh gibi bazı filozofların
zühd hayatına müspet bakmadıkları, hatta sufilerin bazı uygulamalarını
eleştirdikleri görülür.
Farabi’de devlet şekilleri veya yönetim tarzları, kendi başına iyinin ne
olduğu sorusuna verilen cevaba göre sınıflandırılır: fasık şehir, dalalette olan
şehir vs. şeklinde. Fasık şehirdekiler doğrunun ne olduğunu bildiği halde ona
göre amel etmeyenlerdir. Fasık, bilgi yönünden erdemli insana, davranışları
bakımından da cahil insana benzer. O hakiki saadet yerine dünya zevklerini
gaye haline getirir ve toplumdaki her şeyi bu gayeye göre düzenler. Dalalette
olan şehirdekiler de gerçek mutluluk yerine başka şeyleri mutluluk diye kabul
etmiş veya ikna edilmiştir. Bunun gibi iyilik ve mutluluğu şeref ve itibarda,
para ve servette, hâkimiyet ihtirasında vs. arayan şehirler mevcuttur. Bunların
hepsi cahil şehirler olup, hiçbiri gerçek manada ahlâk toplumu değildir.
Gerçek mutluluğa ancak doğru fikirlerin ve doğru davranışların bulunduğu
“Erdemli Şehir”de (el-medinetü’l-fazıla) ulaşılabilir. Böylece İslâm felsefesinde
toplumların, siyasi yönetim biçimlerine göre “cahil toplum” veya
“erdemli toplum” vasfını aldıklarını görürüz.
Farabi ideal başkan olarak peygamberi görür. Peygamber taakkul ve
tahayyül gücüne sahip olup ilahi misyonu sayesinde filozoftan üstündür.
Bunun için ahlâk toplumunun ortaya çıkmasında filozof, peygamberin
yaptığını yapamaz, sünnetler vazedip kitleleri ıslah edemez. Peygamber,
özellikle Hz. Muhammed, filozofun gözünde, şahsında nazari hikmet ile
ameli hikmeti buluşturmuş bir insandır ve öyle olduğu için de her sözü doğru,
her fiili iyidir. Bu özelliği sayesinde diğer insanlara söz ve fiillerinde örnek
olur ve böylece tamamen yeni bir toplumun, İslâm toplumunun, ortaya
çıkmasına esas teşkil edebilmiştir.
İslâm felsefindeki ahlâk teorilerine baktığımız zaman ele alınan konuların
sadece yukarıdakilerle sınırlı olmayıp, filozofların aşk, dostluk, ölüm korkusu
vb. gibi geniş bir yelpazeye yayılan alanda görüşlerini ortaya koyduklarını
görürüz. Bunları yaparken her ne kadar yunan felsefesinden etkilenmiş
olsalar da fikirlerinde İslâmi unsurlar her zaman ağır basmıştır. Bunun için
filozofların eserlerinde ortaya koydukları ahlâk felsefesinde dini yön açıkça
ön planda olmuş ve ahlâk alanında eser veren ve meslekten filozof olmayan
müellifler de felsefecilerin eserlerinden istifade etmişlerdir. Bu sebeple
mülüslüman filozofların İslâm ahlâk düşüncesine önemli katkıları olduğu
söylenebilir.