Mükellefin Fiilleri

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Mükellefin Fiilleri
« : 23 Ocak 2018, 16:33:52 »
Az önce de belirtildiği gibi, teklifî hükümlere fıkıhta “mükellefin fiilleri” adı
da verilir. Hanefi fıkıh bilginlerine göre mükellefin fiilleri şunlardır: Farz,
vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram ve mekruh. Diğer mezheb
bilginlerine göre ise bu sayı; vacip, mendub, haram, mekruh ve mubah olmak
üzere beştir. Burada Hanefilerin taksimi esas alınıp diğerleri ile aradaki farka
işaret edilecektir.

1. Farz

Allah veya Resulü tarafından kesin delille emredilen ve ifade ettiği anlamda
tereddüt bulunmayan eylemlerdir. Farzlar, başka anlama gelme ihtimali bu-
lunmayan ayet, mütevatir veya meşhur hadis, ya da icmâ gibi kesin delillere
dayanır.
Farzın yapılması kesin olarak gereklidir. Terkeden ağır cezayı haketmiş
olur; farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir.
Farzlar; farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:

Farz-ı ayn:

Mükellef olan her Müslümanın kendisinin yerine getirmesi
gerekli olan farzlardır. Bir kısım mükellefin yapmasıyla diğerlerinden yü-
kümlülük kalkmaz. Beş vakit namaz ve ramazan orucu böyledir.

Farz-ı kifâye:

Mükellef Müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen
şeylerdir. Bir kısım Müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan
kurtulur. Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemek, şahitlik yapmak, insanların ihtiyacı
olan sanatları ve ilimleri öğrenmek ve cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı
kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere aittir. Toplumda, bu farzı kimse yerine
getirmezse, bütün toplum günahkâr olur. Yukarıda anlatılan aynî ve kifâî
ibadet ile burada anlatılan farz-ı ayn ve farz-ı kifâye hüküm olarak aynı
yükümlülüğü ifade eder.

Bazı durumlarda kifâî farz, aynîye dönüşebilir. Meselâ; bir yerde tek doktor
varsa hastaya müdahale görevi ona aynî farz olur. Suda boğulmakta olan
birini gören ve yüzme bilen birisine, başka kimse yoksa, onu kurtarmak aynî
farz olur. Yine toplumda şahitlik yapacak başka kimse kalmamışsa, bu işe ehil
olanın şahitlik yapması aynî farz haline gelir.

2. Vacip

İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre farzla vacip eşanlamlıdır. İkisi de aynı
hükümleri ifade etmek için kullanılır. Hanefilere göre ise, farz ve vacip
birbirinden farklı anlam taşır. Vacip; Allah veya Resulü tarafından yapılması
kesin olarak istenilen ancak dayanağı farz kadar kesin olmayan fiillerdir.
Fiilin dayanağının farz kadar kesin olmaması, bazen bize gelişi kesin fakat
farklı yoruma müsait olmasından (delâletinin zannîliğinden) kaynaklanır.

Bazen de fiilin dayandırıldığı delil bize kesin olan yollardan gelmemiş
(sübutu zannî) olabilir. Fıtır sadakası vermek, kurban bayramında kurban
kesmek, vitir ve bayram namazları, namazda Fâtiha sûresini okumak gibi.

Bütün bunlar Hanefilere göre vaciptir; çünkü bir kısmı haber-i vâhid adı
verilen ve kesin bilgi ifade etmeyen bir delile dayanmaktadır. Bir kısmının
dayandığı delilden ise tam olarak bu hükmün çıktığı kesin olarak
anlaşılamamaktadır. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de: “Rabbin için namaz kıl, kurban
kes” (el-Kevser 108/2) buyurulmuştur. Burada, bayram namazı kılma ve
kurban kesme emri Hz. Peygamber’e verilmiştir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber’in bunları yapması farzdır. Ancak emrin, diğer Müslümanları
kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Hanefiler bu emrin diğer Müslümanları
da büyük ihtimalle kapsadığını söylemişlerdir. Diğer taraftan “kurban kes!”
diye çevirilen “inhar” emri başka anlamlara da gelmektedir. Böylece bu emir
sünnetten daha kuvvetlidir. Fakat ayetin yoruma müsait olması sebebiyle,
farz derecesinde de değildir. İşte bu gibi emir ve hükümleri ifade etmek için
Hanefiler vacip kavramını kullanmışlardır.

Hanefîlere göre vacip, uygulama bakımından farz gibidir. Onların farz ve vacip
ayırımı inanç noktasında önem arzetmektedir. Farz gibi vacibin de yapılması
kesin olarak gereklidir. Terkeden farzı terkedenden daha az bir cezayı haketmiş
olur; vacip olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilmez. Mesela
hiç Kur’ân okumadan kılınan namaz geçerli olmaz. Fakat Fatiha okunmasa
namaz sehiv secdesi yapılarak geçerli hale gelir. Hanefîlerin vacip olarak
nitelendirdiği ibadet ve fiillerin bir kısmı diğer mezhep âlimlerine göre farz, bir
kısmı ise müekked sünnet olarak adlandırılır. Mesela onlara göre namazda
Fâtiha sûresini okumak farz, bayram namazları, vitir namazı ve kurban
bayramında kurban kesmek müekked sünnettir.

3. Sünnet

Fıkıh usûlünde sünnet, delil olması yönüyle ele alınmıştır. Buna göre dinde
delil olan sünnet, Hz. Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve onaylardır.
Başkasının yaptığı ve Hz. Peygamber’in de haberdar olduğu zaman
onayladığı davranışlar da sünnet kapsamına dâhil edilmiştir. Bu gibi
sünnetlere onaya dayalı olmaları sebebiyle “takrîrî sünnet” adı verilmiştir.
Hz. Peygamber’in yaptığı her davranış ve söylediği her söz dinen bağlayıcı
bir delil olmasa da, geniş anlamıyla sünnet olarak adlandırılmaktadır. Bu
manada sünnet, Kur’ân’la birlikte İslâm’ın iki temel kaynağından ve dinî
hükümlerin delillerinden biridir.

Fıkıhta ve ibadet alanında sünnet ise, Hz. Peygamber’in farz ve vacip
kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmayan ancak tavsiye ve
örnek olma niteliği taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır.
Sünnet; müekked ve gayri müekked sünnet olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bu ayırım Hz. Peygamber’in dine dâhil olan davranışlarının diğer
Müslümanları bağlayıcılık derecesine göre yapılmıştır. Hz. Peygamber’den
sâdır olan davranışların dine dâhil olup olmaması bakımından ise sünnet,
sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid kısımlarına ayrılmaktadır.

Müekked Sünnet:

Pekiştirilmiş ve güçlü sünnet demektir. Bunlar, Hz.
Peygamber’in devamlı olarak yaptığı ve sırf mecburi olmadığını göstermek
için ara sıra terk ettiği fiillerdir. Bunlar bir anlamda dinî vecibeler için
koruyucu ve tamamlayıcı nitelik de taşımaktadırlar. Bu sebeple önem
bakımından farz ve vacipten sonra üçüncü sırada yer alırlar. Abdest alırken
ağıza su vermek (mazmaza), sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri,
ezan, kamet ve cemaatle namaz müekked sünnetlerdendir. Bu çeşit sünneti
yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte kı-
namayı ve azarlamayı hak eder. Farz namazların cemaatle kılınması ve
namazın ilanı için ezan okunması gibi dinin alametlerinden (şiar/şeâir)
sayılan sünnetler fert planında terk edilebilir. Fakat bunları toptan terk ve
ihmal etmek dinin şiarlarına zarar vereceği için câiz görülmemiştir. Bu çeşit
sünneti yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte
kınamayı ve azarlamayı hak eder.

Gayr-ı müekked sünnet:

Hz. Peygamber’in çok defa edâ edip, bazen terkettiği
sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-ı
müekked sünnetlere, “müstehab” veya “mendub” adı da verilir. Bu gruba giren
sünneti yapan sevap kazanır, terkeden kınama ve azarlamayı hak etmez.

Sünnet-i hüdâ:

Sünnetin müekked ve gayr-i müekked çeşidine “Sünnet-i
hüdâ” da denilir. “Sünnet-i hüdâ” ile daha çok, dinî vecibeleri tamamlayıcı
özellik taşıyan fiiller kastedilir. Cemaatle namaz kılmak, ezan ve kâmet
okumak bu kabildendir.

Sünnet-i zevâid:

Hz. Peygamber’in insan olması itibariyle yaptığı, dini
tebliğ maksadı taşımayan, normal insanî davranışlarıdır. Bunlara âdet sünneti
de denir. Mesela, Hz. Peygamber’in beyaz elbise giymesi, saç ve sakalını
kınalaması, yeme, içme gibi hususlardaki alışkanlıkları zevâid sünnettir. Bu
fiiller dinî yükümlülük kapsamında değildir. Yapılması dinen tavsiye de
edilmiş değildir. Mükellef bu nevi sünnetleri, Hz. Peygamber’e olan sevgisi
ve bağlılığından ötürü ve Resûlüllah’ın yolunu takip etmek niyetiyle yaparsa
sevap kazanmış olur. Bu gibi sünnetleri terkeden ise, kötü bir davranışta
bulunmuş olmaz, kınama ve cezalandırılmayı da haketmez.

Hanefîler dışındaki İslâm hukukçularının çoğu, bu üç çeşit sünneti ve
Kur’ân’da farz ve vacip niteliğinde olmayıp; işlenmesi kesin olarak emredilmeyen
hükümleri ifade etmek için “mendub” terimini kullanmışlardır. Ayrıca İslâm
hukuk literatüründe “sünnet”, “nâfile”, “müstehab”, “tetavvu’”, “ihsan” ve
“fazilet” kelimeleri mendubla aynı veya yakın manada kullanılır.

4. Müstehab

Güzel görülen, sevimli ve tercih edilen amel demektir. Hz. Peygamber’in bazan
işleyip, bazan terk ettiği, İslâm âlimlerinin dinî bakımdan uygun ve güzel
bulup işlediği işlere “müstehab” denir. Nâfile namaz ve oruçların bir kısmı bu
niteliktedir. İbadetlerin yapılışında; farz, vacip ve sünnetlerin dışında kalan
bazı davranışlar müstehabtır. Sabah namazının, ortalık aydınlanıncaya (isfâr)
kadar, sıcak mevsimde öğle namazının serin vakte (ibrâd) kadar geciktirilerek
kılınması, akşam namazında ise acele edilmesi müstehaba örnek verilebilir.
Müstehabın yapılmasında sevap vardır, terkinde ise kınama yoktur.

5. Mubah

Allah veya Resulü’nün, mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiile
“mubah” denir. “Helal” ve “câiz” terimleri de mubahla eşanlamlı olarak kullanılır.
Mubahın yapılmasında ve yapılmamasında sevap veya günah yoktur.
Yapılıp yapılmaması, sevap veya günah açısından eşittir.

6. Haram

Allah veya Resulü tarafından yapılmaması ve vaz geçilmesi kesin olarak istenilen
fiile “haram” denir. Bir fiilin haram niteliğinde olabilmesi için ayet ya
da mütevatir veya meşhur hadisle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanması
gerekir. Başkasının malını haksız yere yemek, adam öldürmek, evlilik dışı
cinsel ilişki (zina), alkollü içki içmek, yalan söylemek, dinin kesin haram
kabul ettiği ve yasakladığı bazı fiillerdir. Haramı yapmayan ve terkeden,
mükâfat ve sevap kazanır, yapan ise âsî ve günahkâr olur. Haramı inkâr eden
dinin sınırları dışına çıkar.
Hanefîler dışındaki İslâm hukukçularının çoğuna göre, haram zannî delil sayı-
lan ve kesin bilgi ifade etmeyen haber-i vâhidle de sabit olabilir. Hanefîler, haber-i
vahidle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanan fiile ”tahrîmen mekruh”, kesin
ve bağlayıcı olmayan yasaklamaya ise “tenzîhen mekruh” derler.

Haramın çeşitleri

İslâm dininin “haram” diye nitelediği fiiller gözden geçirildiği zaman, her
birinin pek çok zarar içerdiği görülür. Haram fiil, ya kendisi bizzat kötü
olduğundan veya kötülüğü iyiliğinden daha fazla olduğu için yasaklanmıştır.
Bu kötülük ve fenalık, ya fiilin bizzat kendisindedir veya fiilin beraberindeki
diğer hususlardadır. İşte bu sebeple haram, doğrudan veya dolaylı yoldan olmak
üzere ikiye ayrılır:

a. Doğrudan haram:

Allah ve Resulü’nün geçici ve bir sebebe dayalı olmaksızın
baştan itibaren ve temelden yani kendi yapılarındaki kötülük veya
zarardan dolayı haram kıldığı fiildir. Buna “bizzat haram” veya “haram lizâtihî”
denir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan eti satma, devamlı evlenme engeli
bulunanlarla evlenme gibi. Bunlardaki zarar, doğrudan ve kendi bünyelerindeki
kötülüğe dayanır. Bu gibi haramların kapsamına giren fiiller genel
olarak; can, mal, akıl, din ve nesilden ibaret olan beş temel maslahatı
korumak amacıyla yasaklanmışlardır.
Bizzat haram fiiller, temelden gayri meşru sayılır. Mükellef Müslüman bu
fiili işlerse, lehine olarak herhangi bir hukuki sonuç doğmaz. Meselâ; hırsızlık
fiili, çalınan mal üzerinde hırsıza mülkiyet hakkı vermez. Aynı şekilde
dinen ve hukuken evlenmeleri yasak olan erkek ve kadın nikâh akdi yapsalar
haram bir fiil işledikleri için karı-koca olamazlar ve evlilik hayatı
yaşayamazlar.

b. Dolaylı haram:

Esasen meşru olduğu halde, haram kılınmasını gerektiren
bir durum sebebiyle haram kılınan fiildir. Buna “haram li-ğayrihî” denir.
Gasbedilmiş arazide namaz kılmak, kendisine cuma namazı farz olanlar
için cuma vaktinde alış-veriş yapmak, bayram gününde oruç tutmak
böyledir. Mesela, oruç tutmak aslı itibariyle meşru bir fiildir, fakat
bayram gününde oruç tutmak haram kılınmıştır. Çünkü bu günlerde
insanlar Allah’ın misafiri sayılırlar. Ayrıca bayram sevincini birlikte
yiyerek içerek yaşarlar. Oruç ise bu sevinci yaşamaya aykırıdır. İşte bu
haricî unsur sebebiyle, bayramda oruç tutmak meşru sayılmamıştır.
Bazı haramlar, çaresizlik ve şiddetli ihtiyaç karşısında mubah olur. Sözgelimi,
domuz eti yemek kesin olarak haramdır. Ancak açlıktan ölmek üzere olan bir
kimse, domuz etinden başka yiyecek bir şey bulamadığı takdirde ihtiyacı
kadar yani açlığını yatıştıracak bir miktarı ondan yiyebilir. Fıkıh literatüründe
“ma’siyet” ve “günah” terimleri zaman zaman haramla eş anlamlı olarak kullanılır.

7. Mekruh
Allah ve Resulü’nün, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarz ve üslupla yapılmamasını
istediği fiile mekruh denir. Hem haram hem de mekruh, yasaklanan ya
da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder.
Ancak haram ve mekruh kavramları Hanefilerde, diğer mezheplere göre
bazı farklılıklar gösterir. Haram; ayetle ya da mütevatir veya meşhur sünnetle
kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen fiili ifade eder. Mekruh ise; ya
yine bu delillerle fakat kesin ve bağlayıcı olmayarak yapılmaması istenen
fiilleri; ya da haber-i vahid gibi sübut bakımından kesinlik ifade etmeyen bir
delil ile terk edilmesi istenen fiilleri ifade eder.

Mekruhun kısımları

Mekruh Hanefîlere göre, tahrîmen ve tenzîhen mekruh olmak üzere ikiye ayrılır:

a. Tahrîmen mekruh

Allah ve Resulü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği,
ancak haber-i vahid gibi kesin olmayan zannî delile dayanan fiildir. Harama
yakın mekruh demektir. Mesela, Hz. Peygamber başkasının satın almak için
müşteri olduğu mala aynı anda müşteri olmayı ve evlenmek için dünür
olduğu kadına dünür olmayı yasaklamıştır. Bunu ifade eden hadiste “satış üstüne
satış” ve “dünürlük üstüne dünürlük” kesin bir uslupla yasaklanmaktadır.
Aslında bu davranışların haram olması gerekirdi. Fakat bunu bildiren hadisin
haber-i vâhid olması, hükmün “tahrîmen mekruh” sayılmasını
gerektirmiştir.
Tahrîmen mekruhu işlemek cezayı gerektirir, fakat bunu inkâr eden dinden
çıkmaz.

b. Tenzîhen mekruh

Allah ve Resulü’nün kesin ve bağlayıcı olmayan bir üslupla yasakladığı
fiildir. Helala yakın mekruh demektir. Namaz için mescide gidecek kimsenin
soğan vaya sarmısak yemesi bu çeşit bir mekruhtur. Bu yasağı bildiren
deliller ağır tehdit içermeyip ilgili fiillerin yapılmamasının yapılmasından
daha iyi olacağını bildirdiği için, bunlara helala yakın mekruh denilmiştir.
Tenzîhen mekruhu işlemek cezayı ve kınanmayı gerektirmez. Fakat bu
kapsama giren bir şey yapan, daha iyi ve faziletli olan şekle aykırı davranmış
olur. Her iki mekruhu terkeden kimse de övgüyü hak eder.

Hanefîlerde, “tahrîmen mekruh” hükmü “vacib”in, “tenzîhen mekruh” ise “mendub”un
karşıtıdır. Hanefîler dışındaki mezhep imamları Hanefîlerin “tahrîmen
mekruh” saydıkları fiilleri de haram kapsamına alırlar. Onlar, haram anlamında
yasak edildiğine dair işaret bulunmayan fiiller için yalnız “mekruh” terimini kullanırlar.