Yönetimin Oluşumu
Hz. Peygamber Mekke’de 610 yılı ramazan ayında peygamberlikle
görevlendirildiği andan Medine’ye hicret edinceye kadar Mekke şehir
devletinin çeşitli engelleriyle karşılaştı. Müslümanlara yapılan eziyet ve
işkenceler bir yana, bi’setin yedinci yılında Müslümanlar aleyhine üç yıl
boyunca ekonomik ve sosyal boykot kararı almış olmaları, 10. yılında
Tâif’ten dönerken Hz. Peygamber’i bir müşriğin himayesinde şehre girmeye
mecbur bırakmaları ve 13. yılında Hz. Peygamber hakkında ölüm kararı
almış olmaları, Mekke şehir devletinin siyasî gücünü Müslümanlar aleyhine
kullandıklarını açıkça ortaya koyar. Hz. Peygamber de buna karşılık tebliğin
başarıya ulaşması için siyasî örgütlenmeye ihtiyaç duydu. Bunun ilk adımı
Akabe biatlarıyla atıldı. Bu amaçla Hz. Peygamber, ikinci Akabe biatında 9’u
Hazrec’ten, 3’ü de Evs’ten olmak üzere 12 kişiyi hicretten sonra Medine’de
oluşturacağı siyasî organizasyonun ilk temsilcileri olarak tayin etti. Böylece
teşkilâtlanmada ilk adım atılmış oldu.
Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret edince henüz
şehre girmeden Kubâ’da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü
olarak ilk mescidi bina etti. Benî Sâlim b. Avf yurdundan geçerken Ranuna
vadisinin ortasına varıldığında Hz. Peygamber, Müslümanların birliğini
temsilen ilk Cuma hutbesini okudu ve namazı kıldırdı. Hicretin
tamamlanmasından sonra da muhâcirlerle ensar arasında kardeşliği kurmak
suretiyle ilk Müslüman toplumu ve siyasî birliği oluşturmuş oldu.
Bunun ardından Hz. Peygamber, Müslümanlar dışında şehrin sakinleri
olan Yahudi ve başka inanç sahiplerini de adalet ve insaf ölçülerinde
kapsayacak hukukî bir metin ortaya koydu. Medine Vesikası adı verilen bu
metinde karşılıklı ilşkiler, görev, sorumluluk ve haklar açık bir şekilde
belirlenmişti.
Bu şekilde ortaya çıkan teşkilâtlanmanın kaynağı, Kur’an ve onun
uygulayıcısı durumunda olan Hz. Peygamber’di. Kurulmakta olan yönetimin
amacı, yeryüzünde düzen ve huzurun, Hakk’a teslimiyet ve hukukun
üstünlüğüyle adaletin sağlanması idi. Bunun için, sosyal hayatı ayakta
tutacak tüm hukukî ve ahlâkî değerlerin korunması, iyiliğin yayılması,
kötülüğün önlenmesi, danışma (müşâvere), sosyal adaletin gerçekleştirilmesi,
devletler arası ilişkilerin kurulması, din ve vicdan hürriyeti, ehliyet ve
liyakata önem verilmesi yönetimin temel ilkeleri olmuştur.
Hz. Peygamber, kurduğu yönetimle asayiş ve güvenliği sağlamış,
ekonomik hayatın temellerini atmış, eğitim öğretimi planlamış, zekât, cizye,
öşür gelirlerinin ve vergilerin toplanması için görevliler, mülkî yönetim için
valiler, hukukla ilgili meseleler için hâkimler, ilmi ve dini yaymak için
öğretmenler, resmî yazışmaları yürütmek için kâtipler, askerin sevk ve idaresi
için komutanlar görevlendirmiştir.
Hz. Peygamber, Başta Necran Hıristiyanları olmak üzere gayrimüslim
zimmîlerle yaptığı anlaşmalarda onlara can ve mal güvenliğiyle din ve vicdan
özgürlüğü tanımıştır. Diplomasiye önem vermiş, özellikle Hudeybiye
Barışı’ndan sonra komşu devlet başkanlarına ve önemli kabile reislerine
elçiler ve mektuplar göndererek iyi ilişkiler kurmayı amaçlamıştır.
Bürokrasi
Peygamber Efendimizin yönetim ilkelerinden biri halkın işlerinin hızla ve
kolaylıkla yürütülmesidir. Bunun için “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız;
müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” talimatını vermiştir. (Buhârî, “İlim”, 11;
Müslim, “Cihad”, 51) Kamu görevlilerinin uygulamalarıyla ilgili olarak
Peygamberimizin yaptığı bir dua bu açıdan mühimdir: “Allahım! Her kim
Müslüman toplumun bir işini üstlenir de güçlük çıkarırsa sen de ona
meşakkat ver! Her kim de merhametle davranıp kolaylık gösterirse sen de
ona merhamet et!” (Müslim, “İmâre”, 19)
Hz. Peygamber’e göre halka ait işlerin yürütülmesi, sosyal bir
sorumluluktur. Dolayısıyla görevliler, bu yükümlülüğün gereğini yerine
getirecek bilgi ve ehliyete sahip olmalıdırlar. Nitekim Hz. Peygamber,
Kur’an’da yer alan “emanetlerin ehline verilmesi” (Nisâ, 4/58) prensibini
kamu görevlerinde önemle uygulamış, “İş ehil olmayana verildi mi kıyameti
bekle!” buyurmuştur.
(Müslim, “İmâre”, 16)
Allah Resûlü, aynı şekilde kamu
görevi için aşırı istekli olmayı uygun bulmamıştır. Çünkü ona göre ihtiras,
kişinin görevini kötüye kullanmasına, rüşvete ve adam kayırmaya yol
açabilirdi. Bu hususta şu talimatı vermiştir: “Bir devlet görevini ısrarla
istemeyiniz. Zira ısrar ettiğin göreve getirilirsen, işin yürütülmesi esnasındaki
yetersizliğinden dolayı sorumlu tutulursun. Şayet böyle bir görev ısrarın
dışında sana verilirse yardım ve destek görürsün!” (Müslim, “İmâre”, 13; Ebû
Dâvûd, “İmâre”, 2)
Hz. Peygamber, memurlarına, aile fertleriyle geçinebileceği bir maaş,
barınabileceği bir ev, iş yerine gidip gelecek bir binek tahsis ediyordu.
Memurun, bunun dışında alacağı hediyeyi bile bir çeşit rüşvet sayıyor, en
küçük bir devlet malını şahsî işinde kullanmayı hıyanet ve hırsızlık olarak
değerlendiriyordu.
Ekonomik Hayat
Hz. Peygamber, kişisel kazanca önem verirdi. Bu sebeple hicretten sonra
Medine’de Müslümanlar için alışveriş merkezi kurarak çalışma hayatının
temellerini attı; iş hayatı, işveren, işçi, esnaf, tüketici, hububat ve meyve
üreticisi ve ticarî ortaklığa dair çeşitli düzenlemeler yaptı. Alışverişte
güvenliğin sağlanması için denetçiler görevlendirdi, kendisi de denetlemeler
yapardı. Bir defasında hileli satış yapmaya çalışan birini, “Alışverişte
Müslümanları kandırmayınız. Aldatan, bizden değildir” diyerek uyarmıştır.
(Müslim, “İman”, 10) Zaman zaman Müslümanların alışveriş yaptıkları
mekânları ziyaret edip ölçü ve tartı âletlerinin başına geçerek ticarette
dürüstlüğün önemini vurgular, böyle davrananların cenenette peygamberler,
sıddîklar ve şehitlerle beraber olacağını söylerdi. (Tirmizî, “Büyû‘”, 4) Hz.
Peygamber, alışverişte güven ortamının yaygınlaşmasına önem verirdi.
Pazarda bir müslümanın kesinlik kazanan alışverişini bozacak tarzda yeniden
pazarlık yapılmasını, üreticinin malını pazara intikal ettirmeden önce hile ile
ucuza kapatılmasını, karaborsacılığı, satılan malın kusurlarının gizlenmesini,
gereğinden fazla abartı ile övülmesini, yalan yere yeminle malın sürümünün
artırılmak istenmesini doğru bulmazdı.
Hz. Peygamber, zenginlerin dinî, sosyal, malî sorumluluklarının gereğini
yerine getirmelerini isterdi. Darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet
verilmesini tavsiye eder, ribâ (faiz) ile borç alıp vermeyi kesinlikle
yasaklardı. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de ribâ kesin bir dille yasaklanmıştır
(Bakara 2/279; Âl-i İmrân 3/130)
Hz. Peygamber döneminde beytülmal (hazine) gelirlerini humus denilen
ganimetin beşte biri, Müslümanlarla anlaşmalı olan gayrimüslimlerden can,
mal güvencesi ve inanç hürriyetinin sağlanmasına karşı belirli kurallara göre
alınan cizye, Müslümanlardan alınan zekât ve toprak mahsullerinin zekâtı
olarak bilinen öşür oluştururdu. Bunlar âmil denilen vergi memurları
tarafından toplanırdı. Bazen bu görevi valiler de yapardı. Toplanan vergiler,
Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre sarf olunurdu.
Askerî Hayat
İslâm, insanların barış içinde yaşamalarını esas alır ve mü’minleri hep birden
barışa davet eder. (Nisâ 4/128; Bakara 2/208) Temel hak ve özgürlükler
engellendiği takdirde savaşa izin verilmiştir. Mekke döneminde müşriklerin
baskısından bunalan Müslümanlar, peygamberimize gelerek onlara karşılık
vermek istemişler, ancak Peygamber Efendimiz savaşa izin verilmediğini
bildirerek sabır tavsiyesinde bulunmuştur. Hicretin ikinci yılında ise savaşa
izin veren şu âyetler nazil oldu: “ Kendileriyle savaşılan mü’minlere zulme
uğramış olmaları sebebiyle savaş konusunda izin verildi…” (Hac 22/39)
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı
gitmeyin…” (Bakara 2/190) Bunun üzerine Hz. Peygamber, önce seriyye
denilen küçük askerî birlikler hazırlayarak şehirlerarası ticaret yollarında
kontrolü sağlamaya çalışmış, düşmanın faaliyetleriyle ilgili istihbarat
toplamış, keşif birlikleri göndermiş, Medine’ye gerçekleştirilebilecek
muhtemel hücumlara karşı şehrin güvenliğini sağlama adına çevre kabilelerle
saldırmazlık anlaşmaları yapmıştır. Bütün bu hazırlıklardan sonra Hz.
Peygamber, gerek müşrikler, gerek Yahudiler, gerekse Hıristiyanlarla askerî
mücadeleye girişmiştir. (Kitabın 4. ve 5. ünitelerindeki savaşlar kısmına
bakınız.)
Peygamber Efendimiz düşmanla savaş konusunda şu uyarıyı yapar:
“Düşmanla savaşı arzu etmeyiniz. Aksine, Allah’tan sizi harp felâketinden
korumasını isteyiniz! Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki
cennet, mücahidlerin kılıçlarının gölgesi altındadır.” (Müslim, “İmâre”, 146)
Hz. Peygamber, kumandanlarını savaş konusunda bilgi ve tecrübe sahibi
kişilerden seçerdi. Savaşlarda görevli bayraktar ve sancaktarlar bulunurdu.
Bunun dışında orduya katılan küçük askerî birliklerin kendilerine mahsus
flâmaları olurdu.
Hz. Peygamber askerden, disiplin ve komutanlara itaat beklerdi. Bir
savaşa karar vermeden önce düşman tarafına keşif kolları çıkarır, haber toplar
ve ashâbı ile istişare ederek elde edilen istihbaratı değerlendirirdi. Savaşa
karar verildikten sonra ashâbına, gazilik ve şehitliğin önemini anlatarak
onları cesaretlendirirdi.
Resûl-i Ekrem, bir askerî sefere çıkarken kendisi gelinceye kadar
Medine’de idarî hizmetlerin görülmesi için bir vekil tayin eder, yola
çıkmadan önce şehir dışında ordusunu gözden geçirir, yorucu sefer şartlarını
kaldıramayacak durumda olan yaşlıları ve çocukları ayırırdı.
Peygamber Efendimiz, savaş alanında ordusunu bizzat elleriyle savaş
düzenine göre hazırlar, harekâtın safhalarına dair subaylarına talimat verir,
parolasını belirler; ordusunu, disiplini bozucu davranışlardan sakındırırdı.
Düşmana ait ağaçlar, özel savaş şartları dışında kesilmez, hayvanları
boğazlanmazdı. Düşmanların yaşlılarına, hanımlarına, çocuklarına ve savaş
dışı kalan din adamlarına dokunulmazdı.
Medine’de Hz. Peygamber’e vekâlet eden zat ve çevresindekiler,
çocuklar, kadınlar, yaşlılar, mazeretleri sebebiyle katılamayanlar,
Seniyyetülveda denilen Medine dışındaki yerde onu karşılarlardı. Peygamber
Efendimiz, şehre girer girmez Mescid-i Nebevî’ye giderek şükür namazı
kılar; bu zaferi nasip eden Cenâb-ı Allah’a dua ederdi. Bundan sonra
Müslümanların tebriklerini camide kabul eder, Müslümanlar, “gazanız
mübarek olsun ya Resûlallâh” diyerek sevinçlerini ifade ederlerdi.
Peygamberimiz, daha sonra şehit ailelerini teselli eder, başsağlığı diler,
diğer Müslümanların da şehit aileleriyle, özellikle şehit yetimleriyle
işlgilenmelerini ister, yetimi görüp gözetenle cennette beraber olacağını
müjdelerdi.