Vudû', lügat yönünden temizlik (paklık) nıânâsmdadır. Şer'ân [18]yüzü, kollarla beraber iki elleri ve iki ayakları yıkamak ve başın dörtte birini mesh etmektir.
Farz, Iûgat yönünden kesmek (kat') ve takdir etmek manasınadır Şer'an, kesin delil ile lâzım gelen hükümdür.
Farzın hükmü; Özürsüz onu terk edenin azaba müstehâk olması, inkâr edenin kâfir olmasıdır.
Yine, Onun fevt olması (kaçması) ile cevazı fevt olan şeye de farz denir. Vitr Namazının fevtini hatırlayan kimseye Sabah Namazının cevazının fevt olması gibi.
Birincf^kısma itikadı farz [19],
ikinci kısma amelî farz [20] adı verilir.
Burada murâd olan, tevatür [21] ile sabit olduğu için itikadı farzdır.
Eğer, abdest âyeti ittifakla Medenîdir. Namaz ise Mekke'de farz olmuştur [22].
Şu halde, âyetin inmesine kadar, namazın abdestsiz olması lâzım gelir diye sorulursa, cevâbında biz deriz ki: Sahîh-i Müslim ve başka yerde Câbir' (R.A.) dan sabit olan hadîs-i şerîfden dolayı namazın abdestsiz olması düşünülemez. [23]
Nitekim Câbir (R.A.) abdest alıp iki mestleri üzerine mesh etmişti. Câbir' (R.A.) e;
— Niçin böyle yaptın? denildi. Câbir (R.A.) de;
— Beni mesh eylemekden ne meneder ki, ben Resûlüllah (S.A.V.)'-in mesh eylediğini gördüm, dedi. Câbir' (R.A.) e;
— O ancak Mâide sûresinin nüzulünden önce idi, dediler. Câ-bir (R.A.) de :
— Ben İslâm'a ancak Mâide sûresinin nazil olmasından sonra girdim, cevâbını verdi.
Yine Mecmau'I-Beyân adlı eserde rivayet edilmiştir ki:
Resûlüllah (S.A.V.) bu âyet ininceye kadar namaz için abdest almadıkça amellerin hepsinden kaçınırdı. Hattâ sorulan soruya cevâb bile vermezdi.
Şu halde abdestin, vahyi gayri metlüv [24] ile veya eski şeriatlardan alınmış olmakla sabit olması caizdir.
Nitekim Resûlullâh (S.A.V.) '-den rivayet edilen şu hadis-i şerif de buna delâlet eder.
Resûlullâh (S.A.V.), mübarek yüzü ve ellerini üçer üçer yıkayıp abdest aldıkları zaman,
«İşte bu abdest benim abdestimdir ve benden önce gelen Peygamberlerin abdestleridir», [25] buyurdular.
Eğer, abdest bu yol ile sabit olunca âyetin nüzulüne fayda nedir? denilirse, cevâbında deriz ki :
Âyetin nüzulünde fayda; abdest emrini sabit ve mukarrer kılmaktır. Çünkü abdest müstakil bir ibâdet olmayıp da namaza tâbi olunca, vahy zamanından müddetin uzamasıyle ve nakledenlerin de günden güne azalmasıyle, Ümmet-i Muhammed'in abdest işine önem vermeyip, şartlarına ve rükünlerine riâyette gevşeklik göstermeleri muhtemeldir. Mütevâtir nass [26] ile sabit olan onun gibi değildir. O, her zamanda ve her lisanda bakîdir. Yine onun hakkında vahyi metlüv vârid olunca aynı rahmet (bizzat rahmet) olan ulemânın ihtilâfı hâsıl olur. Bu meselenin bu şekilde açıklanması yalnız benim yaptığım bîr iştir.
1- Abdestte yüzü bir defa yıkamak farzdır.
Çünkü âyette (Fağsilû) emri tekrara delâlet etmez.
Yüz, ekseriyetle saç biten yerler arasında kalan kısımdır. Bu, ekseriyetle (gâliben) kaydı, iki zülüfleri yüzün tarifinden çıkarır. İki zülüf, cephenin iki yanıdır ki saç onlardan sarkar. Şüphesiz bu iki zülfü abdestte yıkamak vâcib değildir, Çünkü saç biten yer (menbit-i şa'r) ile murâd, ekseriyetle saçın bittiği yerdir. İster saç bitsin, isterse bitmesin. Yâni yüz, ekseriya saçın bittiği yer ile çenenin en altı ve iki kulakların arasıdır. Bu söz ile uzunluk ve genişliğine göre yüzün tarifi tamam olmuş olur.
Musannifin, «abdestha farzı yüzü yıkamaktır.» sözünden sonra bu ta'rîf, sakalı olan abdest alıcı (mütevaddf) üzerine; sakal başının, bıyığın, kaş ve çene altına varıncaya kadar sakalın altlarını yıkamak vâcib [27] olmasını gerektirir. Halbuki bunların altlarının yıkanmasının vâcib olmamasıyle Fıkıh Kitapları doludur. Bu sebeble, mu-
sannif bunun defini murâd edip (vel izâr) (yâni sakal başı...) demiştir. Sakalın izan, sakalın iki yanlarıdır. Bunlar binek hayvanının iki izârından istiare [28] olundular. Bu ikisi, binek hayvanının iki yanları üzerinde olan (gemden) bir şeydir.
Izar, onun ötesinde kalan yerin hükmünü düşürmez. îzârm arkasında kalan yer, izâr (sakal başı) ile iki kulakların arasında olan beyazdır ki buna ânz adı verilir. Sakal başının arkasında kalan yerin hükmü, yıkanmasının vâcib olmasıdır. Çünkü sakal başı (izâr) o hükmü düşürmez. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Bilâkis izâr, altında olan şeyin hükmünü (ki o yıkamanın vucûbudur) ieâra nakleder. Böylece izârm yıkanması vâcib olur. Nitekim bıyık ile kaş da altlarında olanın hükmünü kendilerine nakl ederler ve bıyık ile kaşı yıkamak vâcib olur. Fakat altlarına suyun ulaştırılması vâcib olmaz.
Sakal da, altında olan şeyin hükmünü, derinin yüzünde, ona bitişen kısma nakleder. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) dan gelen rivayetlerin en zahiridir [29]. Muhît ve Bedâyi' sahipleri de bunu seçtiler. Mi'râc'-üd-Dirâye'de de, esah (en sıhhatli) kavi budur, denmiştir. Fetâvâyı Za-hiriyyede, «Bununla fetva verilmiştir» denmiştir.
Veya sakal, altında olanın hükmünü -ki o yıkamanın vucûbudur-deri yüzüne bitişen sakala nakletmez. Bilâkis deriye mülâki olanın mes-hine tebdil eder. Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den gelen iki rivayetin en meşhurunda, deriyi örten şeyin meshi farz-dır. Bu, muhtar olan (tercih edilen) esah kavidir.
Veya sakal, altında olanın hükmünü deriye bitişenin (mülâkinin) dörtte birini meshe tebdil eder. Bu, Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den İmam Hasan' (Rh.A.) in rivayetidir.
«Muhît»' te, yüzün ta'rifinden sonra, eğer abdest alan tüysüz (em-red) ise, yüzün hepsini yıkar, eğer abdest alan sakallı ise, sakalın altında olanı yıkaması vâcib olmaz, denmiştir. İmâm Şafiî (Rh.A.), eğer hafif sakallı ise vâcib olur, demiştir.
Bıyık ve kaşın altlarına suyu ulaştırmak vâcib değildir. İmâm Şafiî (Rh.A.), vâcib olur, demiştir. Sahîh olan bizim sözümüzdür. Çünkü farz olan yer, engel ile örtülmüş ve gizlenmiştir. Ona karşıdan bakanın altını göremiyeceği bir hal almıştır. Binâenaleyh ondan farz düşer ve başın derisi gibi onu perdeliy^ne tehavvül eder.
Bundan sonra, «El-Muhît» te denmiştir ki: Sakal başı (izâr) ile kulak arasında olan beyazın, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed'-(Rh.A.) e göre, yıkanması vâcibdir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, vâcib değildir. Sakal başının yeri böyle değildir. Çünkü o, üzerinde biten kıl ile örtülüdür. Böyle olunca izârın yerine kâim olur.
2- Yine abdestin farzı, iki elleri teker teker yıkamaktır.
El-Kâfî ve başkasında zikredildiği üzere, iki elleri yıkamanın keyfiyeti, sol eliyle çanağı alıp sağ eli üzerine üç kere dökmektir. Ondan sonra çanağı sağ eli ile alıp yine böyle sol eline dökmektir.
Eğer çanak büyük olup ve büyük ile beraber küçük çanak da olursa, iki eli yıkama keyfiyeti yine yazıldığı şekildedir. Eğer çanak büyük olup küçük çanak bulunmazsa, sol elinin parmaklarını yumarak çanağa sokup sağ elinin avucu üzerine dökmektir ve parmakları birbirleriyle, temizleninceye kadar ovmaktır. Ondan sonra sağ elini çanağa sokup sol eli yıkamaktır.
Bunun şekli, Tâc'uş-Şerîa şerhinde zikredilen şu sözlerdir: Şüphesiz iki elin veya iki ayağın birinden diğerine yaşlığın nakli abdestte caiz değildir. Fakat gusülde ise caizdir. Çünkü abdestin azası hakîkaten ve örfen muhtelifdir. Hakîkaten muhtelif olması açıktır, açıklamaya ihtiyâç yoktur. Örfen muhtelif olması ise şudur: Çünkü abdest uzuvları bir defada yıkanmaz ve bir hitâb altında dâhil olduğuna bakılınca hükmen bir tek uzuvdur. Böyle olunca ihtilâf-ı haTcikî, ittihâd-ı hükmî ile beraber çatışmış, örfle hakiki ihtilâf tercih edilmiş olur. Gusl bunun gibi değildir. Çünkü onda bütün uzuvlar hükmen ve örfen [30] müttehiddir. Şu halde örfle olan ittihâd-ı hükmî tercih edilmiştir. Bununla şu sözün fesadı meydana çıkar ki, iki avucun her biri üzerine kuvvetle suyu dökmeye hacet yoktur. Çünkü iki avucun yıkanması sağ elin avucu üzerine dökülen su ile mümkündür. Nitekim âdet budur. Zira onda avamın âdetini şeriatın örfüne tercih vardır. Artık, sen gerisini düşün!
YSne abdestin farzı, iki kolu dirsekleriyle beraber bir kere yıkamaktır. Çünkü (Fağsîlû) yâni «yıkayınız» emri
tekrara delâlet etmez. Dirsek (mirfâk) : Pazu ile kolun kemiklerinin kavuştuğu yerdir.
3- Yine abdestin farzı, iki ayaklan topuklanyle beraber yıkamaktır. [31]
Topuk (kâ'b) : Ayağın iki tarafından incik kemiğine [32] bitişen yüksek kemiktir. İmâm Hişâm' (Rh.A.) m tmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet ettiği: «Kâ'b na'lin üzerine bağlanan na'lin tasması yanında ayağın ortasında olan mafsal kemiğidir» değildir. Çünkü o mafsal, kolda olan dirsek gibi, her bir ayakta bir kemiktir. Halbuki âyet-i kerîmede (kâ'b) tesniye (iki olarak) zikredilmiştir. Şu halde, burada murâd'm, bizim zikrettiğimiz olduğu belli olmuştur. Eğer böyle olmasa tesniyeye meyletmekde fayda görülmezdi. Eğer âyet-i kerîmede, cem'in cemi' ile mukabelesi, efrâd-ı cem'den her biri üzerine bir kolun ve bir ayağın yıkanmasının vâcib olmasını gerektirir denirse, cevâbında biz deriz ki: Nass-ı kerîmin delaletiyle diğerlerinin yıkanmasının sabit olması caizdir. Veya diğerlerinin yıkanması, tevatür ile nakledilen Resûlüllah' (S.A.V.) m fiili ile caiz olur, icmâ' ile olmaz. Çünkü fiil Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in zamanında sabittir. İcmâ' [33] ise Re-sûl-i Ekrem' (S.A.V.) in. zamanından sonradır.
Eğer denilirse ki: Cer (esre) ile (Ercüliküm) okunması nasb (üstün) ile okunması gibi, mütevâtirdir. İki kıraatin arasını bulmanın iktizâsı, ya yıkamak ile mesh'in arasında muhayyer kılmaktır. Nitekim bazısı bunu kabul etmiştir. Veya nasbla okunmasını, ayağın çıplak olan hâline ve cer (esre) ile okunmasını mestli olan hâline hami etmektir. Nitekim bazısı bunu kabul etmiştir. Cevâbında biz deriz ki; cer ile okumanın zahiri bil' icmâ terk edilmiştir. Çünkü meshi kabul eden, onu kâ'beyne mugayyâ kılmadı. [34] (nihayetle sınırlandırmadı) Şüphesiz meşhur hadîsler [35], yıkamanın vucûbuna ve terketmenin de azaba sebeb olacağına delâlet etmiştir. Şu halde yıkamak, fukahânın çoğunun kabul ettikleri gibi daha uygun olduğu abdestle maksûd olan temizliğin elde edilmesine de daha uygun olmuştur. Yıkamakda bulunan fayda sebebiyle de ihtiyata, meshden daha yakın olmuştur. Şu halde meshden yıkamaya dönmek aletta'yin lâzımdır. İmdi cer ile okumak, cerr-i bi'1-civâr (yâni yakınlık sebebiyle cer) [36] olmuştur. Nitekim [37] âyet-i kerîmesinde ve şâirin (Cuhru dabbin haribin veya haribün) ve «zurahmin mahremin» sözünde olduğu gibi. Bu cerr-i civâ-rînin Kur'ân-ı Kerîm'de ve şâirlerin şiirinde benzeri çoktur. Ma'nâ itibariyle bu kelime yıkanan uzuv üzerine atfedilmiştir.
Cerr şeklinin faydası; Uygun olanın suyu iki ayakların üzerine dökmeyi kasd edip meshe benzer hafîf yıkamak ile yıkama olduğuna dâir bir uyarmadır. Cerr-i civârî iltibas 41e beraber gelmez, burada işe mültebistir, dendiğinde biz deriz ki, gayenin (ilel Kâ'beyni) sözüyle getirilmesi iltibası (karışmayı) kaldırır. Nitekim biz böylece zikrettik. Bu hususun böyle bilinmesi gerekir.
Abdest uzuvlarında hâsıl olan kir, sinek veya pireden çıkan şey, kına bitkisinin rengi - (kınanın maddesi ise çamur gibi olduğu için mânı olur.) - gerek abdest olsun, gerek gusl olsun, temizliğe manî olmazlar. Nitekim dişlerin aralığında kalan yemek de manî olmaz. Çünkü bunlar suyun girmesini engellemezler.
Suyun girmesini engellemek ve engellememekdeki ihtilâfa binâen, hamur ve çamur gibi olan şeylerde ihtilâf edilmiştir.
Yüzük halkasının altındaki yere suyun ulaşması için, sıkı olan yüzük, parmaklardan çıkarılır veya hareket ettirilir.
4 - Yine ab d estin farzı, yeni su veya bir uzvun yıkanmasından arta kalan su ile, - tmâm A'zam' (Rh.A.) dan Tahâvî (Rh.A.) ve Kerhî' (Rh.A.) nin rivayetinde - başın dörtte birini bir kere mesh etmektir.
Veya İmâm A'zam' (Rh.A.) dan Hişâm' (Rh.A.) m rivayetinde, el parmaklarının üçü miktarı mesh etmektir. [38]
Uzvun meshinden arta kalan su ile mesh caiz değildir. Ancak uzvun meshinden arta kalan su, elden damla damla dökülürse, mesh caiz olur. O damlayan su bir uzuvdan alınmış ise, o uzuv gerek mes-hedilmiş olsun ve gerek yıkanmış olsun, onunla mesh caiz değildir.
Başı tıraş etmekle mesh iade edilmez. Nitekim abdestten sonra kaşı tıraş etmekle ve bıyığı kırkmakla ve tırnak kesmekle de tekrar yıkamak gerekmediği gibi. [39]
AÇIKLAMALAR:
[18] Şemandan maksad, Fukaha IstıJâhmcadir.
Ahkâm-ı şer'iyye kulların menfaati İçin Allah (C.C.) tarafından bir lütuf ve ihsan olarak vaz'edilmiştir. Ahkâm-ı şer'iyye; ya ibâdetlerle ilgili olarak «dînî» olur. Ya mübâycât, münâkehât v.s. ile İlgili olarak «dünyevî» olur.
Dînî olan bunların en şereflisidir. Çünkü, dünya ehlinin halkından maksûd odur. Ve ebedî scâdete ulaştıracak vesile de yine odur.
Burada Namaz, diğer ibâdetlerden Öne alınmıştır. Çünkü o, diğer ibâdetlerin en fazîletlisidir, günde beş defa tekrarlanmaktadır. Ancak o da abdeste bağlı olduğu için abdest bölümü diğer bölümlerden önce ele alınmıştır. (Kirmanı - Şerh-i Buhâri)
[19] Itikâdî Farz: Kat'i delille sabii olup kendisinde şüphe olmayan, inanılması ve yapılması zaruri olan; lerkedene i'kab (ceza) lâzım gelen ve ayrıca inkâr eden tekfir olunan farzdır. Beş vakit Namaz, Zekât ve Ramazan Orucu gibi.
[20] Amelî Farz: Buna Farz-ı zannî'de denir. Müctehidlercc, kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli gürülen zanni bir delil ile sabit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'i kuvvetinde bulunur. Başın dörtte birini meshetmek gibi.
[21] Tevatür: Birbiri ardından aralıksızca devam etmek. Yalan söyleyeceklerini aklın kabul edemiyeceği bir cemaatin verdiği yalandan uzak kuvvetli, sağlam haberdir.
[22] Abdest âyeti, Mâide sûresinin 6 inci âyetidir.
[23] Resûlüllah (S.A.V.): «Abdesti bozulan kimse abdest almadıkça namazı kabul olunmaz»
(Buhârî - Ebû Hüreyre' (R.A.) den rivayetle) buyurmuştur. Zira taharet (abdest) namazın anahtarı, namaz imânın anahtarı, imân da cennetin anahtarıdır.
imam ÎNevevî (Rh.A.) de, «Bu hadîsi şerif namaz için taharetin vücûbuna delildir. Taharetin namazın sıhhatında şart olduğuna dâir ümmetin icmâı vardır» demiştir.
Kâdî lyâz (Rh.A.); «Ulemâ namaz için taharetin ne zaman farz olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn'iil Cehm {Rh.A.); abdest İslâmın başlangıcında sünnet idi. Teyemmüm âyetinde (M: 626/H : 4, Müreysî gazası sırasında Hz. Âişc' (R.Anhâ) nin gerdanlığının kaybolduğu hâdisede) farziyyetİ sonradan nazil oldu, der. Cumhûr-u Ulemâ'nı/ı görüşü ise. daha önceden farz olduğu, merkezindedir» demiştir.
[24] Vahyi gayri metlüv (okunmayan vahy): Şerîat lisanında tilâvet suretiyle olmayarak sadece kalbe iiham yoluyla olan vahy-i ilâhîdir. Bunun mukabili İse mellüvdür (Kur'ân-ı Kerîm gibi). Kur'ân-ı Kerîm vahyi metİüvdür. Çünkü manâsıyla birlikte lafzı da Peygamberimizin (S.A.V.) Kalbine inzal buyurulmuştur.
Hadîs-i İlâhi -" Hadîs-i Rabbani: Hadîs-i Kudsî şeklindeki Hadîs-i şerifler ise Resülüllah' (S.A.V.) a vahy ve ilham yoluyla, mânâ itibariyle ulaştırıldığından vahy-i Gayr-i Metİüvdür. Bunlar, namazda Kur'ân âyetleri yerine okunamaz, tahareti olmayan bir kimse bu kelâmın yazılı bulunduğu kitabı ele alabilir. Hattâ, onu inkâr eden kâfir de sayılmaz.
Bazı Usûl Ulemâsı Kitap ve Sünnetin' her ikisine de vahy derler. Tilâvet olunan (metlüv) vahy'e kitap, tilâvet olunmayan (gayr-i metlüv) vahy'e de sünnet demek suretiyle bir tefrik yaparlar.
Sünnete vahy denmesinin sebebi, onun hakiki vahyin yâni kitabın cüziyâtina dâhil olmasındandır. Bu itibarla da kitabın külüyetinde sünnetin bütün hükümleri bulunmaktadır ki böylece vahyin külli menşeİne dâhil olması sebebiyle zımnen sünnete vahy denilmiştir. Ancak kitab doğrudan doğruya vahy-i ilâhî neticesi ve aslî ahkâm olduğundan kendisine : Tilâvet olunan vahy (vahy-i metlüv) denmekte; sünnete de Nübüvvet Melekesi, Fehm-i neıicesi ve mânâca vahy olup lafızlarının tâyini de Allah (C.C.) tarafından olmadığından tilâvet olunmayan vahy (vahy-i gayri metlüv) denmiştir.
(Asr-ı Saadet, Süleyman Nedvî; Bazı Hadîs Meşaleleri Üzerine Tetkikler M. Tayyib Okiç)
[25] Rczîn (535 H.) - Osman (R.A.) rivâyetiyle.
Teysîrü'l-Vusul ilâ Câmiil Usûl; Abdurraiunân Şeybânî.
[26] Kfşf'üİ Keşsâf'da Rûm Sûresinde geçtiği gibi Mi'rac Hadîsi hu hususa açıkça delâlet eder.
[27] Vâcib: Şeriat sahibi tarafından emrolunduğu zann-i delil ile sabit ohm vazifedir. Her namazda Fatihâ-i Şerîfe'nin okunması gibi,
Vâcib. vecîbe tâbirleri bazan Fıkıh ilminde farz mânâsında kullanılır.
[28] Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanmak.
[29] Arfjar (en zahir) rivayet: Başkasına nazaran daha açık olan sahîh kavidir. Zahir rivayet: İmâm Muhammed' (Rh.A.) in Hanefî Mezhebinde en muteber rivayetler olan — El Mebsût, El Ziyâdât, El Câmi'ul Kebîr, El Câmi'us Sagîr, El Siyer'i! Kebîr, El Sİyer'üs Sagîr v.s. gibi kitaplarındaki — üç İmâm (Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan) a âİd meselelerdir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) in bu kitaplarına da Zâhîr*iir Rivâye kitapları denir. Hanefi Mezhebinde evvelâ İmâm A'zam1 (Rh.A.) m, sonra İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un, sonra İmâm Muhammed' (Rh.A.) in, sonra da İmâm Züfer' (Rh.A.) in kavli, içtihadı tercih edilerek o şekilde âmel olunur.
[30] Örf: Akılların şehâdetiyle şöhret bulup tabiî şekilde kabul edilen herhangi güzel (müs-tahsen) şeydir. Bu her tarafta mevcûd ve vaz'edeni de muayyen olursa örf-ü âm (umûmî örf), bir mahalle mahsûs ve muayyen bir taifeye âid bulunursa buna da örf-ü hâs (husûsî Örf) denir. Örf, âdet ile aynı mânfilı gibidir. Âdcl'e de aynı zamanda teamül denir.
[31] Bİzİm üç Ulemâmız Ebû Hanife (Rh.A.), Ebû Yûsuf (Rh.A.) Muhammcd bin Hasan' (Rh.A.) e göre, iki topuk yıkamaya dahildir. (Tatarhâaiye)
[32] İncik (Sâk): Diz kapağından topuk mafsalına kadar olan kısım; İncik kemiği veya ka-lenü, diz kapağından topuk mafsalına kadar olan kemiktir.
[33] İcmâ: Lûgatta, ittifak, kasd mânâsmdadır. istilanda, bir asırda bulunan îslâm mücte-hidlerinin bir sert hüküm üzerine ittifak etmeleridir. Buna da Icmâ-ı Ümmet denir.
[34] Çünkü burada tahdid «dirseklere kadar...» sözünde olduğu gibi yıkama içindir. Mesh için İse gaye (nihayet) ile tahdide ihtiyaç yoktur «Başlanmzi meshediniz...» de olduğu gibi.
Burada meshi topuklara muğayyâ kılmadı demek, topukları meühin hudûdlan içine dahil etmedi, demektir.
[35] Meşhur hadîs: Evveli âhad gibi olup ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret bulmuş olan hadıst.r. Böyle olan hadîsleri Peygamber (S.A.V.) den ilk rivayet eden bir cemâat değil bir veya bir kaç kişi olduğundan birinci asırda (âhad) gibidir. Fakat ikinci ve üçüncü asırlarda cemâatler tarafından tevatür suretiyle nakl ve rivayet edilmiş olduğundan bu hadıs şöhret bulmuş ve bu asırlarda tevatür derecesine kavuşmuştur. Makbul hadîslerdendir.
[36] Cerr-i bi'l civar: El cerr'ül civârî (yakınlık cerri): Sıfat, te'kîd, matuf durumundaki bazı kelimeler mecrûra yakınlıkları dolayısıyle mecrûr olurlar ki bunlar sadece şeklen mecrûr durumundadırlar. Mânâ bakımından harf-İ cerre bağlı olmazlar.
«Hâıâ Cnhru dabbin haribin» (veya haribün): «Bu harap bir keler kovuğudur» misâlinde, «harib» kelimesi «cuhra» sıfat olduğu için «merfu», «dabba» komşu, olduğu için «mecrûr» okunabilir. îşte. «Vemsehû bi ruûsiküm ve ercüleküm (veya ercüliküm)...» de böyledir.
[37] Bk. HÛd Sûresi (11); âyet: 84
[38] İMÂM: Önder, başkan, halîfe demektir, Çoğulu Eİmme'dİr.
Fıkıhta İmam: Geniş bir topluluk, tarafından otoriter sayılan, ad t m adım takip edilen ve görüşlerinin gereği ile amel edilen büyük müctehid zattır.
tmâm tâbiri mutlak olarak söylenince FIKIH'ta Ebû Hanife (Rh.A.) TEFSİR ve KELÂM'da Fahruddİn Râzî (Rh.A.), NAHİV'de Sibeveyh (Rh.A.) kasdedilir.
Bunlardan başka:
Dört İmam: Ebû Hanife (Rh:A.), Şafiî (Rh.A.), Mâlik (Rh.A.) ve Ahmed bin Hanbel' (Rh:A.) dir.
Üç İmam: Ebû Hanife (Rh.A.), Ebû Yusuf (Rh.A.) ve Muhammed bin Hasan1 (Rh.A.) dır.
Hasan (Rh.A.) mutlak söylenince; Fıkıhta Hasan bin Zîyâd (Rh.A.), Tefsirde ise Hasan Basri (Rh.A.) kasdedilir.
Usûlde Üç İmam: Ebû Zeyd Debbûsî (Rh.A.), Fahr'ûl-tslâm Pezdevî (Rh.A.), Şems'ül Eimme Serahsi' (Rh.A.) dir.
hnameyn: Ebû Yusuf (Rh.A.) ile İmam Muhammed" (Rh,A.) dir. Bu iki zâta «SÂHtBEYN» de denir.
Ebû Hanife (Rh.A.) ile İmam Muhammed' (Rh.A.) e «TARAFEYN» denir.
ŞEYHAYN: Fıkıhta Ebû Hanife (Rh.A.) ile Ebû Yusuf (Rh.A.), usûlde Pezdevî (Rh.A.) ile Serahsi (Rh.A.), hadîste Buhârî (Rh.A.) ile Müslim (Rh.A.), tarihte Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer' (R.A.) dir.
ÎMAM'ÜL HAREMEYN: Şafiî (Rh.A.), Ebû'l Meali AbdüLmelik (Rh.A.) ile Hanefilerden Ebu'l Muzaffer Yûsuf bin İbrahim el Cürcânî' (Rh.A.) dir.
[39] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 12-20.