Kitâb'ının muhkemi (ma'nâsı açık olan âyeti) ile, doğru olan şeriatın ahkâmını sağlam kılan ve yüce hitabı (Kur'ân-ı Kerîm'i) ile dosdoğru olan dînin alemlerini yükselten Allah' (C.C.) a hamd olsun.
Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (S.A.V.) ve âli üzerine ve O'nun kapısının toprağına yüzlerini sürmekle eksikliklerden temizlenip kurtulan Ashabı üzerine olsun.
İrridi; Şüphesiz, idrâk sahipleri katında sabit olan mukaddimelerden [1] ve basiret sahipleri yanında yazılı makbul olan şeylerdendir [2]ki, dünyâ ve âhîrette insanın şerefi ve onun iki âlemde kemâl derecelerine nail olması; ancak İslâmî kesin akidelerle içi (bâtını) temizledikten sonra, dînî sâlih âmellerle de dışı (zahiri) donatmakla olur.
Üstün ve değerli olanın ta'rîfini, beyânını üzerine almış olan ilim; ilimier arasında hâline ihtimam gösterilmek suretiyle seçkinleşmiş bulunan ilimlerin uğraşmaya en uygunu, onların azmetmeye ve gönül vermeye en yaraşır olanıdır.
Bu ilim, temiz ve pâk olan ümmetin âlimlerinin, hâline itinâ gösterdikleri ve doğru dînin büyüklerinin, esâslarını bağlayıp sağlamlaş-tırmakda çaba harcadıkları Fıkıh ilmidir.
Şüphesiz Yüce Allah (C.C.), Peygamberimiz Aleyhisselâmı Nebilerin, Resullerin sonuncusu ve yolların en doğrusunu açıklayıcı kılınca; günlerin olayları sayısız ve o olayların hükümlerini bilmek de kıyamet gününe kadar lâzım gelince, nasslarm [3] zahirleri onları açıklamaya yetmedi. Hattâ o olayların hâline yeten bir yol lâzım geldi. İlâhî hikmet, âlimleriyle beraber bu ümmeti, Peygamberleriyle beraber İsrâiloğullarınm benzen gibi kılmayı gerektirdi [4] de, Yüce Allah (C.C.) bu ümmetin geçmişleri içinde, dağlar gibi âlimler yarattı. Onlar vâ-sıtasıyle şeriatın kaidelerini açıkladı ve kolaylaştırdı. İslâm binasını sağlamlaştırdı ve kıyamet gününe kadar, onlara tâbi olanların felaha kavuşmaları için, ahkâmın güç meselelerini onların görüşleriyle aydınlığa kavuşturdu.
Onların ittifakı kesin bir delildir ve ihtilâfları ise geniş bir rahmettir ki kalbler onların fikirlerinin nurlarıyle aydınlanır ve nefisler onların izlerine tâbi olmakla mutlu olur.
Allah (C.C.) onların derecelerini ve mevkilerini yükseltmeye, namlarım ve mezheblerini sürekli kılmaya, onlar arasından bir zümreyi (Dört İmâmı) seçip görevlendirdi. Çünkü ahkâmın esâsı onların sözleri. üzerine kurulmuştur ve Fukahây-ı İslâm onların Mezheplerine göre fetva verirler.
Yüce Allah (C.C.) onlardan, en büyük imâm ve en ileri himmet sahibi, milletin ve sabit dînin kandili, İmâm Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sabit' (Rh.A.) i seçti. Allâh-u Teâlâ, O'nun Mezhebine sarılan Mücte-hidlerirvçokluğu ve vaz'ettiği cüz'î hükümlerin bolluğu ve meşrebinin tatlılığı sebebiyle O'nu cennetlerin en yüksek odalarına yerleştirsin ve kabri üzerine gufran kovalarını akıtsın.
Şüphesiz, ahkâma âid O'nun ifâde ettiği şeyler, dalgalan birbirine çarpan bir deniz, hattâ sapıklığın karanlığını gidermek için alevli parlak bir kandildir.
İşin başlangıcından ve ömrün evvelinden (yâni gençliğimden) be--ri bu denizden ve O'nun vaz'ettiği esâslardan avuçlamakda, O'na nıen-sûb olanlardan faydalanmakla ve O'na yönelen tâliblere anlatmakla bu ilmin bâblannın ve fasıllarının meselelerini araştırmakda idim.
Hu sırada, isteksiz ve nzâsız olarak, Kadılık belâsına tutuldum. Kadilıkda geçen ömrümü oyalanmak; halkın içine karışmayı, Müslüman olmayan kimselerle konuşmayı da değersiz bir şey sayardım. Hattâ, bunun hâlime uygun olmadığı dâima zihnimde dolaşırdı. Yüce Allah (C.C) dan ömrümün sonunu hayra çıkarmasını istiyordum. Bunun-' la beraber, bu ibtilâ hikmetten hâiî, fayda ve maslahattan uzak da olmadı. Çünkü, ufak tefek vak'a ve olayların hükümlerini araştırmaya ve meselelerin takririnde metinleri açıklamaya sebeb ve vesile oldu. Yine benim, faydalı şeyleri içine alan, fazla şeyleri bırakan bir metin yazmama da sebeb oldu. Bu metin hitabesinde (girişinde) anılan özelliklerle mevsufdur. Bu metinde, en üstün metod ve uslûb ile en güzel şekilde olan fen kitaplarının tertibi ele alınmıştır.
Meşguliyetler arasından fırsatlar yakaladım ve zihin dağınıklığı ile beraber bu fırsatlardan faydalandım. Kitabın tamamlanması yaklaştığı ve sonunu ihtimamla bitirme zamanı geldiği vakit, Yüce Allah (C.C.) beni Kadılık belâsından kurtardı. Çünkü ibtilâ ile murâd hâsıl olduktan sonra, belâdan kurtulmak mümkün olur. Bundan dolayı, benim üzerime iki nimetin; yâni Allah' (C.C.) in metni tamamlama ve belâdan kurtarma ihsan ve in'âmmın şükrü vâcib oldu. Sahibini iki devlete ulaştıran iki nimete şükrederek «Gurer» in şerhine başladım ve Yüce Allah (C.C.) dan onu tamamlamaya beni muvaffak kılmasını ve onu bitirme yolunu selâmetle, benim için kolaylaştırmasını dilerim. Tamamladıktan sonra onu : «Düreru'I-Hukkâm fî Şerhi Gureril-Ahkâm» diye adlandırmaya karar verdim. Şüphesiz, Allah (C.C.) Karîb (yakın) ve Mu-cîb (isteneni veren) dir. O'na güvendim ve O'na dönüp dayandım.
Besmeledeki (bâ) mülâbese (münâsebet ve yakınlık) içindir ve zarf (câr ve mecrûr) müstekardır.
(Ebtediü'I kitabe) yâni «Kitaba başlıyorum» sözünün zamirinden hâldir. Nitekim, (Dehaltü aleyhi bi siyâbi's seferi) «Onun huzuruna sefer elbisesiyle girdim» cümlesinde olduğu gibi.
Veya (bâ) istiâne (yardım dileme) içindir ve zarf lağvdır. Nitekim (Ketebtü bil kalemi) «Kalem ile yazdım.» sözünde olduğu gibi.
Birinciyi seçen, onun ta'zimde en uygun olduğuna bakar. İkinciyi seçen onun, Allah' (C.C.) in adiyle başlatılmadıkça işin tamâm olmadığını, bildirdiğine bakar.[5]
«İsim» lafzının «Allah»a izafesi (eğer izafet tümüyle ihtisas için ise) Allah' (C.C.) 'm bütün adlarını ihtiva eder. Eğer izafet, Yüce Allah' (C.C.) m güzel sıfatlarla muttasıf olan zâtı için konulması itibariyle ihtisas için ise, «Allah» lafzından başkası bir takım mânâlara ve sıfatlara delâlet ettiği için, Allah (C.C.) lafzı tercih edilmiştir.
İsim ile feyizlenmede ve onunla istiânede (yardım istenmesinde), adlandırılan (yâni müsemmâ) için kemâl-i ta'zîm vardır ki bu, ikisinin (yâni Allah (C.C.) ile isim lafızlarının) birleşmesine delâlet etmez. Belki çok kere, izafet ile bu ikisinin birbirinden ayrıldığı ve başkalığı üzere^stîdlâl olunur.
(Er Rahman Er Rahîm) (Ğadıbe) den gelen (Ğadbânü) ve (Alime) den gelen (Alîm) gibi; (Rahîme) (Rahîm) den mübalağa için bina edilmiş iki isimdir.
Birincisi, yâni Rahman daha mübalağalıdır. Zira lafzın ziyâde olması, mânânın ziyâde olmasına delâlet eder.. Rahman, Allah Te-âlâ'ya mahsûs kılınmıştır. Çünkü O, gâlib sıfatlardan değildir. Zira O, konulusuna göre, Allah Teâlâ'dan başkası hakkında kullanılmasının .cevazını gerektirir. Halbuki böyle değildir. Belki, Rahmân'ın mâ nâsı rahmette son derecesine ulaşan hakîki mün'im (nimet verici) demektir. Rahmân'ın Rahîm ile ta'kîb edilmesi, tamamlamak kabîlinden-dir. Çünkü Rahman nimetlerin büyüklerine ve onların asıllarına delâlet edince, Rahîm onlardan dışarıda kalanları içine almak için zikredilmiştir. Şöyle derler: «Rahman» dünyada bütün kullarına rahmet eden; «Rahîm» ise; âhirette yalnız mü'min kullarına acıyan ma'nâsı-nadır. Yâni «Rahman» daha umûmî; «Rahîm» ise husûsî ma'nâ ifâde eder.
(Elhamdülillâhi) ; «Hamd Allah'a mahsûsdur.»
(Küllü emrin zîbâlin...) e yâni «Şerefli ve önemli olan her işin» başlangıcında Besmele ve hamd zikredilmesi hakkındaki hadislerin hükmüne uyarak, musannif [6] başlangıçta, Besmele ile tahmidi bir arada zikretmiştir.
Çünkü başlangıç, örfe göre, tasnife başlama, zamanından konuya başlamaya kadar uzanır da ona Besmele ve tahmıd ve bu ikisinin benzeri şeyler yakın (beraber) olur.
Bundan dolayı, gerek zarf müstekar olsun veya lağv olsun, kitapların başlangıçlarına, mahzûf yâni «başlarım» fiili takdir edilir. Çünkü bu takdirde, lâfzan ve ma'nen, hadîs-i şerife uymak vardır. «Eblediii — başlarım» fiilinden başkasını takdir etmekde sâdece ma'nen uymak vardır.
Musannif, kitabın söylediğine ve akıl sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri şeye uyaraktan Besmeleyi başta zikretmiştir.
H a m d : İn'âm veya in'âmdan başka olan ihtiyarî lütûfdan dolayı dil ile övmektir.
M e d h : Mutlaka, lütûfdan dolayı dil ile Övmektir. -
Şükr: Söz veya fiil veya itîkâd ile nimete mukabele etmektir.
Şükr, mevridi itibariyle hamd ve medhden daha umûmidir ve mü-tealîakma (âid olduğu şeye) göre de daha özeldir, (Çünkü yalnız nimet karşılığında olur.)[7]
Şükr ile hamd ve medh arasında, bir bakımdan da umumîlik ve özellik farkı vardır. Kitapların başlangıçlarında vâki olan, çok kere nimet karşılığında olur.
(El hamdü) de ki (lâm), cinsin tarifi içindir ve bulunduğu yerin karînesiyle istiğrak üzere[8] hami olunup fertlere inhisarın mevcudiyetini ifâde eder. (Lillâhi) m (lâın)ı onu ifâde etmez. Çünkü bu (lâm) istihkak içindir, [9] hasr için değildir. Bunu, İbn-i Hişâm (Rh.A.), Muğ-ni'1-Lebîb de zikretmiştir.
Tahsis, bulunduğu yerin karinesi ile, (Elhamdü) nün (lâm)'inin istiğrak üzere hamlinden elde edilmiştir.
(Ellezî fekkahe) yâni : «Fakih kılan Allah'a hamfTolsun.» (Fekuhe) : öt üre ile (Fekuhe'r-racülü fekâheten) dendir. Yâni »anladı» demektir.
(El Mücellîne ve'1-Müsallîne fî halbetin) : Mücellî; yarışa giren yarış atlarmdandır. [10] Musallî, mücellîyi takib edendir. Çünkü musallînin başı, mücellînin saleveyni yâni kuyruğun iki tarafı yanındadır. Bu ikisi ile murâd, mümârese ve müzâvelenin çokluğudur.
Halbe : (Hâ) nın fethiyle ve (lâm) m sükûnuyle her taraf dan yarış için toplanan at topluluğudur. Burada halbe ile mizmâr yâni at meydanı kastedilmiştir.
(Hılyeti'l-âlemîne'I-Müttakîyn)
Hılye : Zahiri, sâîih amellerle, bâtını da ilmî'hükümlerle ve nazarî hikmetlerle süslemektir. Yâni kim kendisi için şer'î hükümleri istinbât melekesi ye bu hükümlerin gereğince amel hâsıl oluncaya kadar, bu iki şeyi elde etmeye girişir ve çalışırsa, şüphesiz Yüce Allah (C.C.) onu, amel ile beraber mezkûr hükümleri bilmekten ibaret olan fakîhlik mertebesiyle rızıklandırır. Nitekim bu tarifi, İmânı Fahru'l-İslâm (Rh.A) kabul etmiştir. Biz de bunu, O'nun usûlünün şerhinde yeteri kadar açıkladık.
«Zillet toprağına burun ve alnı sürmekle yâni yalvarıp boyun eğmekle, fıkha yönelen kimse, azgınların mutsuzluklarının pisliklerinden temizlenip pâk olur.»
Burnun (yâni enf'in) Arabca ibaresinde ibtihâle izafesi, münâsebetin en aşağı derecesinden dolayıdır. Şüphesiz, tazarru' için secde hâlinde yere ilk ulaşan burun ve alındır.[11]
«Zillet toprağına»; bu izafet de zikredilen gibidir.
İşte o kimse, mâridlerin (âsîlerin) yâni Yüce Allah' (CC.) a itaatten çıkan azgın ve sapıkların, bedbahtlıklarının pisliklerinden temizlenir.
Nahs (yâni bedbahtlık), sa'd'in (yâni seâdetin) zıddıdır. Nitekim nuhuset, seâdetin zıddı olduğu gibi. Nuhuset (bedbahtlık) ile murâd, kötü fiiller, yeriîen sıfatlar ve bâtıl akidelerdir. Bunların pislikleri (en-câs) ile murâd da bunlardan helak edenlerdir.
Şöyleki, şayet bunlar devam etseler yâni zail olmasalar, insanı Cehennem ateşinde dâim kalmaya vardırırlar.
Salât ve Selâm, İslâm'dan başka dîne yönelmekten kalbini uzak tutan ve temizleyen Efendimiz Muhammed (S.A.V.) üzerine olsun.
Musannif, Yüce Allah' (CC.) m :
«Peygambere salât ediniz ve tam bir teslimiyetle de selâm veriniz.» [12] âyetine uyarak, salât ve selâmın ikisini bir arada zikretmiştir. Yine salât ve selâm, O'nun âline ve hakk-ı mübînin hakîkatlannın dekâikimn âyâtının râyâtını (parlak şeriatının ince hakîkatlarını ve mucize sancaklarını) yükseltmek hususunda cihâd eden Ashabı üzerine olsun.
Hakk-ı mübîn : Şerîat-i Muhammediyye'dir. O şeriatın hakîkatla-n; ameliyyât, itîkâdiyyât ve vicdâniyyât (Bâtınî ahlâk) tan ona nisbet edilen ahkâmdır.
Şeriatın hakîkatlannın dekâiki: Onu ifâde eden tafsili deliller (ki-tab, sünnet, icmâ, kıyas) dir.
^-"aekâikın âyâti: İbare, işaret, delâlet ve iktizâdan onun ile istidlal yollandır. [13]
Onun râyâtını (yâni bayraklarını) yükseltmek: İstidlalde bulunanlar için bu yolların izhârı ve onlardan zahir olmayanı istihraca kadir oluncaya kadar müstenbıt (hüküm çıkaran) lar arasında onlann ifşası (yayılması) dır.
Musannifin, (Fekuha ve musallîne ve teyemmemehû) sözünde ve bunun benzerinde, beş çeşit ibâdete (Namaz, Oruç, Zekât, Hac, Cihâd) işaret edildiği ve güzel bir başlangıç (Beraat'ül-İstihlâl) [14] yapıldığı gizli değildir.
Bundan sonra ma'lum olsun ki: [15] şüphesiz Fıkıh ilmi; başında ve sonunda Müslümanların ömürlerini harcamaları gereken yüksek ihtiyaçların en tam olanından ve yüce gayelerin en önemülerindendir.
Fıkıh ilmi, kazanç yeri (yâni dünyâ) nizâmı için ve âhîret kurtuIuşu için ve kıyamet gününde murada nail olmakla kulların felah bulması için bir sebebdir.
«Tenâdâ» nida kökünden olup tefâül bâbındandir. Nida ile adlandırılmıştır. Çünkü kıyamet günü, Cennet Ashabı Cehennem Ashabına seslenir (nida eder), ve Cehennem Ashabı da Cennet Ashabına seslenir.
Fıkhın hizmetçisi olmak için düşünmeye ve onun hakkındaki kitapları ve bâbları mütâleaya, gençliğin evvelinden bir kısmım harcamış idim. (Bu söz, tasnife girişme sebebini açıklamaya dâir ilk izahtır.)
Nihayet, «Mirkâtu'l-Vusûl ilâ ilnıi'1-Usûl» de olduğu gibi, fıkıh hakkında bir metin yazmak aklıma geldi. Ancak zamanın engelleri, met-, nin yazılması işini önledi. Hattâ zamanım, bana yapacağını yaptığı zaman (Bu söz, 872ıde büyük veba sermesinde, O'na isabet eden tâûn hastalığına işarettir ve fiilin zamana isnadı, mecazî isnâd kabîlinden-dir.) Beni şu işe .azmetmeye şevketti : Şanı yüce ve gücü büyük olan Allah (C.C.) eğer beni, O'nun maârif ve ulûm çöllerinde, idrâk ve fe-him sahralarında mesafe katetmeye kadir olacağım şekilde, bu âfetten kurtarırsa, ihsan edilmiş ömrümün kalan kısmını, mendıib bir yol ile, kalbimdeki şu şeyi ortaya koymaya harcıyacağım. Şöyleki : Fıkıh hakkında, sağlam, tertibi hoş bir metin tasnif etmeye ve muhkem, intizâmı güzel, zayıf rivayetlerden salim; metinlerin ıtlâkâtı için fetvalarda, şerhlerde zikredilmiş kayıtlarla ve metinlerde vâki olan müsamahalar, kolaylıklar, devşirip bağlama kabilinden şerif ve lâtif işaretlerle donatılmış; meşhur metinlerin terkettikleri önemli meseleleri muhtevi; bu meşhur metinlerde yazılı olmayan olayların hüküm--lerini dürüp devşiren, fasih edib, yâni Arapça ilminde mahir olup nazmı beğenilen, ve fakîh erîb yâni âkil (aklî) olup mânâ ve hulâsası temiz olan (ki burada, fasîh'in edîb ile ve fakîh'in erib ile ifâde edilmesinin güzelliği gizli değildir.) bir metin tertib edeceğim, diye azmettim.
Yüce Allah, (C.C.) bendeki hastalığı gidermekle bana ihsanda bulununca ve bana şefkat ve merhamet hazînelerinden selâmet elbisesi giydirince, arzu ettiğim işe giriştim, kasdettiğim şeye başladım ve bu husûsda el-Melikü'I-Mennân'dan (Allah' (C.C.) dan) yardım isteyerek imkân ölçüsünde, zikrettiğim özelliklerle metnin vasıflanmasına riâyet ettim.
Bu eseri, Vech-i Kerîm'ine hâlis, yâni rızâsına uygun kılmasını ve onu bitirmeye beni muvaffak eylemesini Yüce Allah' (C.C.) dan niyaz ederek, Allah Teâlâ tamamlamayı benim için kolaylaştırdıktan sonra onu «Gureru'l-Ahkâm» diye adlandırmaya niyet ettim. Şüphesiz ki O, el-Berru'r-Rahîm'dir.
Metni bitirmeye beni muvaffak kılan; bir çok sıkı iş, meşgaleler, bana güçlük veren engeller ve meşguliyetlere tutulmuş iken, onu tamamlamaya manî olan engelleri benden gideren AHah' (C.C.) a hamd olsun. Yüce Allah' {C.C.) in lütfûndan istenen, bu şerhi de tamamlamaya beni muvaffak kılmasıdır. Şüphesiz, eğer benim için kolay olursa, bu, ancak sırf O'nun beni bu engellerden kurtarmasının eserlerindendir.
O'na; fazjîyle duamı kabul etmesini ve kalbimdeki ateşi lütfûnun soğuk su kovaları ile söndürmesini niyaz ederim. Şüphesiz O, dilediği şeye kadirdir ve dilek sahihlerinin dileklerine cevap vermeye en lâyık olandır.[16]
Açıklamalar:
[1] Mukaddime (Mukaddeme): Bazan gelecekteki bahislerin üzerine kurulduğu şeye, ba-zan kıyâsın cüz'ünün kurulduğu kaziyyeye bazan da delilin sıhhatinin üzerine kurulduğu şeye söylenir.
Kitabın Mukaddimesi: Maksada başlamadan önce kitapla irtibatından dolayı orada zikredilen şeylerdir.
timin Mukaddimesi: Başlayışın üzerine kurulduğu şeydir. Kitabın mukaddimesi ilmin Mukaddimesinden daha umûmîdir, tkisi arasında umûm, husus ve mutlâkiyet vardır.
Mukaddime ile mebâdî arasındaki fark şudur: Mukaddime, mebâdtden daha umûmîdir, Mebâdî vasıtasız olarak meselelerin üzerine kurulduğu şeydir, Mukaddime ise; meselelerin vasıtalı ve vasıtasız olarak üzerine kurulduğu şeydir.
[2] «Makbul olan şeylerdendir» diye tercüme edilen kelimenin aslı müseHcmât'dır.
Müsellemât; hasım tarafından kabul edilip müdafaa için sözün üzerine kurulduğu bir takım hükümlerdir. Bu hükümler ister iki hasım arasında kabul edilen şeyler olsun isterse ehl-i ilim arasında kabul edilen şeylerden olsun fark etmez.
Meselâ, altın ve gümüş zînetler hususunda zekâtın vâcibliğine dâir Rasûlullah Efendimiz" (S.A.V.) in hadis-i şerifine istinad ederek Fakihin delil getirdiği şekilde, Usul-ü Fıkıh mcs'el elerin in Fukahâca kabul edilmesi gibi.
Şayet hasım «Bıı haber-i vâhîddir, biz bunu hüccet olarak kabul etmeyiz» derse O'na: «Bu Usuİ-ü Fıkıh ilminde sabittir. Buradan alnımı gerekir.» cevabım veririz.
{Ta'rifât, Scyyid-i Şerif)
[3] Nass : Tc'vile ihtimali olmayan söz veya delil. Mânâsı açık ve kat'İ olan lâfız. Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerifte bir iş ve mesele hakkında olan açıklık, bu şekilde açık kelâm ve âyet.
[4] Burada anlatılmak îstenen, bir hadîsin mefhûmudur.
Bahsedilen hadîs «Benim ümmetimin alimleri, Benî İsrâilin Peygamberleri gibidir.» kavlidir. Ancak bu hadîsin sahih olup olmadığı hakkında söz edilmiştir. «Mcvzûât-ı Aliyyülkârî» de Demiri, Askalânî ve Zerkeşî böyle bir hadisin olmadığını söylemekledirler.
[5] Zarf-ı müstekâr: Miiteallâk (kevn. husul: Meydana gelmek, olmak) gibi umûmi manâlı fullerden sonra olur da ibarede cümle, Şibh-i cümle bulunmazsa kelimedeki harf-i cer mecruru ile beraber bu adı alır. Yâni her ikisine birden zarf-ı müstekâr denilir. Müstekâr diye adlandırılmasına sebeb de mahzuf olan müteallikinin çok defa istekarra mânâsına gelmesindendir.
Zarf-ı lagv: Şayet müJeallâk umûmî manâlı fiillerden olmaz veya mahzuf bulunmazsa o kelime harf-i cer ve mecruru ile beraber bu adı alır. Yine, müteallâk husûsî fiillerden olduğunda mahzuf da olsa cer ile mecruru zarf-ı lağv olur. Bu hazif daha çok «ilâ» «mın», «an» harflerinden sonra olur.
Buradaki «Birinciyi seçen» sözünden kasdedilen Keşşaf sahibi (Zemahşerî) dir. «İkinciyi seçen» sözünden kasdedilen Kadı Beydâvî'dir.
[6] Musannif: Müellif, muharrir, kitap yazan mânâlannadır. Burada Molla Husrer kendini kasdclmektedir,
Mahzûf; Mevcûd olmayan, kaldırılmış.
Her işe Besmele ile başlanmasına dâir olan Hadîsi:
Erbain, Ruhâvî (Rh.A.): Ebû Hüreyre' (R.A.) den rivayetle. Hamdeie (hamd) ile başlanmasına dâir olan Hadis:
Emsal, Askerî (Rh.A.): Ebû Hüreyre (R.A.) Sünen, Beyhakî (Rh.A.): Ebû Hüreyre (R.A.)
Deyicmİ: Ebû Hüreyre' (R.A.) den (salât ile birlikte olarak), bu zaîfdir.
[7] Burada mevrid (çıkış yeri - esâsı) dan maksat jükr'ün ifâ mahalli olan Usan, a'iâ ve kaîb'tir.
[8] İstiğrak üzere: İhâlalı bir şekilde; cinsin bütün ferilerini İçine alacak şekilde (Cins-i İs-tiğrâkiyye). Cinsin hakikatini beyân için (cins-i hakikiyye)
[9] Mümârese ve miizâvele : Bir işe girişip üzerinde devamlı çalışma.
İstinbât : Müctehid veya büyük bir âiimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması. Bir söz veya işlen gizii bir mânâyı çıkarmak.
[10] Toplamı on aded ulan bir at yarışında ilk ala: Mücellî denir. İkincisine: Musallî, üçüncüsüne: Müscliî, dördüncüsüne: Talî, beşincisine: Mürtâh, alımcısına: Atıf. yedincisine : Miiemmil, sekizincisine: Hatıy, dokuzuncusuna: Sükkeyt, Onuncusuna: La-tim denir.
(Ahtu-i-i Kebir, Kâmûs Tercemesi, Lisânu'I-Arab)
[11] Ibtihâl: Tazarru ve niyaz, yalvarıp yakarmadır.
Fakih : Amellerle ileni Şer'i hükümleri tafsili delilleriyle bilip kavrayan İslâm Alimidir.
Fıkh: Amellerle ilgili şer'i hükümleri bilip kavramaktır. Bu ahkâmı bu şekilde bilmeye
Fekâhet (Fakîhlik) denir.
Usûl-i Fıkh: Fıkıhdaki umûmi hükümlerin çıkarıldığı delillerin hallerinden bahseden ilimdir.
[12] Bk. Ahzâb Sûresi (33), âyet: 56
[13] Nassın ibaresi; sevk edildiği mânâya o mânâ mevzüunlehin ayn'ı veya cüz'ü veya müte-ahhar lâzımı olsun, delâletidir.
Nassın işareti, Onun geçen üç mânâya, sevkedilmemiş de olsa, delâletidir.
Nasstn delâleti, kendisinde manen mevcud, lügaten mefhûm bir şeyin hükmüne delâletidir ki, p hüküm konuşmada o sdbeble olur.
Nassın iktizâsı, Onun kendisine muhtaç bulunduğu mevzuun lehin lâzımı üzere delâletidir. «Tavzih»
[14] Beraat'ül-İstihlâl: Bir eserdeki «başlangıcın» anlatılmak istenene (maksada) uygun olmasıdır. Bir eserin içindekileri güzel bir başlangıçla baştarafta anlatmaktır.
[15] imdi, bundan sonra gibi mânâlarına gelen (Emmâ ba'dii) sözü va'z, Cuma, Bayram hutbelerinde ve eserlerin Önsözlerinde müstahap şekilde kullamlagelmiştİr. Hatla, Buhâri onun istihbâbına dâir bâb teşkil etmiş ve onunla ilgili ehâdis zikretmiştir. Ulemâ bu sözü ilk defa kimin kullandığına dâir ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre Onu ilk söyleyen : Dâvud Aleyhİsselâm'dır. Bazılarına göre: Y. bin Kahtân, bazılarına göre de: Kuss bin Sâide'dir. Bazı - ya da çoğu - müfessirlerce: Kendisine fasl-ı hitâb verilen Dâvud Aleyhİsselâm'dır.
Muhakkıklarca fasl-ı hıtâb: Hak ile hatılı ayırmadır.(Şerh-ı Nevcvî)
[16] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 1-11.