Resmî tarihin yazdığı gibi gümrük memuru olan Ali Rıza Efendi, Mustafa Kemâl'ın babası değildir. Ali Rıza, Mustafa Kemâl'ın üvey babasıdır. Mustafa Kemâl 5 yaşında iken anası Zübeyde ; Ali Rıza namındaki şahısla evlenmiştir. Gelelim Mustafa Kemâl'ın gerçek babasına.
Adana müftüsü Cemâleddin Hocaoğlu (rh.a) 1988 senesinde Ümmet Gazetesinde bir Vesikâ (Osmanlı mahkeme kararı) neşretti. Bu Osmanlı Mahkeme kararına göre, Mustafa Kemâl'ın annesi olan Zübeyde ; beraber yaşadığı kişi Abduş ölünce, Selânik’teki Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak kendisinin onun karısı olduğunu ve oğlu Mustafa da ondan olduğunu iddiâ ederek miras davası açıyor. Ölenin (Abduş'un) kardeşleri ise bu duruma itiraz ederek Zübeyde'nin Abduş'un karısı olmadığını ve genelevden odalık aldığını ve odalık aldığında Zübeyde'nin 2 yaşında çocuk sahibi olduğunu mahkemeye bildiriyorlar. Mahkeme de geneleve soruyor ve gelen cevapta da Zübeyde'nin 1 Temmuz 1881'de oğlu (Mustafa Kemal) ile beraber geneleve girdiği, 23 Nisan 1882'de ölen kişi tarafından genelevden çıkarıldığı belirtiliyor. Böyle olunca mahkeme, Zübeyde'nin davasının reddine karar veriyor.
Selânik Asliye Hukuk Mahkemesi
İlâm karar numarası adet: 451
Abduş’un ölümünden sonra Zübeyde Abduş’un karısı olduğunu ve oğlu’da Abduş’un oğlu olduğunu iddiâsı ile açmış olduğu miras davasında Abduş’un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddiânamede Zübeyde’nin Abduş’un karısı olmadığını ve umumhâneden (genelevinden) odalık aldığını ve oğlu Mustafa iki yaşında kucağında olduğunu ve Abduş’un bilavelet (hiç çocuğu olmadan) öldüğünü iddiaları ile keyfiyetin umumhâneden sorulmasını talebleri üzerine umumhâneye yazılan tezkerenin cevabında Zübeyde’nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297’de (Miladi 1 Temmuz 1881) umumhânemize dühul edip Yenişehirli(Teselya-Larissa) Abduş isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11 Nisan 1298’de (Miladi 23 Nisan 1882) umumhânemizden huruc etmiştir (çıkmıştır). Bu yazıya istinaden Zübeyde’nin davasının reddine karar verilmiştir.
22 Kanunîevvel 1298
(Miladi 3 Ocak 1883)
20 kuruşluk pul – Hakim (Mühür) – A’za (Mühür), A’za (Mühür)
NOT: Mustafa Kemal, annesinin cenaze törenine katılmamıştır.
BELGEYE İTİRAZ : “Sözde 'belge'de 20 kuruşluk pul vardır. O yıllarda buğdayın kilosu 0.66 kuruştu! (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğunun İktisadi Şartları, sf. 133) Basit bir veraset ilamına "20 kuruşluk pul", pek sırıtan bir uydurmadır!”
İTİRAZA YANIT : Bu zamanda (2013) da buğdayın kilosu yaklaşık 0.66 TLdir. Pulun değerini günümüze uyarlarsak pulun değeri 20 TL’ye denk düşmektedir. Yani hukuk alanında kullanılan pul (posta pulu değil ! mahkeme pulu) değeri bakımından hiç de iddia edildiği gibi bir olumsuzluk yoktur. Bu Osmanlıca belgedeki pulun değeri normaldir. Ayrıca ; Selanik; kapitülasyonların getirdiği serbesti ile özellikle İstanbul rejimine karşı örgütlenmelerin çok geliştiği bir sanayi ve özellikle ticaret şehriydi. Osmanlı Devleti’nde ise ; 2. Mahmut ile başlayan batılılaşma, kendisini heterojen bir yapıda gerçekleştirdi. Ekonomik olarak da farklı eyaletlerde farklı yaşantılar , sosyal durumlar ve buna bağlı hukuksal prosedürler oluştu. İstanbul ile Selanik arasında da ekonomik farklılık gerçeği vardır. Yukarıdaki Osmanlıca mahkeme kararındaki 20 kuruşluk pul, Selanik ve yöresi için hukuksal bir prosedürdür.
BELGEYE İTİRAZ : O dönemde ki (1883) mahkeme kararların’da pul yok.
İTİRAZA YANIT : 11 Şevval 1290 (2 Aralık 1873) tarihli Resmi damga Nizamnâmesi gereğince bütün resmî evraka vasfına göre pul yapıştırma mecburiyeti vardı.
Kaynak: Düstur,Tertip 1,Cilt 3:Düstur,Cild-i salis. Sayfa 302
BELGEYE İTİRAZ : Osmanlı'da aile, miras ve nesep davalarına her devirde Şer'iye mahkemeleri bakmıştır. Tanzimat'la başlayan hukuk reformları sürecinde, 1867 tarihli Divan-ı Ahkam-ı Adliye Nizamnamesi, bu konulara Şer'iye mahkemelerinin bakacağını kesin olarak belirtmiştir. Asliye mahkemelerinin temelini oluşturan Nizamiye mahkemelerinin görev alanı ise ticaret, borçlar, gayrimenkul gibi davalardır. 1871'de bu görev bölümüne ilişkin yasa çıkmıştır.
(Şer'iye Sicilleri 1. Cild Sf. 77–79 Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayınları, İstanbul 1988)
Zübeyde Hanım bir miras davası açmış ve bu sebeple Mustafa Kemal'in babası mahkemece araştırılmış olsaydı, bu işe "Selanik Asliye Mahkemesi" değil, "Selanik Şer'iye Mahkemesi"bakacak ve "ilam" (karar) verecekti.
İTİRAZA YANIT : Osmanlı’da Asliye mahkemeleri 1846 yılında kuruldu [1]. Asliye Hukuk ise 1879 senesinde Nizamiye mahkemeleri tarafından meydana getirildi. Dolayısı ile Asliye Hukuk Mahkemeleri'nin temelini Nizamiye mahkemeleri oluşturmuştur. 18 Haziran 1879 tarihli Mehâkim-i Nizâmiye Teşkilat Kanununa göre Nizamiye mahkemeleri iki çeşittir: biri ceza,diğeri ise hukuk mahkemeleridir. Ceza ve hukuk mahkemeleri de iki derecedir.
Birincisi: “Asliye mahkemeleridir”. Bu asliye mahkemeleri de hukuk,ceza,ticaret mahkemeleri olmak üzere üç kısımdır. Her kazâda bir asliye mahkemesi vardır.[2]
İkincisi: İstinaf mahkemeleridir. Vilayet merkezi olan her kazada bir isti’naf mahkemesi vardır. Bütün bunların üstünde bir de temyiz mahkemesi bulunur. Temyiz mahkemesi ceza ve hukuk nâmıyla iki daireye ayrılmıştır.[3]
Ayrıca 1879’senesinde asliye hukuk mahkemelerinde uygulanmak üzere, 1807 tarihli Fransız Hukuk Yargılama Kanunu’na dayanılarak, Usul-ü Muhakeme-i Hukukiye Kanun-u Muvakkat’ı [4] çıkarılmıştır. Asliye hukuk mahkemelerinde uygulanan fransız medeni kanunu olan Usul-ü Muhakeme-i Hukukiye Kanun-u Muvakkat’ı 4 Ekim 1927’ye kadar yürürlükte kalmıştır [5]. Aynı yıl yani 1879 senesinde, 1808 tarihli Fransız Ceza Kanunu olan Usul-i Muhakemat-ı Cezaiye Kanunu [6] tercüme edilerek asliye ceza mahkemelerinde uygulanmıştır.
Osmanlı’da 1879 senesine kadar asliye mahkemeleri “bidâyet mahkemeleri” olarak isimlendiriliyordu. Lakin 1879 yılında ilk defa Osmanlı’da yeni bir usul kanunu çıktı. Nizamiye Mahkemeleri’nin teşkiline dair bu kanun, ülkemizde o zamana kadar hiç bilinmeyen savcılık, noterlik gibi müesseselerin de ortaya çıkmasını sağladı. Sulh, asliye, ticaret mahkemesi kavramları da ilk defa bu yasayla ortaya çıkmış oldu. [7]
Sonuç: Osmanlı’da 1879 senesinden itibaren Asliye hukuk mahkemeleri de aile, miras ve nesep davalarına bakıyordu ve Asliye hukuk kavramları da kullanılıyordu. Mustafa Kemal veledi zinadır, mahkeme kararı doğrudur.
Kaynaklar:
[1]: Doç. Dr. Necati CEMALOĞLU; OSMANLI DEVLETİ’NDE YAPILAN TANZİMAT REFORMLARININ EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ, UYGULAMALARI VE SONUÇLARI (1839-1876) sayfa: 155-156
[2]: Düstur,Tertip 1,Cilt 4:Düstur,Cüz-i Rabi’ ,İstanbul,1296 sayfa: 245.
[3]: Düstur,Tertip 1,Cilt 4:Düstur,Cüz-i Rabi’ ,İstanbul,1296 sayfa: 235 - 250
[4]: Düstur,Tertip 1,Cilt 4:Düstur,Cüz-i Rabi’ ,İstanbul,1296 sayfa 261
[5]: ANSAY Sabri Şakir, Hukuk Yargılama Usulleri, Ankara, 1950, sayfa. 10
[6]: Düstur,Tertip 1,Cilt 4:Düstur,Cüz-i Rabi’ ,İstanbul,1296 sayfa 136
[7]: Mersin İstiklal günlük internet gazetesi ''BARO’DAN “AVUKAT HAKLARI” SEMİNERİ'' Tarih: 04.04.2013
You are not allowed to view links.
Register or
Login Ayrıca bakınız: Usul-ü Muhakeme-i Hukukiye Kanun-u Muvakkat’ı şerhi, yazar: Yorgaki,Şevket, Matbaai Ebuzziya, 1304.
BELGEYE İTİRAZ : SÖZDE ''belge'' nin içeriği ve şekli de "ilam" denilen belgelere aykırıdır. Abdülhamid döneminde hukukun laikleştirilmesi reformlarından biri olarak çıkarılan 1879 tarihli "Senedat-ı Şer'iyenin Suret-i Tanzimi" adlı "Talimat"ta "ilam"ların nasıl yazılacağı belirtilmiştir:
"İlam"da davalı ve davacının ana baba adları, şöhret, meslek ve ikametleri, delillerin niteliği mutlaka yazılır. Zabıt katibinin ve hakimin imza ve mührü şarttır. "Sicil kaydı" numarası bulunur.
(Bkz. Prof. Ahmet Akgündüz, İslam ve Osmanlı Hukuku, sf. 777 - 782)
İTİRAZA YANIT : Söz konusu olan "Senedat-ı Şer'iyenin Suret-i Tanzimi" Şer’iye mahkemeleri için çıkmıştır. Asliye mahkemelerinin temelini oluşturan Nizamiye mahkemelerini bu Talimat bağlamaz.
BELGEYE İTİRAZ : 1845 askeri okullar kararı na göre nesli belli çocukların kayıtları alınması zorunluydu. Selânik mahkemesinin kararını devletin bilmemesi gibi bir saçmalık olabilir mi?
İTİRAZA YANIT : Islâhat Fermânı (Hatt-ı Hümâyûn) Bâb-ı Âli tarafından ilân edilen Islâhat Fermânı , Kırım Savaşı' nın ateşkesinden 18 gün sonra, 18 Şubat 1856' da ilân edilmiştir. Bu fermânın amacı, millet sistemini kaldırarak bütün din topluluklarının eşit vatandaşlık hakları sağlayarak müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebâası arasında tam bir eşitlik sağlamaktır. Böylece Millet-î Rûm haricinde gayrimüslimlere de devlet kademelerine memur olma yolu açılmıştır. Din değiştirme hakkı kabul edilmiş, İslâm' dan çıkmanın ölüm cezasıyla cezalandırılması usulüne son verilmiştir. Gayrimüslimlere askeri okullara gitme hakkı tanınmıştır. Ayrıca uygulanan vergilerde (bkz. cizye) de bir eşitlik sağlanmıştır. Bu anlamda 15. madde ile eşit haklar beraberinde eşit yükümlülükler getirir düşüncesi getirilmiştir. Böylece gayrimüslimlerin de askerlik yapma yükümlülüğü doğmuş, askerlik yapmak istemeyenlere de askerlik vergisi olan ( bedel-i askerî ) olanağı sunulmuştur. Bu yeni uygulama sayesinde müslüman tebâa da para karşılığında ( bedel-i nakdî ) askerlik görevinden muaf olma şansını yakalamıştır. Mustafa Kemal’ın durumu o günlerde elbette biliniyordu, ancak Selânik gibi içinden geldiği toplumun batılılaşma ve İttihat ve Terakki sempatizanı çevreler olması, onun "saygın" bir asker olduğunu Türk toplumuna kabul ettirmeyi geciktirmemiştir. Zaten hukuken’de bir mani yoktu, zira Islâhat Fermânı sayesinde her Osmanlı vatandaş orduya girebiliyordu.
BELGEYE İTİRAZ : Kağıdın rengi bozulmamış, yazılar hasar görmemiş, 110 yıllık belgede bu olanaklı değildir.
İTİRAZA YANIT : Türk-İslam devletlerinde öteden beri yazılı ve yazısız kağıda hürmet fevkalade idi. Bilhassa kul hakkı geçmesi tehlikesi sebebiyle devlet evrakının muhafazasına daha çok ehemmiyet verilirdi. En büyük Türk-İslam devletlerinden biri olan Osmanlılar da aynı ananenin devamı olarak devlet evrakını en müstesna yerlerde muhafaza etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde modern manada milli arşivcilik konusunda ilk ciddi teşebbüs, devrin maliye nazırı Safveti Paşa' nın 1845'te Enderun'daki tarihî vesika ve defterleri bir tertip içine almaya çalışması ile görülür. Tam manasıyla modern arşivcilik ise, 1846'da Hazine-i Evrak Nezareti'nin kurulmasıyla başlar ve bugünkü Başbakanlık Arşivi' nin çekirdeğini teşkil eder. Aynı sene Bab-ı Ali' nin iç kısmında yüksekçe, rutubetsiz bir yer seçilerek ve özel olarak imal edilen tuğla ile mükemmel bir bina yapıldı. Nezaretin başına Hazine -i Evrak Nazırı olarak sadaret mektupçusu Esseyyid Hasan Muhsin Efendi tayin olundu. Türkiye'de modern arşivciliğin mimarı bu zattır denilebilir.
BELGEYE İTİRAZ : Evli bir kadın, babalık davası açabilir mi?
İTİRAZA YANIT : Kemalistlerin iddiâ ettiği gibi Zübeyde 1871’de Ali Rıza ile evlenmedi. 1885 yılında yani Mustafa Kemal 5 yaşında iken Ali Rıza ile evlenmiştir Zübeyde. Ayrıca Mustafa Kemâl 1881'de değil, 1880 senesinde doğmuştur.
BELGEYE İTİRAZ : Osmanlı’da genelev var mıydı? Osmanlı' da fuhuş yasaktır. İslam hukukuna göre zina kabul edilir ve ağır cezası vardır. Fuhuşu önlemek için padişahlar sık sık ferman çıkarırlar. Esir ticaretinin kaldırıldığı 1858 yılına kadar, çok yoksullar dışında erkekler bir fuhuş ortamına ihtiyaç duymazlar. Dört kadınla evlenebilmekte ve ayrıca esir pazarından "yataklık" kadın alınabilmektedir. Esir ticaretinin kaldırılmasından sonra, büyük kentlerde, fuhuş üzerindeki baskıda bir gevşeme olur. Gizli randevuevleri ortaya çıkar. Devlet değil, kent yöneticileri görmezlikten gelir, rüşvet karşılığında çalışmalarına göz yumulur. Rüşvetle göz yumulur ama, onun da koşulu vardır: Sermaye olarak Müslüman kadın çalıştırılmayacaktır. Ve bunun denetimi yapılır. Müslüman sermaye çalıştıran yere göz yumma biter ve yakalanan kadına çok ağır ceza verilir. İstanbul' da bu şekilde yakalanan bir Müslüman kadının, ceza olarak, cinsel organının kesilmesi olayı ünlüdür. Sonuç: Osmanlı' da devletten izinli, ruhsatlı, meşru genelev yoktur.
İTİRAZA YANIT : Osmanlı yıkıldı da boşuna mı yıkıldı?. Osmanlı Devleti İslamiyet’ten taviz verdiğinden dolayı yıkılmıştır. 1858 yılında Osmanlı’da maalesef eşcinsellik suç olmaktan çıkmıştır. Gelelim genelev meselesine. Bakınız bu hususta Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2010/2, Sayı:12 nüshasında ‘’TANZİMAT SONRASI FUHUŞ HADİSESİNE YAKLAŞIMDA YAŞANAN DEĞİŞİM’’ başlığı altında Engin Kirli ne yazıyor: Osmanlı Devlet’inde fuhşun ve umumhanelerin yayılması başta frengi olmak üzere zührevi hastalıkların da salgın şeklinde görülmesine yol açtı. Hükümet kendi kontrolündeki umumhanelerde fahişelerin hastalıklarını teşhis edip tedavi olana kadar işten el çektiriyordu. Ancak, devletin kontrolü altında olmayan umumhaneler de tüm engellemelere rağmen bir yolunu bulup kaçak yollardan faaliyetlerini sürdürüyorlardı . Hükümet kaçak umumhaneler işletildiğini biliyordu. Fındıklı Pişgahı’nda Rusya Sefaret Vapurları’nın tayfaları arasında frengi hastalığının yayılması olayında hükümet, kaçak olarak faaliyet gösteren umumhanelere gitmeleri sebebiyle tayfaların hastalanmış olabileceğini belirtiyordu. Hasta fahişelerin, çalışma iznini belirten vesikası ellerinden alını yor ve tedavi olana kadar memleketlerine gönderiliyordu.
Kaynak: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yil: 2010/2, Sayı:12 nüshasında ‘’TANZİMAT SONRASI FUHUŞ HADİSESİNE YAKLAŞIMDA YAŞANAN DEĞİŞİM’’ sh.48
başka bir kaynak daha verelim: Prof.Dr. Ali AKYILDIZ’ın editörlüğünde yayınlanan “Osmanlı Devleti’nde yenileşme hareketleri (1876-1918)” bakınız ne yazıyor:
1853-56 Kırım Savaşı’ndan sonra Sosyal yapıdaki değişimin yansımalarıdan biri de fuhşun yaygınlaşmasıydı. Esas itibarıyla fuhuş her dönemde her toplumda mevcuttu. Savaş yıllarında artan fakirlik, işsizlik ve özellikle 93 Harbi sonrasındaki yoğun göçlerin yarattığı kozmopolit şehir hayatı, fuhşun beslendiği kaynaklardı. İnsan ticaretinin ve iş vaadiyle kandırılan kadınların beslediği fuhuş sektörü gelişme imkânı buldu. İdareciler, mahallelerinde genelev (umumhane) veya randevu evi (koltuk) bulunan halkın şikâyeti karşısında buraları kapatma veya bu insanları tutuklama gibi sert önlemlere başvurmadılar; çünkü, yeri bilinen ve denetlenebilen bu tür mekânların kapatılması halinde, fuhşun evlere ve sokaklara taşacağı ve kontrolden çıkarak kente yayılacağı fikrindeydiler. Bu nedenle şikâyet halinde, fuhuş yapılan yerlerin sertçe uyarılmasıyla yetinilirdi. Sosyal rehabilitasyon kapsamında hayat kadınlarını askeri dikimevlerinde istihdam edip namuslu bireyler olarak topluma kazandırmak gibi projeler başlatıldıysa da sonuçlandırılamadı.
Kaynak: T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3045
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1994
OSMANLI DEVLETİ’NDE YENİLEŞME HAREKETLERİ (1876-1918) sayfa: 177
Yazarlar: Prof.Dr. Zekeriya KURŞUN (Ünite 1), Prof.Dr. Ali AKYILDIZ (Ünite 2, 5), Yrd.Doç.Dr. Gültekin YILDIZ (Ünite 3), Prof.Dr. Cemil ÖZTÜRK (Ünite 4), Doç.Dr. Davut HUT (Ünite 6), Doç.Dr. Yüksel ÇELİK (Ünite 7, 8)
Editör: Prof.Dr. Ali AKYILDIZ
BELGEYE İTİRAZ : Osmanlı Devleti'nde asliye hukuk mahkemesi diye bir kavram yoktur.
İTİRAZA YANIT : 1879 yılında ilk defa Osmanlı’da yeni bir usul kanunu çıkıyor. Nizamiye Mahkemeleri’nin teşkiline dair bu kanun, ülkemizde o zamana kadar hiç bilinmeyen savcılık, noterlik gibi müesseselerin de ortaya çıkmasını sağlıyor. Sulh, asliye, ticaret mahkemesi kavramları da ilk defa bu yasayla ortaya çıkıyor.
Kaynak:
Mersin İstiklal günlük internet gazetesi ''BARO’DAN “AVUKAT HAKLARI” SEMİNERİ'' Tarih: 04.04.2013
You are not allowed to view links.
Register or
Login Mersin İstiklal günlük internet gazetesi'nin fotoğrafı.
Fotoğraf'da görmüş olduğunuz bina OSMANLI DÖNEMİNDE Selânik'te ''Asliye mahkemesi'' olarak ta kullanılmıştır.
KAYNAK: Selanik'te Osmanlı Miras Turları WTS (World Travel Service) Thessaloniki Many stories, one heart sayfa: 8
Kemalistler hani ''Asliye mahkemeleri'' yoktu Osmanlı'da ?
Osmanlı'da Asliye Mahkemeleri vardı ve 1879 senesinden itibaren bal gibi ''ASLİYE'' tabiri kullanılıyordu Osmanlı topraklarında.
BELGEYE İTİRAZ : Belge’de Rumî takvim kullanılmış. O dönemde (1883) adliyelerde Hicri takvim kullanılırmış.
İTİRAZA YANIT : Tanzimat Dönemi'ne kadar Osmanlı Devleti'nde Hicrî takvim her sahada resmî takvim olarak kullanılıyordu. Yılbaşı 1 Muharrem'di. Tanzimat döneminde, 13 Mart 1840 Miladî tarihi, 1 Mart 1256 Cuma günü olarak Rumî takvimin yılbaşı kabul edildi. Bu tarihten sonra çift takvim uygulaması başladı, aynı anda hem Hicrî takvim hem de Rumî takvim 1870 miladî yılına kadar birlikte uygulandı. Hicrî takvim ay yılına göre, Rumî takvim ise güneş yılı esaslı hesaplandığı için, Hicrî takvimde senenin son günü rumî takvimin çakışan senesinden her yıl 11 gün daha geriye düşüyordu. İkililiğin önlenmesi için o tarihten sonra (1870 senesinden sonra) artık sadece Rumî takvim kullanılmaya başlandı.
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY'ın araştırmalarına göre ise Osmanlı'da rumî takvim 1839 yılından itibaren bütün resmî kayıtlarda kullanılmaya başlandı.
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY diyor ki: Hicrî. 1255 (Miladi. 1839) dan sonra bütün resmî ve mâlî kayıtlar için artık mâlî (rumî takvim) yıl resmen kullanılmaya başlanmıştır. Ama yine de, tanzimattan sonra yurttaşa nüfus cüzdanı vermeye başlanması işinde bu cüzdanlara kimi nüfus memurları hicrî yılı, kimileri de rumî yılı yazarak bu işte karışıklığın sürmesine neden olmuşlardır. Bu karışıklık Osmanlı İmparatorluğu’nda ikinci meşrutiyet yönetiminin son yıllarına dek sürmüş, devlet işlerinde ve yazışmalarda hem hicrî kameri, hem mâlî (rumî) yıl birlikte kullanılmıştır.
Kaynak: Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY; Eski Çağlardan bu yana zaman ölçümü ve takvim sayfa 136
Not: Rûmî takvime ''mâlî takvim'' de denilir.
BELGEYE İTİRAZ : Selânik mahkeme kararında birçok imlâ hatası var, bunun tezahürü nedir ve bir mahkeme kurumu için olanaklı durum mudur?
İTİRAZA YANIT : Tanzimat Sonrası Osmanlı Devleti'ndeki hukuksal ve sosyal evrim; devletin tüm kurumlarını altüst etmiş. Hukuksal evrimde; örneğin Osmanlıca (mahkeme) kararında ki yazım ve görüş üslubunun yapısı olsun veyahut ta Hakimlerin ve âzâlarının eğitim yapısı olsun, Osmanlı'nın o dönemde ki karmaşıklaşan heterojen yapısının prototipi özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Bakınız Prof Dr. Ekrem Buğra Ekinci ''Osmanlı Mahkemeleri - Tanzimat ve Sonrası'' isimli eserinde bu hususta ne yazmakta...
''Ne olursa olsun, hukuka âşinâlık bakımından şer’iyye mahkemesi hâkimleri ile en basit hukukî meseleleri anlamayan, hattâ >okuma-yazması< bile bulunmayan nizâmiye mahkemesi >âzâları< arasında mukayese bile mümkün değildi.''(1)
Evet yanlış okumadınız. Asliye mahkemelerinin temelini oluşturan Nizamiye mahkemelerinde okuma-yazma bilmeyen ‘âzâ'lar bulunuyordu. Elbette bu mahkemelerden çıkan ilâmlarda imlâ hatası olur ve olacaktı. Bu gayet normaldir o dönemin şartlarında. Peki nizamiye (asliye) mahkemelerinin âzâları nasıl teşekkül ediyordu ?.
Birde bunun cevabına bakalım:
''Tanzimat devrinde nizâmiye mahkemeleri kurulmuş, faaliyette bulunan umumî mahkemeler ise şer’iyye mahkemeleri ismini alarak görev alanları daraltılmıştır. >Halk< tarafından seçilmis >üyelerden müteşekkil< bu >mahkemelerde<, halkın umumî meselelere iştirakî ve menfaatlerini bizzat koruması imkânı getirilmiştir.'' (2)
Evet Nizamiye (asliye) mahkemelerinin âzâlarının halktan seçilmiş olması ve bunların da çoğunun okuma-yazması bile olmaması, ilâmlarda imlâ hatasına yol açmıştır.
Son olarak bakınız Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Asliye mahkemelerinin temelini oluşturan nizamiye mahkemeleri üyeleri hakkında ne yazıyor:
''Nizamiye Mahkemesi denilen bu yeni mahkemelere >ehil< hâkim olmadığı için kadılar riyaset ederdi. Ayrıca halktan seçilmiş biri Müslüman, diğeri >gayrimüslim iki âzâsı< vardı.''(3)
Kaynaklar:
1: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci ''Osmanlı Mahkemeleri Tanzimat ve Sonrası’’ sayfa: 154 / Arı Sanat Yayınevi 2004
Ayrıca Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin web sitesinden ''Osmanlı Mahkemeleri Tanzimat ve Sonrası’’ PDF’den sayfa 81’de okuyabilirsiniz:
You are not allowed to view links.
Register or
Login 2: İç Denetim Birimi Başkanlığı Sulh - Asliye Ayrımı / İnceleme Raporu sayfa: 3/38. Tarih Ankara - 12.10.2011 İbrahim DEMİRTAŞ / Hâkim / Bakanlık İç Denetçisi
3: Dünden Bugüne Gazetesi 10.03.2010 / YARGI REFORMUNU OSMANLI DA YAPMIŞTI.
BELGEYE İTİRAZ : Belge Osmanlıca değil Çağdaş Türkiye Türkçesi ile yazılmıştır.
İTİRAZA YANIT : Bunu iddiâ eden kişi gazeteci Murat Bardakçı'dır. Bardakçı ne hikmetse bunu ileri sürdü lakin vesikâyı bire bir okuyamadı. Peki neden ?. Kendisi'de biliyor ki şayet Selânik mahkeme kararını bire bir okusaydı hemen yalanı ortaya çıkacaktı ve anlaşılacaktı ki söz konusu olan vesika Osmanlı Türkçesi’dir.
Selânik mahkeme kararında ki:
bilâvelet
dühul
huruc
kelimeleri bugün ki çağdaş Türkiye’de kullanılmıyor, o kelimeler Osmanlı döneminde kullanılıyordu.
***
Ayrıca ; Şer'iye mahkemeleri ile birlikte 18.06.1879 tarihinden itibaren Asliye mahkemelerinin temelini oluşturan Nizamiye mahkemeleri de bakıyordu aile, miras ve nesep davalarına. Bu iki mahkemenin arasında ama sadece bir fark var idi. O fark şu idi
Müslüman yurttaşlar davalarını Şeriata (İslam hukukuna) dayalı Şer’iyye Mahkemelerinde baktırıyordu. Gayri-müslim (müslüman olmayan) yurttaşlar ise davalarını batı anlamında adalete dayalı ve Asliye mahkemelerinin temelini oluşturan Nizamiye Mahkemelerine baktırıyordu.
Söz konusu olan mahkeme kararı 22 Kanuni-evvel 1298 (rûmî) tarihinde yazılmıştır ki bu da 3 Ocak 1883 Tarihine tekabül ediyor. Demek ki Belge tam olarak incelenirse görülüyor ki Mustafa Kemâl Paşa’nın annesi Zübeyde Müslüman kadını değilmiş. Müslüman bir kadın olsaydı davasını Şeriata (İslam hukukuna) dayalı Ser’iyye Mahkemesine baktırırdı. Ama o gayri müslimlerin baktırdığı batı anlamında adalete dayalı Asliye mahkemesine baktırmış davasını.