Yüzakı Dergisi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Yüzakı Dergisi
« : 28 Ekim 2009, 20:48:57 »
İrfan ÖZTÜRK,yüzakı Dergisi   

Günümüzde eğitimin kıymeti bilindi. Anne-babalar çocuklarını eğitim müesseselerine emanet ediyorlar. Netice almak istiyorlar. Fakat arzu ettikleri netice gelmeyince şikâyet ediyorlar:
   
“–Çocuğum niçin Kur’ân okumuyor? Niçin namaz kılmıyor?” Soruyorum:
   
“–Peki, çocuğun seni kaç defa Kur’ân okurken gördü? Peki, seni seccadede namaz kılarken gördü mü? Evinde kaç tane seccaden var?”
   
Cevaplar menfî...
   
Bütün güzellikleri, doğruları çocuklarımıza ilk önce bizim anlatmamız lâzım. Ama çocuğumuzun öğrenmesini istediğimiz şeyleri biz bilmiyorsak derhâl öğrenmemiz lâzım. Hepimiz evimizde bir öğretmen olmalıyız, yoksa çocuklarımızın orada veya burada okutulması fayda etmez. Terbiyenin, eğitimin, tahsilin temelinde ilk önce ebeveyn olmalı. Evin temeli olmadan üstünün yapılması bir işe yaramaz.
   
Hocayı, öğretmeni, eğitim müessesesini de sen destekleyeceksin.
   
Fatih gibi büyük bir değeri babası II. Murad, Molla Gûrânî’ye getiriyor:
   
“Al oğlumu! İyi yetişsin bu bir şehzadedir, yarın padişah olacak.” diye teslim ediyor. Hocası da üzerinde duruyor ama küçük Mehmed’e ağır geliyor. Koşup, oynayan hareketli, oldukça yaramaz bir çocuk. Önce hocası şehzadedir diye bir şey de diyemiyor. Fakat sonra babasına şikâyete gidiyor. Babası II. Murad, çocuğa arka çıkmıyor ve gidip anlaşıyor hocayla:
   
“Ben şimdi çocuğuma sahip çıkmak için geleceğim. Sen beni sopayla kovalayacaksın! Böylece Mehmed; «Hoca, padişahı bile dinlemiyor. Padişah babam bile hocadan korkuyor.» diyecek ve teslim olacak.”
   
Çocuk anne-babasına teslim olmazsa, hocasına teslim olmazsa kimseye teslim olmaz. Daha doğrusu nefsine teslim olur, kötü alışkanlıklara, kötü arkadaşlara teslim olur.
   
Konuştukları gibi uyguluyorlar. Sultan II. Murad geliyor, Şehzade Mehmed’in önünde hocasına:
   
“Hoca efendi, benim şehzademe zorluk çıkarıyormuşsun...” diye çıkışıyor.
   
Hoca eline sopayı aldığı gibi koskoca padişahın üzerine yürüyor. Padişah kaçıyor, o kovalıyor. Kapıdan çıktıktan sonra bakıyor ki, çocuk mum gibi olmuş. Bunu ilmin gereği olarak kabul etmiş.
   
Veli ile hoca, ebeveyn ile eğitim müesseseleri böyle dayanışma içinde olacak.
   
Çocuklarımız; hele günümüzdeki gibi nefsi ayartan, aklı çelen bin bir eğlence tuzağı bir adım uzağında duruyorken, severek, isteyerek, şuuruna vararak eğitime sarılmazlar. İçlerinden kendinden muhabbetlisi çıkar ama yüzde sekseni sarılmaz. O zaman sarılmasını sağlamak lâzım. Israr etmek lâzım. Sevmesini sağlayacak mükâfatlar koymak lâzım.
   
Pamukova’dayken enteresan bir şey dinledim:
   
Fevziye Köyü var. Dindar bir köy olarak bilinir. Köylerinde cami olmasına ve vaiz gelmesine rağmen Ramazan’da özel bir vaiz tutmuşlar. Her öğle namazından sonra yarım saat vaaz ediyor. Fazla da değil, sıkmadan ama çok güzel şeyler söylüyor. Merak ettim; «Bir gideyim.» dedim. Gittim. Gittiğimiz gün okuma alışkanlığından bahsediyordu.
   
«Çocuklarımıza okumayı tavsiye edelim ve heveslendirelim» dedikten sonra şu hâdiseyi anlattı:
   
Çocukken oğlumun hiç kitapla, defterle alâkası yoktu. Okumazdı. «Oku!» dedim, dinlemedi. Tavsiye ettim, anlamadı. Bir çare düşündüm. Bir gün çarşıdan bir kitap aldım, eve geldim. Oğlumu çağırdım:
   
“–Oğlum, biliyorsun ben fazla okur-yazar değilim. Bir kitap aldım ama okumada zorlanıyorum. Şu kitabı bana baştan sona okursan sana on lira vereceğim.” dedim.
   
Çocuk parayı duyunca:
   
“–Peki baba.” dedi.
   
Ben de şart koştum:
   
“–Parayı, bitirince vereceğim.”
   
Ona da râzı oldu.
   
“–Ne kadar okuyacağız?”
   
“–Her akşam on ya da on beş sayfa...” yani o kitabı ona bölüyorum, on günde bitecek şekilde. Başladık. O kitabı bitirdik, güzel de okuyor. Ben sözde dinliyorum. Ama dedim ya: «Her öğreten, öğretirken öğrenir.» Kitap bitti, bir kitap daha aldım:
   
“–Oğlum şunu da okursan yine on lira vereceğim.”
   
“–Peki baba.” Onu da okuduk. Parayı verince çocuk sevincinden havalara uçuyor. Üçüncü hafta da aynı şekilde kitabı bitirdik. Dördüncü hafta pazardan kitap almadan eve geldim. Baktım çocuk kapıda bekliyor:
   
“–Baba, kitap getirmedin mi?”
   
“–Yok oğlum artık gerek kalmadı.”
   
“–Hayır baba kitap al, gel, bundan sonra para da istemiyorum. Parasız okuyacağım, yeter ki getir.” dedi.
   
Bu hâdiseyi anlatan hoca ekledi: «Şimdi okudu, yükseldi, falanca müesseseye müdür oldu.»
   
Dondurma almak için çocuğumuza para veriyor, kitap almak için para vermiyorsak, onların kitabı sevmeleri beklemeyelim. Çocukların psikolojisinden iyi anlamak lâzım.
   
Ben hocalık yaparken, çocuk dersini iyi okuduğu zaman, sağ eline -çünkü oraya kendisi düzgün yazamaz- «Âferin!» yazıyordum. Çocuk avucu açık anne-babasına koşuyor, onlara avucunu gösteriyordu.
   
Kursta özel kantin açmıştım. Çocukları taltif etmek için iyi okuyana bir simit, daha iyi okuyana bir gazoz. Çocuklar nasıl bir yarış hâlinde. Alışkanlığı kazandırdıktan sonra mesele yok. Ama oraya kadar bu alâka şart...
   
Çocuk bir okula ilk kez giderken korkarak gidiyor. Alıştıktan sonra da okulu bırakamıyor. O noktayı iyi yakalamak lâzım. Ve sonunda da hem kendisi memnun, hem de anne-babası memnun oluyor.
   
Çare aramazsanız durum daha kötü olacak. Bir insan ki, zor bir durumdadır. Oradan kurtuluşun çaresini aramazsa ya o işe alışır, normal gelmeye başlar veya kendini bitirir. Her şey böyledir. Çocuklar anlamayabilir, zevk almayabilir. Ona önce zevk almasını öğretmeliyiz.
   
Meselâ; hastalanan insan yemek yemez, çünkü iştahı yoktur. Peki, yemek yemeyen hastayı o hâlde bırakır mıyız? Hayır. Kendi hâline bıraksak hasta daha da zayıf düşer, hattâ ölür. Ne yapıyoruz? Zorla yedirmeye çalışıyoruz. Lokma lokma ağzına vermeye çalışıyoruz, daha olmazsa serumla beslemeye çalışıyoruz. O besini aldığı zaman hastanın iştahı yerine geliyor. Ondan sonra zaten kendisi yer ve sıhhatini muhafaza eder. Ama iştahsızken bazı şeyleri zorla yaptırmak gerekir. Tabiî bu zorlama, muhabbetli bir ısrar...
   
Nefis de böyledir. Bir insan, nefsinin istemediği şeyleri yapmazsa nefsinin esiri olur. Ama nefsin istememesine rağmen zorlar da onu nefse kabul ettirirse o zaman da nefis ona teslim olur. Bu sefer başka duygular öne geçer, yapamadığı şeyleri yapmaya başlar.
   
İbadette de böyledir. Nefis, ibadet istemiyor. Yahut da ibadet ederken şartlarına uygun şekilde yapmayı istemiyor. O zaman ne yapacağız? Zorlayacağız. İbadetleri külfet olmaktan kurtarıp zevk hâline dönüştüremezsek hem ibadet devamlı olmaz, hem de ibadetten beklenen netice hâsıl olmaz. Namaz, bir borç olarak kılınmamalı. Namaz Allâh’ın bir emri olarak kılınmalı. Aynı zamanda namazın çok yönlü etkileri var.
   
Bu hususa dair şu kıssayı dinlemiştim:
   
Sahâbe-i kiramdan birisi geliyor;
   
“–Yâ Rasûlâllah! Evde çocuklarım aç, biz açız, çaremiz de yok, ne tavsiye edersiniz?”
   
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
   
“–Git, namaz kıl!” buyuruyor.
   
Kuru mantık gözüyle baksak; “Adam ne istiyor, Rasûlullah ne tavsiye ediyor?” deriz. Fakat sahâbî öyle düşünmüyor. “Ben müracaatımı yaptım, Allah Rasûlü bana namazı tavsiye etti. Demek ki namaz beni kurtaracak” diyor. Hemen güzel bir abdest alıyor, gidiyor mescide bir miktar namaz kılıyor. Namaz kıldıktan sonra öyle inanıyor ki; «Mutlaka ben bu sıkıntıdan, bu durumdan kurtulmuşumdur.» Eve gidiyor:
   
“–Hatun, bir değişiklik var mı?”
   
Kadıncağız:
   
“–Bir değişiklik yok, bir şey getirmedin ki, karnımız doysun. Çocukların ağlaması dinsin. Aynı bıraktığın gibi.” diyor.
   
Sahâbî:
   
“–Ben Rasûlullâh’a müracaat ettim. Evde açız, çocuklarımız aç diye müracaat ettim. Allah Rasûlü namaz kılmamı tavsiye etti. Ben de namazı kıldım geldim ama anladım ki, namazı Allâh’ın emrettiği, Rasûlullâh’ın tarif ettiği gibi kılamadım galiba, kusur bende.” diyor ve hemen gidiyor bir miktar daha namaz kılıyor. Yine eve dönüyor:
   
“–Hatun, evde bir değişiklik var mı?” diyor.
   
Kadın:
   
“–Yok, aynen bıraktığın gibi.” diyor.
   
“–Galiba, ben yine namazı Allâh’ın emrettiği, Rasûlullâh’ın tarif ettiği gibi kılamadım. Ben namaz kılmaya gidiyorum. Sabret!”
   
“Namazı huşû ile kılanlar felâha erdi, kurtuldu.” (Mü’minûn, 1-2) mealindeki âyet-i kerîme aklına geliyor. Kurtulan sadece cehennemden değil, diğer sıkıntılarından da kurtulur. Namazın çok yönlü faydası var.
   
Adam gidiyor, gönlünü Allâh’a bağlıyor, yönünü kıbleye çeviriyor. Tam bir huşû ile «Allâhuekber!» diyor ve sadece iki rekât namaz kılıyor. Gönlüne öyle bir sekînet geliyor ki:
   
“–Bu namazım Allâh’ın emrettiği, Rasûlullâh’ın tarif ettiği namaz gibi oldu, dolayısıyla duam da kabul oldu.” diye selâm verdiği gibi kalkıp doğru eve gidiyor. Daha eve varmadan, hanımı kapıdan sesleniyor:
   
“–Efendi, çabuk gel çabuk. Evde bir hâl oldu. Evdeki un değirmeni kendiliğinden dönmeye başladı. Evin içi un doldu. Durduramıyorum.”
   
Böyle şey olur mu?
   
Her şeye kādir olan Cenâb-ı Hak için olmaz mı var?
   
Günümüzde ham Müslümanlar: «Şu kadar ibadet ettim, şunu bunu yaptım, Allah yüzüme bakmadı.» diyor. Suçu Allah’ta arıyor. Hâşâ. Allah yanlış yapmaz, yanlışı kul yapar. Arzu ettiğin şey olmuyorsa kendine bak, noksanlık sendedir. Allah, noksanı olmayan yüce yaratıcıdır. Dolayısıyla sahâbe-i kiram gibi olmaya gayret etmeli, kusuru nefsimizde aramalı ve onu istemediği güzelliklere zorlamalıyız.
   
Namazın bir borç olarak ödenmesinin ötesinde insana sağladığı birtakım maddî ve mânevî faydalar vardır. İkisinden de istifade edebilmesi için namazı Allâh’ın emrettiği, Rasûlullâh’ın tarif ettiği gibi kılmamız lâzım ki, Rasûlullah:
   
“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın.” buyuruyor. Bu sadece şekil değil. Bu hadîsin mânevî okunuşunda: “Bir de benim vâkıf olduğum gibi namazın rûhuna ererek kılın, o zaman huşû gerçekleşir.” derinliği var. Tâdîl-i erkân da tamam oldu mu, ikisinin birleşmesiyle tam bir namaz olur.
…   
   
Bu sebeple çocuklarınızı önce siz yetiştireceksiniz. Muhabbetle zorlayacaksınız. Sevgiyle ısrarcı olacaksınız ki çocuk işin lüzumunu anlasın.
   
Beni zorlamasalardı hâfız olmazdım. Allah râzı olsun. Gerektiğinde odaya kapattılar. Mutlaka hâfızlığı yapmam gerektiğine inandım. Yoksa çocuk yüzde seksen severek, isteyerek hâfız olmaz. Onun için zorlayacaksın. Zorlarken de tatlı üslûplarla gönlünü almaya çalışacaksın.
   
Dünyada ilk öğrenilmesi gereken dil, tatlı dildir. Şimdi herkes Fransızca, İngilizce öğrenmeye çalışıyor da esas öğrenilmesi gereken dilden haberimiz yok.
   
Çocuğa; «Sen zaten bir işe yaramazsın, senden adam olmaz!» dedin mi çocuk yıkılır. O çocuk gerçekten adam olmaz artık. Bunlar pedagojik eğitimdir.
   
Bursa’da kırk günlük bir Kur’ân kursu hocaları seminerine katılmıştık, orada dinlemiştik. Eğitime dair pek çok şeyi bilmediğimi görmüştüm. Çok güzel esaslar öğretmişlerdi.
   
Onun için her anne-babanın bu pedagojik eğitimi alması lâzım aslında. Çocuğu yıkmayacaksın, güzel davranışınla, yerinde sevdirici ısrarınla başarısız çocuğu bile başarılı hâle getirirsin.
   
Kur’ân kursu hocalığım zamanında bir çocuk geldi kursa. Hiçbir şey anlamıyor. Harf bile tanımıyor. Yirmi gün geçti, bir ay geçti. Çocuğa bir harf bile öğretemedim. Ne yapayım şimdi? Buna özel bir ilgi gösterdim. Çocuk, hep itilmiş, kendisinden ümidini kesmiş.
   
Yapamadığı hâlde ona da; «Âferin» yazdım. Yapamadığı hâlde; «pekiyi» verdim:
   
“Haydi bakalım, sen Kur’ân’a geçtin.” dedim. Henüz elifi bile tanımıyor. Kur’ân’a geçirdim.
   
“Beraber okuyacağız.” dedim. Bir âyeti yirmi-otuz defa beraber okuduk, derken, kalıp hâlinde onu almaya başladı. O kelimeyi başka yerde bulduğunda okuyor. Ve böylece bir ay içerisinde Kur’ân okumaya başladı. Bu da bir usûl.
   
Kimseden ümit kesmemeli, hiçbir çocuk hakkında; «Bu adam olmaz!» dememeli. Haşarı çocuklar büyüdükleri zaman çok daha başarılı insanlar oluyorlar. Onları eğitmek lâzım. Onların içindeki bir içgüdü onları harekete geçiriyor. Onda bir şeyler var. Onu yakalamak, o kabiliyetlerinden istifade etmek lâzım. Bunları yapmadığımız zaman hep şikâyet eder dururuz. Çocuğun çocuksu yaramazlıkları da büyür, korkunç yaramazlıklara dönüşür.
   
Cenâb-ı Hak yardımcımız olsun. Gayret edeceğiz, bir gönle daha girmeye. Bir gencimize daha dinimizin hayat pınarından içirmeye. Bir delikanlımızı daha hâfız yapmaya.
   
Niçin?
   
“Kim bir kişinin hayatını kurtarırsa, bir kişiye hayat verirse, bütün insanların hayatını kurtarmış, bütün insanlığa hayat vermiş gibidir.” (Mâide, 32) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
   
Bir hayat kurtarmak, bir kalbe mâneviyat aşılamak, bir gönle îman duygusunu hâkim kılmak, ne kadar güzel bir şey.
   
Mükâfatı da ne kadar büyük. Böyle büyük bir mükâfat karşısında hâlâ gayretsiz oturmak doğru değil. Olmuyor deyip hemen yorulmak da doğru değil.
   
Doğrusu; nefsimizi de neslimizi de güzel şeylere alıştırmakta birinci şart;
   
Muhabbetle ısrar...