Gideceğinizi haber aldım
Er ya da geç, zaten her biriniz, gidecek değil miydiniz?
Önce buruk oldu içim... Zira evlerinize döndüğünüzü, bıraktığınızı zannetmiştim. Sonra, görev verildiğini ve her birinizin göreve gideceğini öğrendiğimde, o burukluğun yerini, bambaşka bir duygu aldı. Bu duyguyu anlatmaya çalışacağım. Çünkü eğer onu anlatabilirsem, neye gittiğinizi de anlatmış olacağımı sanıyorum:
Önce sevindim. Bu, kıvanç yüklü bir sevinçti. Hani, çocuğunu askere gönderen bir annenin kalbindekine benzer. Az iş mi? “Delikanlı bir oğul” büyütmüştür ve vatana hizmet için, üstelik şehid olup da dönmesini göze alarak, yola koymaktadır. Onun bir vatan hâini olmayacağından emindir; çünkü helâl sütüyle beslemiş, Allâh’ın yolunu öğretmiştir. Herkesten çok içi yanmakla birlikte, yine herkesten çok onur duymaktadır. Sanki siz benim evlâdımdınız da sizi askere uğurluyordum…
Sonra, yine aynı ananın duyabileceği tarzda endişeler kapladı içimi: Daha pek toydunuz, daha söylenecekler vardı, henüz erken değil miydi? Pek acele olmuştu gelişmeler... Şaşırmış, korkmuş, ürkmüş olmalıydınız. Çünkü ben de şaşırmış, korkmuş ve ürkmüştüm. Ya gittikleri yerde ters insanlarla, kötü ahlâklı kişilerle karşılaşırlarsa? Ya güçleri yetmez de kaybolmaya başlarlarsa? Okuyup yazmaya benzer mi hiç yaşamak? Ya zorlanır, cayarlarsa? Yâhu daha bunlar bacak kadar çocuk! Ne işleri var hizmette!?
Ardından, aslında çocuk olmadığınızı hatırlattı, bana içimdeki ses. Hayır, her biriniz, hazırdınız, demek ki, böyle takdir etmişti eden… Her biriniz, sıkıntılarla olgunlaşmaya, başkalarıyla aynı ortamı paylaşmaya, kimsesizin kimsesi olmaya; şefkat, merhamet, doğruluk, huzur dağıtmaya hazırdınız demek ki, nasip etmişti eden…
Böyle hissedince sâkinleştim. Zira sizi benden, şüphesiz çok daha fazla severdi O. Sizi benden çok daha fazla düşünürdü. Sizi herkesten iyi tanır ve herkesten iyi kollardı şüphesiz. Eee o zaman, dedim, ne gerek var endişe etmeye?
Hani, Habeşistan’a gönderilen çilekeşler gibi… Ashâb-ı Suffe gibi… Ne bileyim, Mus’ab gibi… Hatta Taif’te taşlanan Rasûlullâh gibi. Evet, onlar gibiydi hâliniz... Hoşlukla karşılanmak da, yoklukla sınanmak da, taşlanmak da olabilirdi önünüzde… Aslolan, her durumda, Allah’a sığınmaktı.
Şimdi, kalbim, sizi Allâh’ın her an koruyup kolladığı inancıyla, tamamıyla sükûnet içinde... Unutmayın ki, O, ne verirse, boyunuzca verir. Size çok zor gelecek imtihanlar yaşayabilirsiniz ve bu mutlaka sizin içindir. Büyüyeceksiniz. O hâlde unutmayın: Sevdiğiniz insan, sizinledir. Sevemediğiniz insan ise, karşınızda! O hâlde sevin… Öyle zannediyorum ki, sevmeyi öğreneceksiniz. Önceleri tanıdığınızı, bildiğinizi zannettiğiniz bu duygunun, yani sevginin hakikatine ereceksiniz…
Ayrılık yok! Hiç askere uğurlanan oğul için, “Annesi onu bıraktı.” denebilir mi? Hayır! Bilakis, anne, onu daha da sıkı kucaklamış, onu duâlarına daha da almıştır. Hele de bu teknoloji çağında ayrılık, sadece sevmeyenlere mahsus!.. Lütfen, dilediğiniz zaman arayın. Çaresiz kalırsanız sorun. Dertleşmek isterseniz, ulaşın. Her ne kadar, ablalık, analık, öğretmenlik yapacağınız çocuklar, sizin büyüdüğünüzü düşünecek olsalar da, ben biliyorum ki, sizler, daha küçüksünüz. Ve bir çocuk, annesinin gözünde nasıl ki hiç büyümez, sizler de benim gözümde öylece çocuk kalacaksınız. Şu yönüyle ki: Çocuk hep dertleşecek, omzuna yatacak, karşısında ağlayacak, naz yapacak ve “Bana ne ya!” deyip, ara sıra huysuzluk edecek birini arar.
Lâf aramızda, ben de sizler gibiyim. Yani, sizler gibi hem yetişkin, hem de çocuğum… O hâlde biz, beraberce korkabiliriz, endişelenebiliriz, hata yapabiliriz, ağlayabiliriz ve ağlarken burnumuz akabilir. Diğer çocuklar bizden şefkat ve ilgi beklerken, biz, kendi içimizde çaresizlik yaşayabiliriz.
Lise ikinci sınıftayken, ilk staj yerimde, nasıl da çaresiz kaldığımı ve tuvalete kaçıp, ben bu işi başaramayacağım, diyerek nasıl da ağladığımı anlatmıştım size… Yıllarca eğitim alsanız da, yaşamadan asla öğrenmiş sayılmazsınız. Mevcut bilgilerinizi, acı-tatlı tecrübeler yaşayarak geliştirmeye ve pişmeye gidiyorsunuz. Ne mutlu size ki, Allâh’ın yardımcıları olarak, kutlu bir vazîfeye başlıyorsunuz.
Madem ki, biz, ancak O’nun yardımcısıyız ve takdir O’nundur; o hâlde çökertecek ümitsizliğe, yıldıracak şaşkınlığa, geri adım attıracak güvensizliğe ve şeytana yaklaştıracak kibre kapılmadan, Allâh’a her ân sığınarak işinizin başına geçin! İşinizin başında iken, namazınızı, orucunuzu, sadakanızı, gülümsemenizi, emri bi’l-mârufunuzu ve nehy-i ani’l-münkerinizi terk etmeyin! Allâh’a el açıp, gizli gizli ağlamalarınızı terk etmeyin!
Tam da burada, kendi ahvâlimden biraz bahsetmek dilerim: Bu mektubu size ulaştırmak nasip olacak mı, onu bile bilmiyorum. O kadar bilmez, o kadar önünü göremez bir hâldeyim. Fakat bu görüş âcizliği beni, yazmaktan alıkoymamalı… Zîrâ samimiyetle yapılan her iş, biiznillâh hayra vesîle olur. İşin ilginç tarafı, işte, mektubu yazarken samimi miyim, onu bile bilmiyorum. Sadece böyle bir ümîdim, zannım var, o kadar…
Yorgunum… Kendi başına bile sözü geçmeyen biri olarak, başta kendimden, sonra da dünyadan yoruldum. Âhir zaman olması hasebiyle, bu işler, benim gibilere kalmış olmalı. Vaziyet ne kadar vahim ve elîm ki, bana bile hizmet gibi bir nîmet bağışlanabiliyor. O hâlde, ne olursa olsun, kendime de takılmadan, verilen mes’ûliyeti yerine getirmeliyim. Hiç değilse bunu yapmalıyım, zira başka hiçbir şey yok. Belki, diyorum, sizlerin yarın yapacağı hayırlı işlerden, çıkınıma bir pay lutfeder de, beni, sizlerden ötürü affeder. Affedilmeye çok muhtacım…
Bazen dolan gözleriniz, bazen gülen yüzleriniz geliyor aklıma… İşte o vakit, her şeye rağmen, nasıl da pâk bir gönül taşıdığınızı düşünüp, seviniyorum. Sevinçten benim de gözlerim doluyor o vakit. Biliyorum! Tüm toylukları atacak, zamanla en doğru ve güzel tavırlarla donanacaksınız. Ve biliyorum, toyluk, sizi hiçbir zaman tam olarak bırakmayacak; ama bir yandan hep büyümeyi sürdüreceksiniz. Nereden mi biliyorum? Kendimden pay biçiyorum…
Bir şey daha var: Kim ne derse desin, sizler henüz pek temizsiniz. Zamanın kirleteceğini, yıpratacağını, sabrınızı ve saflığınızı çekip almaya çalışacağını biliyorum. Tüm bunları da, kendi ömrümden pay biçerek söylüyorum. Belki de şimdi, durduğunuz noktanın ne kadar kıymetli, aldığınız mes’ûliyetin ne kadar kutlu ve misyonunuzun nasıl da mühim olduğunu fark edemiyorsunuz. İnanıyorum, bunu bütün gerçekliğiyle, iliklerinize kadar hissedeceğiniz günler çok yakında gelecek. Zîrâ sıkıntılar, hissetmeye yardımcı olur. Sıkıntıdan korkmayın. Ona sarılın. Ne vakit dost bilir de dışlamazsınız, o vakit dert, size derman olmaya başlar…
Çok biliyormuş edâsıyla anlatıp durduğum tüm o dersler boyunca, benim de sıkıntılarım oldu; fakat bana, “Anlat!” dememiş olsalardı, o sıkıntılar beni boğardı. Hamdolsun ki, hizmet bereketi ve Efendimin himmeti ile “tümden derman olmuş” hissedemesem de dertlerimi, çok şükür ki, boğulmaktan korundum. Sizin için de, en az bu kadarını dilerim. Dilerim ki siz, dahasına kavuşasınız…
Otuz yıl sonrasının mimarlarısınız. Resmî vazifenizin adı aslen şudur: “Geleceği imar vazifesi!..” Eğer bilirseniz, en etkili ve yetkili makam tarafından atanmış çalışanlarsınız ve bastığınız her yer bir okul, karşınıza çıkacak her insan bir öğrenci… Bu arada unutmayın ki, o öğrencilerin her biri, aynı zamanda size en etkili eğitimi verecek olan eğitimcilerinizdir. Zira kişi, eğitirken eğitilir. Bu noktada, sadece insanların değil, hayvanların, bitkilerin ve tüm mahlûkâtın da her birimiz için birer “hoca” olduğunu hatırdan çıkarmamamız gerekir. Onlar, insanoğluna kıyasla daha zâkirdirler üstelik. O hâlde lütfen, “mes’ûliyet” duygusuyla hareket edin. Zira en büyük eksikliklerimizden biri budur.
Biz bakmakla değil, görmek ve gerekeni yapmakla mükellefiz. “O hâlde en önce ve mutlaka aynaya bakın, kapınızı süpürün…” Bu mektubu da, benim kendi kapımı süpürmem olarak düşünün. Yoksa size öğütler verecek pozisyonda olmadığımı, her ân hissediyorum. Bir yandan anlatıp dururken, diğer yandan ne kadar da ehliyetsiz olduğumu düşünmek beni çok yoruyor. Ama dedik ya, mâdem ki bir vazife verildi, kendimize dahî takılmadan, devam edelim…
Bir de lütfen, her hâlimle örnek alıp, bana vebal yüklemeyin. Bende gördüğünüz hayrı alın, şerri bırakın… Esas ve biricik örnek, Rasûlullâh’tır. Onu mihenk edin ki şaşmayın… Ben zaten kendim, şaşmaya çok müsâit ve zayıf biriyim. Bunu lütfen unutmayın…
Bir de şunu hep hatırlayın: Siz beni “büyüğünüz” sandığınız çoğu zaman ben, sizden daha çocuktum. Aynı duyguyu, mes’ûliyetini üstleneceğiniz öğrencileriniz karşısında hissederseniz, korkmayın ve doya doya yaşayın.
Dikeni bol dilimden, elbet canınız yanmıştır. O hâlde, haklarınızı lütfen, helâl edin…
Dilerim Allah’tan, her zaman, herkese ve her şeye rağmen mâsum kalın…
Aşk ve şevk ile muvaffak olun…
Ve bu muvaffakıyetin, Allâh’ın lutfu olduğunu unutmayın…
Er ya da geç…
Zaten her birimiz gidecek değil miyiz?!
* * *
Ömrünüzde iz, duâlarınızda giz olmak dileğiyle…
Sevgiyle…
Kaynak; Şebnem Dergisi