Kainat kurulduğu günden bu yana yaşanan, basma entarili, lastik ayakkabılı kadınların yüzlerinde okuduğum -nedendir bilmem- hep onlara yakıştırıp yafta ettiğim acının modernize olmuş halindeyim. Acı da nasıl modernize oluyorsa ayrıdır gerçi…
Anacığımın ‘be çocuk! insan gibi yürüsen olmaz mı?’ ikazlarına rağmen sek sek sekerek dolaştığım, göğün göbeğinden topladığım yıldızları ceplerimde sakladığım, çiçeklere dokunduğum, çimenler de yalnayak dolaştığım, çamurlara bulaştığım o mutlu çocukluk günlerimde, dost, akraba ziyaretlerin de, büyüklerin dizinin dibinde oyun oynamanın ekmel olduğu günlerde -o zamanlar yoktu böyle çocuk odaları ve yoktu ‘hadi odanızda oynayın da bizi rahat bırakın diyen anneler- iki elim bir kulağım oyunda tek kulak duyduğum büyük sohbetlerinden aklıma mıh gibi kelimeler kazınmışta gün yüzüne çıkmış şimdi:
‘Falancanın gelini eşini uğurlamış askere’
‘Deme’
‘Elbet.. Elinde bir çocuk bir de karnında…’
‘Vah vah.. Ne edecek herkes çekiyor. Yaradan yardımını esirger mi hiç?’
Yaradan yardımını gerçekten esirgemiyor. Kaderime tayin ettiği acıyı öncelerden bana böyle tanıdık kılıyor. Elimde beş yaşını doldurmak üzere bir çocuk, bir de karnımda… Bağ bahçe çalışmaktan nasır tutmuş ve toprağın rengine bürünmüş elleriyle eşine yolluk hazırlayıp ‘aman büyüklere saygısızlık olmasın’ endişesi ile vedasını gözleri ile yapan kadınların aksine ben büyük küçük kimseye aldırmadan, otobüs mola verdiğinde restaurantta yer yemeğini düşüncesi ile eşime bir yolluk çantası bile hazırlamadan, gözlerimde yaş -ağlıyorum bir de utanmadan- sımsıkı sarılıyorum hayatıma yarenlik eden canımın yoldaşına…
Eve dönmek istemiyorum. ‘Ben o eve giremem’ diyorum kayınvalideme. Acısını dillendirmeden küllendiren basma entarili kadınlar gibi olamıyorum.
Yusufum geliyor yanıma. Beş yaşını doldurmak üzere olan melek yüzlü çocuğum. Elini karnıma koyup ’sen merak etme anne, babam askerdeyken ben kardeşime de sana da bakarım diyor. Sımsıkı sarılıyorum ona. ‘Anne bize kim bakacak’ diye soruyor endişe ile. ‘Herkes bakar yavrum. Allah bakar bize’ diyorum. Minik dudaklardan minik bir feryat dökülüyor: ‘Anne bize sadece Allah baksın!’
Küçücük bir çocuğun yüreğinde ki tevekkül hissinin büyüklüğü kalbimi titretiyor.
Yaşlısından gencine insanlar doluşuyor eve. Dillerinde hep aynı temenni: ‘Allah kavuştursun’
‘Allahım kavuştur beni bir an önce’ diye tekrarlıyorum aynı temenniyi içimden. Şımarık bir cahillikle yaşadığımdan daha acısını kaldıramam sanıyorum. Derdi veren Mevla insana katlanmayı da öğretiyor ve kulunu acı ile olgunlaştırıyor henüz bilmiyorum.
Altmış yetmiş yaşlarında bir komşu teyze: ‘Ben de gözledim asker yolu’ diyor. ‘Üstelik o vakitler böyle kısacık değildi askerlik. Biz rahmetliyi bir uğurladık bir daha üç dört sene sona ağırladık.’
‘Nasıl dayandın teyze’ diye soruyorum ben nasıl dayanacağım sorusuna cevap bulurum umudu ile… Modern asrın insanlarına has bencillikle büyütüyorumda büyütüyorum acımı. Sanıyorum ki bir tek ben acı çekerim, bir tek ben üzülürüm…
‘Ne dayanmayacakmışım’ diyor teyze. Yaradan illa onunla nefes alacaksın diye yazmamış ki yazgıma. O nefes alıyor biliyordum, ben nefes alıyordum. Gerisi şükür ve dua… Ağlayıp zırlamakla insan kendine eder. Ben efendice yaşadım acımı. Bir tek Rabbim bildi.
Acıyı efendice yaşamak… Benim, bizim, modern zamanlarda yaşayan insanların unuttukları bu olmalıydı.
Tevekkül…
Yazgımızın Allah tarafından yazıldığını, bu yazgıyı bize yazanın hayatımızla ilgili her türlü ayrıntıyı planladığını ve bizi her şeyden çok sevdiğini, unutmadan, feryat figan vaziyette, neden ben, neden şimdi, diye şımarıkça sorgulamadan, ne yaşıyorsak efendice yaşamak.
Ben bunları düşünürken teyzem konuşmasına devam ediyordu:
‘Ne bileyim oğul. Biz eskiden herşeyi Allah’ın üstüne salar rahat ederdik. Kim etti? Allah etti!’
Ayşe Naz