Tarımla geçinen toplumlarda kuraklık, beraberinde kıtlığı getirdiği için önemli bir sorundu. Bu bölgelerde “artı ürün” üretmek ve bunları depolamak son derece önemliydi. Yağışın yeterli olduğu ve doğal besin kaynaklarının bol olduğu bölgelerde büyük bir anlam ifade etmeyen artı ürün, kurak bölgelerde
hayati öneme sahipti. Çünkü bu bölgelerde artı ürüne sahip olan yerleşim merkezleri avantajlı duruma geçti ve bu durum onlara güç kazandırdı.
Örneğin Mezopotamya’nın kurak olması sulamalı tarımı zorunlu kılmıştı. Bu yüzden bölgede sulama kanallarının yapılmasıyla üretim arttı ve ürün fazlası
yani artı ürün ortaya çıktı. Böylece artı ürünü organize etmek için üretimin planlanması, ürünün depolanması ve korunması gerekli hale geldi.
Ayrıca artı ürün, diğer ihtiyaçların karşılanması için değiş tokuşu geliştirdi ve çiftçilik dışında yeni meslekler ortaya çıkardı. Çiftçi, esnaf, tüccar, din adamı, savaşçı gibi yeni sınıflardan oluşan daha büyük topluluklar şehir toplumunun doğmasını sağladı.
Artı ürünlerin bir merkezde toplanması ve halka buradan dağıtılması toplumda tabakalaşmayı ortaya çıkardı. Örneğin Mezopotamya’da tapınaklarda toplanan ürünlerin kaydını tutan din adamları, dağıtımı kontrol etmeye başladı. Böylece tapınak rahipleri toplumda üst tabakayı oluşturdu. Mısır’da ise artı ürün firavunların sarayında toplanırdı.
Sermaye ve üretim araçlarının toplanma yeri olan firavunun sarayı, aynı zamanda ürünün de toplandığı bir zenginlik merkezi hâline geldi.
Mezopotamya’da topraklar özel mülkiyet altında iken Mısır’da firavun, tüm toprakların sahibiydi. Bunun yanında tapınak toprakları ve subayların emekleri karşılığında edindiği topraklar da vardı. Toprakları kullanan köylüler ise kiracı durumundaydı.
Sümerlerde toprak mülkiyeti; tapınaklara ait topraklar, kent yöneticilerine ait topraklar ve ortakçı usulü ile işletilen köylülere ait topraklar olmak üzere üçe ayrılmıştı.
Hititlerde ise toprak küçük ve büyük tımar parçalarına ayrılmıştı.
İlk çağlardan itibaren devletler vergilendirmeye ihtiyaç duymuştur. Özellikle savaş zamanlarında halktan vergi alınırdı. Vergiler, genellikle emek yoluyla ödeme, ayni ödeme ve nakdî ödeme şekilleriyle tahsil edilmiştir.
Mısır’da vergiler ve kiralar, tüm ekili topraklardan düzenli bir şekilde firavun adına toplanır ve kamu binalarında çok sayıda insan çalıştırılırdı.
Mısır’da köylüler de ortakçı olarak vergi vermekle yükümlüydü.
Sümerlerde ise hür vatandaşlar vergi ödemek zorundayken Urkagina, sosyal adaletsizliği önlemek için birçok vergiyi kaldırmıştı. Güçlü bir yapıya sahip olan Roma’da tarımdan elde edilen fazla ürünün vergilendirilmesiyle oluşan kaynaklar;
orduyu, bürokrasiyi ve şehirli nüfusu beslerdi.
Orta Çağ Avrupası’ndaki feodalite sisteminde, ayni vergiler devam etmekle birlikte ordunun ihtiyaçları etrafı surlarla çevrili kalelerde yaşayan feodal beyler tarafından karşılanırdı. XIII. yüzyıldan itibaren devletler, giderlerini karşılayamadığı için düzenli vergilendirme uygulamasına başladı.
Zamanla para ekonomisinin gelişmesi vergilerin alınmasını kolaylaştırmıştı.
İlk Çağ’da toplum; asiller, din adamları, hürler ve köleler gibi sınıflara ayrılırdı. Toprağa sahip olan soylular, yüzyıllar boyunca geçerli olacak güçlü statüler kazanarak sosyal, ekonomik, siyasi gücün belirleyicisi oldu. Bu süreç tarım toplumlarının yönetim şekli olan monarşiyi ortaya çıkardı. Tarihin bazı dönemlerinde monarşiler parçalansa da soylu sınıfa dayanan siyasal yönetimler varlığını sürdürdü. Doğal olarak da ilk ekonomik organizasyonlar soyluların ve monarşilerin gücüne göre şekillendi.
Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde toprak sahibi olan senyörün; siyasi, ekonomik, hukuki ve askerî haklara sahip olduğu ve temeli toprak köleliğine dayanan toplum düzenine “feodalizm” denmektedir. Feodalizmde askerî ve mali hâkimiyetin devlete ait olması gerekirken bu haklara senyörler sahip olmuştur.
Senyörler, kendisinin ve malikâne sınırları içerisinde bulunanların güvenliğini sağlamak zorundaydı. Köleler, serfler ve hür köylüler korunma ve adalet karşılığında senyörlere mal ve hizmet üretmekle yükümlüydü.