İslâm Medeniyeti ve Bilim
Kur’an’da bir ayette “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?” (Zümer, 39/9) sorusu yer alırken başka bir ayette
“Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar...” (Fâtır,
35/28) buyrulmakta, ayrıca “ilim sahiplerinin
derecelerinin yüksek olacağı” (Mücadele, 58/11) ifade
edilmektedir. Allah, ilmi ve âlimi överken, cehaleti ve
cahili de yermektedir. Bilindiği gibi İslâm, bilgisizliğe ve
cahilliğe karşı savaş açmış bir dindir.
“İlmin kadın, erkek herkese farzolduğu”nu bildiren Hz.
Peygamber, Müslümanları, “ya öğreten ya öğrenen ya
dinleyen ol, dördüncüsü olma, helâk olursun” ifadeleriyle
de ilme ve öğrenmeye teşvik etmiştir.
Görüldüğü gibi İslam’ın bilmeye verdiği değer Ayet ve
Hadislerle sabittir. İslâm’ın ilme verdiği büyük önem
sebebiyle, ilk yıllardan itibaren İslâm kültür ve medeniyeti
oluşmaya başlamıştır. Müslümanlar başta Kur’ân ilimleri
olmak üzere, çeşitli ilim alanlarında çalışmalar yapmışlar
ve eserler meydana getirmişlerdir. İslâm öncesinde büyük
bir ilmî birikime sahip olmayan Arap toplumu, öncelikle
İslâm’ı anlama ve İslâmî ilimler alanında eserler ortaya
koyma yolunda büyük çabalar sarf etmişlerdir. İslâm
hukuku, tefsir, hadis gibi dinî ilimlerin yanısıra,
matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akla ve deneye
dayanan ilimlerde de büyük çalışmalar yapmış olan ilim
adamları, yalnız İslâm dünyasında değil bütün dünyada da
bilinen ve takdir edilen önemli eserler kaleme almışlardır.
İslâm Medeniyetinde İlk İlmî Faaliyetler
İslâm âleminde ilmî faaliyetler, ilk fetihlerden hemen
sonra, Irak, Suriye ve Mısır’ın fethedildiği ilk üç halife
(632-656) döneminde başlamıştır. İslâmî ilimler yanında,
aklî ilimler de tercüme faaliyetleriyle birlikte
Müslümanların ilgi alanları arasında yer almışlardır.
İslam ülkelerinde ilmi faaliyetlerin yapıldığı yerler olarak
ilk akla gelen yerler Mescidler olmalıdır. Buralarda
sahabeler ders halkaları oluşturmuşlardır. Mescitlerden
sonra camiiler kitapçı dükkânları ve âlimlerin evleri ilmi
sohbetlerin yapıldığı yerlerdir.
Emeviler döneminde (661-750), Hz. Peygamber
zamanından itibaren şifâhî olarak nakledilen bilgiler
tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Bu çalışmalar
neticesinde bugünkü ilk kaynaklarımız olan eserler vücuda
getirilmiştir. Mesela, lügatte Halil b. Ahmed; nesirde
Câhız; hadiste Buhâri; fıkıhta İmâm-ı Azam gibi.
Emeviler devrinin sonlarına doğru fıkıh, sistematik olarak
gelişmiş ve hadisler tenkid ve tasnife tâbi tutulmuş; bütün
bunların sonucu olarak dinî ilimler belirgin hale gelmeye
başlamıştı. Aklî ilimler ve teknik alanlardaki hamle de
yine bu dönemde yapılmıştır. Daha çok eski Yunan ve
Mısır filozoflarıyla diğer ilim adamlarının kitapları
tercüme edilmiş, medeniyetin aklî ilimlerdeki asıl hamlesi
için bir alt yapı hazırlığına girişilmiştir.
Müslümanlar, fethettikleri Batı’nın, Bizans’ın ve İran’ın
idâri ve fennî kurumlarına dokunmadılar.
Miladî 750 yılından 1258’de vukû bulan Moğol istilâsına
kadar süren Abbasiler dönemi, ilmî gelişmeler açısından
da çok büyük bir öneme sahiptir. 750-847 tarihleri
arasındaki dönem, Abbasilerin ve İslâm tarihinin altın
devri sayılır.
Özellikle Talas savaşı (Temmuz 751) sonrasında, önce
Semerkant’ta imal edilmeye başlayan kâğıt, daha sonra
bütün İslâm dünyasına yayılmıştır. Türklerin ve diğer
Müslümanların dünya medeniyet tarihine kâğıdın
yayılmasının sağlanması takdirle karşılanmaktadır.
Emevilerin düşüşünden seksen sene sonra dünya
neredeyse Arapça konuşuyordu. İslâm düşüncesi yeni bir
istikamet almış bulunuyordu. Felsefî ve ilmî konulara ait
eserler geniş ölçüde Arapçaya çevrilmekteydi.
Abbasiler zamanında eski medeniyet ve kültür merkezleri
fethedilince Müslümanlar Bâbil, Hint, Âsur, Fenike, Grek,
Roma, İran ve Yunan medeniyetlerinin sahip oldukları
ilmî ve kültürel mirasa ulaşmışlardır. Bu dönemde büyük
bir tercüme faaliyetine girişilmiştir. Beytü’l-Hikme bu
faaliyetlerin ana merkezi olmuştur ve Bağdat’ta
kurulmuştur.
İlim tarihlerinde IX. yüzyılın ilk yarısına nasıl, Doğu’nun
matematikte en önemli devrini açan Muhammed bin Musa
el-Harezmî (öl. 850?) kendi ismini verecek kadar büyük
bir bilginse, o çağın son yarısına da Ebubekir Râzî (öl.
925) de aynı şekilde adını verecek derecede büyük bir
filozof hekimdi ve bu kişiler Bağdat’ta bulunmuşlardı.
O dönemlerde Abbasi Halifesi Harun Reşid’in sarayında
ve vezirlerinin saraylarında devrin ileri gelen fikir
adamları, şairler, muhaddisler, tarihçiler, toplanır ve
karşılıklı münakaşalarda bulunurlardı. Bu geleneğin
menşeini ilk dört halife devrine kadar çıkaranlar vardır.
Bu dönemlerde yetişenler arasında Türk dünyasında kabul
gören ya da aslen Türk sayılan birçok âlim ve bilgin
bulunmaktadır. Bunlar arasında İslâmî ilimler alanında,
eserleri Kütüb-i Sitte arasında yer alan, Buharî, Tirmizî ve
Nesâî gibi hadisçiler yanında, bir itikâdî mezhep imamı
olan İmam Matüridî de bulunmaktadır. Aklî ilimlerde ise;
Beytü’l-Hikme’nin müdürlüğünü yapmış olan Câbir ve
Ortaçağ matematik ilminin en büyüklerinden biri kabul
edilen Harezmî (750-850), Aristo ve Eflatun’un
görüşlerini İslâm inancıyla uzlaştırmaya çalışan ve İslâmTürk
medeniyet tarihinde muallim-i Sânî (ikinci
öğretmen) unvanını alan Farabi (870-950) ile tıp sahasında
yazmış olduğu eserleri ve yaptığı çalışmalarıyla tanınan,
yüzyıllarca Avrupa üniversitelerinde eserleri okutulan İbn
Sina (980-1037) bunların en meşhurlarındandır.
Mâverâünnehir ve Horasan’da İlmî Gelişmeler
İslâmî ilimlerin gelişmesi Abbasilerle birlikte İslâm
medeniyetinin genişleyip yayılmasından sonra da giderek
artmıştır. İran’ın doğusundaki geniş araziye adını veren
Horasan bölgesi, Mâverâünnehr’i de içine alarak geniş bir
bölgeye ad olmuştur. Nişabur, Merv, Herat, Belh gibi
önemli şehirlerin bu bölgede X-XII. asırlar arasında
önemli bir ilmî faaliyete sahne oldukları görülmektedir.
Türkistan ve Mâverâünnehir’de hüküm süren Karahanlılar
(840-1212) devri, Türk kültür ve sanat tarihi bakımından
özel bir yeri olmakla birlikte ilimlerin öğrenimi ve yetişen
âlimler bakımından da önem arz eder. Bu devirde Türkler
arasında oldukça geniş fikrî ve ilmî faaliyetler görüldüğü
gibi Balasagun ve Kaşgar gibi şehirler de birer ilim ve
kültür merkezi haline gelmişti. Karahanlılar döneminde
Türkler arasında sadece İslâm kültürü gelişmemiş, Türk
kültürü de buna paralel olarak önemli bir seviyeye
ulaşmıştır. Türkçe eserler yazılarak, Türk-İslâm
edebiyatının ilk ürünleri de bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Bu edebî eserler Uygur ve Arap harfleri ile yazılmıştır. Bu
arada Müslüman Türk hükümdarlar emirname ve
defterlerini Türkçe olarak Uygur harfleriyle
yazdırmışlardır.
Buhara ve Semerkant, dönemin en önemli iki ilim ve
kültür merkezi olmuştur. Kaşgar, Balasagun, Özkend
medreseleri İslâmî ilimleri Türklerin arasında yayarak,
Türklerden bu sahada büyük âlimlerin yetişmesine ortam
hazırlamışlardır.
Karahanlılardan günümüze ulaşan en önemli eserlerden
biri Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig (1070’de yazıldı)
adlı eseridir. Siyasetname mahiyetindeki bu eserin adından
da anlaşıldığı gibi; Devlet Yönetme Bilgisini veren bir
kitap olduğu bilinmektedir.
Bu dönemin diğer bir önemli eseri de Kaşgarlı Mahmud
tarafından 1073-77 yılları arasında Bağdat’ta yazılan ve
Abbasi halifesi Muktedî Billah’a (1074-1094) sunulan
Divânu Lügati’t-Türk’tür. Büyük Türk mutasavvıfı
Ahmed Yesevî’nin (öl. 1166) Divân-ı Hikmeti de bu
dönemin mahsullerindendir.
Uygur harfleri ile yine Türkçe olarak yazılan bir başka
Karahanlı dönemi eseri, Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekî
tarafından kaleme alınan nasîhatnâme türündeki Atebetü’lHakâyıktır.
Gazneliler döneminde (936-1187) devletin resmî dili
Farsça idi. Buna karşılık Arapça, eğitim dili olarak
kullanılıyor; saray, ordu ve halk arasında ise Türkçe
konuşuluyordu.
Gazneli sultanları İslâm kültürü ile yetişmişlerdi. Sultan
Mahmud, başkent Gazne’yi âbidevî binalarla süslemiş,
burada büyük bir akademi kurmuştu. Akademiye bağladığı
gelirlerle burayı büyük imkânlara kavuşturmuş ve sarayını
ilim ve sanat adamlarına açmıştı. el-Birûnî (öl. 1061), Utbî
(öl.1084) ve Firdevsî (öl.1020?) gibi ilim adamı, şair ve
edipler onun sarayında bulunanların en tanınmışlarıdır.
Selçuklularda İlmî Faaliyetler
Selçukluların (1040-1308) ve onlardan doğan devletlerin
medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri şüphesiz, Tuğrul
Bey’den (1040-1063) itibaren İslâm dünyasının her
tarafını cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastahane,
imaret, zaviye ve kervansaraylar ile donatarak, bu
müesseselerin devamı için büyük vakıflar kurmuş
olmalarıdır. İlk Selçuklu medresesi, Tuğrul Bey
döneminde Nişabur’da kurulmuştur. Asıl teşkilâtlı öğretim
müesseseleri Alp Arslan’ın izniyle vezir Nizamülmülk
tarafından başta Bağdat olmak üzere Büyük Selçuklu
devletinin hâkimiyetindeki şehirlerde yaptırılan Nizamiye
Medreseleridir. Daha sonra bu medreseler İsfahan, Rey,
Nişabur, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul gibi şehirlerde
de kurulmuştur. Hatta bütün İslâm dünyasında bir
Nizamiye Medreseleri geleneği yaygınlaşmıştır.
Bu medreselerde sadece dinî ilimler değil, aynı zamanda
filoloji, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi dil
ilimleri ile akla ve deneye dayanan ilimler de
okutulmaktaydı.
Tıp ve astronomi alanında yeni çalışmalar yapılıyor, çeşitli
şehirlerde bîmâristan, dârüşşifâ, dârussıhha adı verilen
hastaneler kuruluyordu. Bu hastahanelerde aynı zamanda
tıp öğretimi de yapılıyordu. İlk Selçuklu hastahanesinin
Nişabur’da Nizâmülmülk (öl.1092) tarafından yaptırılan
bîmaristan olduğu bilinmektedir.
Rubaileri ile ünlü Ömer Hayyam’ın içinde bulunduğu bir
heyet, Melikşah (1072-1092) adına 1 Mart 1079’u
başlangıç kabul eden Celâlî takvimini hazırlamıştı.
Anadolu Selçukluları da merkezî şehirlerde (Konya, Sivas,
Amasya, Kayseri vs.) medreseler, darüşşifalar, zaviyeler,
hanlar, kervansaraylar kurmuşlar, ilmin gelişmesi için
bütün gayretlerini seferber etmişlerdir.
Timurlular döneminde Câmiî (öl.1492), Kâsım-ı Envâr
(öl.1433), Ali Şir Nevâî (öl.1501), Hoca İsmat Buharî
(öl.1436-1437) gibi meşhur şairler Timur ve diğer
hükümdarların saraylarında himaye edilmişlerdir. Uluğ
Bey (1409-1449), Hüseyin Baykara (1470-1506) ve
Babürşah (1526-1530) Timurlu sultanların önde
gelenlerindendir. Uluğ Bey, astronomide ün yapmıştır.
1420’de Semerkant’ta bir rasathane kurmuş ve Zîc-i Uluğ
Bey adlı 1018 yıldızı içeren kataloğunu meydana
getirmiştir.
Anadolu Coğrafyasındaki İlmî Gelişmeler
Anadolu, Selçukluların idaresine geçtikten sonra Türk ve
dünya tarihinin önemli bir kültür hadisesine şahit
olmuştur. Anadolu’da kurulan ilk eğitim müesseselerinden
medreseler, II. Kılıç Arslan (1153-1192) döneminde
görülmeye başlamıştır.
Beylikler ve Osmanlılar, eğitim-öğretim müesseseleri
kurmak suretiyle kendilerinden öncekilerinin geleneğini
devam ettirmişler ve yönetimleri altındaki bölgelerde çok
sayıda medrese kurup buralarda ilim adamlarının ders
vermelerini sağlamış, ilme ve ilim adamlarına da destek
vermişlerdi.
Osmanlılar döneminde yazılan eserler hakkında bir fikir
edinmek için, sadece Taşköprülüzâde’nin, (öl. 1561) eş-
Şakâiku’n-Nu’mâniyye adlı eserinde, kendi dönemine
kadar tesbit ettiği Osmanlı ulemasının sayısının beş yüzü
geçtiğini ve Kâtip Çelebi’nin (öl.1656) Keşfü’z-Zünûn
adlı meşhur eserinde, on beş bine yakın kitap ve risale ile
on bin kadar müellif ve şârihden bahsettiğini söylemek
yeterli olacaktır.
İslâm Medeniyetinin Batı’ya Tesirleri
İslâm bilimi, felsefesi ve kültürünün Batı’ya geçiş
yollarını şu şekilde özetleyebiliriz:
• Endülüs İslâm medreseleri (Kurtuba, Sevilla,
Toledo, Gırnata),
• Sicilya Müslümanları,
• Haçlı seferleri,
• Balkanlara yerleşen Osmanlı müesseseleri
• Hint ticaret yollarının aranması (coğrafya
kitaplarının tercümesiyle),
• Yahudi tercümanlar,
İslâm medeniyetinin sınırları, Batı dünyasının kapılarını
Emevilerden sonra devamlı zorlamış, Türklerin İslâm’ı
kabullerinden sonra ise durum daha da yaygınlaşmıştır.
Hele Anadolu’nun fethinde başarılı olunmasının ardından
gerek haçlı seferleri, gerekse Müslüman Türk akıncıları
aracılığıyla İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti yüz yüze
gelmiştir. Farabi, İbn Sina ve Gazâlî gibi İslâm
filozoflarının eserleri ile Aristo’nun Arapçaya tercüme
edilmiş eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilme
faaliyetleri yanında Batı dünyası diğer ilimlerle de meşgul
olma mecburiyetini duymuştur. Hatta XII. yüzyılın
üniversitelerinde İbn Sina’nın el-Kânn Fi’t-Tıb adlı eseri
ile İbn Rüşd’ün tıbbî risaleleri üzerine yoğunlaşmış
bulunuyorlardı.
Bilgi, felsefe ve kültürün İslam dünyasından Batıya
taşınması sonucu eski dünyanın bilgi birikimi, eski Yunan
ve Mısır birikimi Batıya taşınmıştır. Bu haliyle dünya
geçmişin bilimini ve bilgisini kendisine ulaştırdığı için
İslam medeniyetine bir hayli borçludur.
Avrupa XII-XV. yüzyıllar arasında İslâm’dan aldığı ilim,
kültür ve teknik aşılar sayesinde kendi medeniyetini
kurabilmiştir. İşte bu durum İslâmiyet’in tarih açısından
bir mucizesi sayılabilir. Zira Doğu kültürlerini yüksek bir
medeniyet senteziyle yeniçağa ulaştırma şerefinin
Hıristiyanlığa değil İslâm’a ait olduğunu bu durum ortaya
koymaktadır.