Ünite 4: İslâm Hukukunun Kaynakları - Konu Özeti

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Giriş
İslam hukukunun kaynakları Kitâb, Sünnet ve ictihad’dan
ibarettir. İslam hukukunun oluşumu da vahiy kökenli
naslar (ayet ve hadisler) yanında bu iki aslın hukukçular
tarafından sistemleştirilmesi ve uygulanması yoluyla
olduğundan İslam hukukunun kaynakları konusunu
deliller ve yöntemler olmak üzere iki kısma ayırarak
incelemek uygun olur.

Deliller

Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle
doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir
sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır. İslam
hukukunda hükümlerin dayandırıldığı deliller, en temelde
yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm ile O’nun son
elçisi olan Hz.Muhammed’in Sünnetidir. Aslî delillerin
uzantısı veya eki görünümü arzeden bu mülhak delillerin
tanımı ve ne ölçüde delil olabilecekleri konusunda İslam
hukuk ekollerinin yaklaşımları ve kabulleri farklıdır.

Aslî delillerin uzantısı sayılan bu deliller şunlardır:

• Önceki şeriatler,
• Sahabî sözü ve
• Medine ehlinin uygulaması.
Aslî Deliller

Kitab (Kur’ân-ı Kerîm):

İslam hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın kelamı
olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kitab (Kur’ân), “Hz.
Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki
kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı”
şeklinde tanımlanır. Kur’ân’ın nakline ilişkin temel
özellik, onun mütevâtir olarak (tevâtüren) nakledilmiş
olmasıdır. Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen
imkansız olan bir sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi
bir topluluktan nakilde bulunması anlamına gelir ve
Kur’ân nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir.
Kur’ân'ın Arapça oluşuyla ilgili olarak iki önemli problem
gündeme gelmiştir. Bunlardan biri Arapçadan başka bir
dille namazda kıraatin caiz olup olmadığı tartışması, diğeri
de Arapça bilmenin ictihad şartlarından biri olmasıdır.
Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezheplere göre namazda
Arapçanın dışında bir dille okumak asla caiz görülmezken,
Hanefilerde bir nedenle Arapça okumaya güç yetiremeyen
kimsenin başka bir dille kıraat edebileceği yönünde
görüşler vardır. Tercümede iki yönden hata söz
konusudur.

Bunlardan biri anlama hatası, ikincisi de anlamı başka dile
aktarma sırasındaki hatadır. Bu bakımdan tercümeden
hüküm çıkarmanın sağlıklı bir yol olmadığı söylenebilir.
Kur’ân-ı Kerîm bir bütün olarak hep birden değil yaklaşık
23 senelik süreçte parça parça inmiş, değişik yazı
malzemeleri üzerine yazılmış, sahabîler tarafından
ezberlenmiş ve daha sonra bir kitap haline getirilmiştir.
İnsanla ilişkili olarak düşünüldüğünde Kur’an’ın bütün
muhtevasını inanç, ahlak ve amel/davranış (ibadet ve
hukuk) olmak üzere üç ana grupta toplamak mümkündür.
Kur’an’ın bu içeriğine uygun olarak da Müslüman
geleneğinde üç temel ilim sistemleşmiştir. Kur’an’ın inanç
alanındaki ayetleri kelam ilminde, ahlak alanındaki
ayetleri tasavvuf ilminde ibadet ve hukuka ilişkin ayetleri
de fıkıh ilminde sistematize edilmiştir. Kur’an’da yer alan
6 bin küsur ayetten fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet
sayısı 500 civarındadır. Hukukun bazı konuları da özet
hükümler şeklinde veya daha ayrıntılı biçimde Kur’an’da
yer almaktadır. Kur’an’da en ayrıntılı biçimde yer alan
hukuk konusu belki de aile hukukudur. Kur’an’daki
mevcut düzenlemelerden hareketle şeriatın/hukukun en
temel amaçları beş temel değerin korunmasına
indirgenmiştir.

Korunması amaçlanan beş temel değer şunlardır:
• Canın korunması,
• Aklın korunması,
• Dinin korunması,
• Neslin korunması ve
• Malın korunması.

Kitab (Kur’an) Arap diliyle yazılmış bir metin olması
bakımından, anlamının doğru tesbit edilmesi noktasında
Arap dilinin delalet şekillerinin ve kurallarının dikkate
alınması bir zorunluluktur. Bu konu fıkıh usulü
kitaplarında oldukça geniş bir yer tutar. Fıkıh usulü,
Kur’an’ın ve ona tâbi olarak Sünnetin lafzının
yorumlanmasına ve hükme delâletine ilişkin kurallar
üzerinde yoğunlaşmıştır. Kur’an’ın İslâm Hukukunun aslî
kaynağı olduğunda görüş birliği bulunmakla beraber,
Kur’an’daki tek tek âyetlerin şer’î bir hükme nasıl delâlet
ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi
gerektirir. Bu temel noktalar ve fıkıh usulünde verilen
diğer ayrıntılar dikkate alınmadan
Kur’an’dan hüküm çıkarılmaya çalışılması, insanların
kendi kişisel yorum ve tercihlerini Kur’an üzerinden sanki
Kur’an’ın hükmüymüş gibi sunmaları gibi yanlış ve
yanıltıcı sonuçlar doğurabilir.

Sünnet:

Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil ve
takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir,
meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır. Mütevatir
sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri düşünülemeyen bir
sayıdaki topluluğun kendileri gibi bir topluluktan
naklettikleri sünnettir. Meşhur sünnet ise ilk tabakada
ahad iken sonraki tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip
olmuş sünnettir. Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda
tevatür sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir.
Sünnet, İslam hukukunun ikinci temel kaynağıdır.
Sünnetin ikinci kaynak olması onun daha az önemli
olduğu anlamına gelmez. Hüküm çıkarma konusunda
Kur’an ile Sünnet arasında özde bir fark yoktur. Kur’an’ın
anlaşılması noktasında da Sünnet’e büyük ihtiyaç vardır.

Sünnet’in temel bir kaynak olarak görülmesi, genelde,
Kur’an’ı Kerim’de Hz. Peygamber’e itaat ve ittiba etmeyi
emreden ve onun örnek alınması gereken biri olduğunu
vurgulayan âyetlere dayandırılmıştır. Sünnetin fonksiyonu
sadece Kur’an’ı açıklama ve Kur’an hükümlerinin
uygulanmasını örneklendirme ile sınırlı tutulmaz. Sünnet
ayrıca, Kur’an yanında ikinci ve müstakil bir hüküm
kaynağı olarak da görülür. Bu sebeple de Kur’an ve
Sünnet İslâm dininin, İslâm akaid ve fıkhının iki aslî
kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve
yorumlamada belirli ilmî metotların takip edilmesi, bu
kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikimi, fıkıh kültür ve
geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz
olmaktadır.

İcmâ:

İcma fikrinin doğuşu Hz. Peygamber’in ölümünden sonra
ümmet kavramıyla ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamberin
yerine bir halife seçilerek siyasî otorite boşluğu giderildi.
Raşid halifeler her iki alana ilişkin meselelerde ileri gelen
sahabîlerin görüşlerine başvuruyor (şûrâ) ve alınan karar
bu yolla meşrulaştırılmış oluyordu. Şûrâ üyeleri, öncelikli
olarak karşılan meselede Hz. Peygamberin bir sünnetinin
bulunup bulunmadığını araştırıyor, bulamadığı takdirde,
meseleyi kendi ictihadlarıyla karara bağlıyorlardı.
Muaviye ile birlikte siyasî otorite, teşriî (dini-hukuki)
otoriteden ayrışmaya başlayınca Sünnet ve önceki
uygulamalar ayrı bir önem kazandı. Gerek ibadet alanına
gerekse hukuk alanına ilişkin olsun, sahabîlerin görüş
birliği ettiği konular da tıpkı Hz. Peygamberin sünneti gibi
bağlayıcı kabul ediliyordu.

Fıkıh usulu terimi olarak icmâ, “Muhammed (s.a)
ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki
herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde
görüş birliği etmeleri” biçiminde tanımlanır.
İcmâ, esas itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin
hükmüne dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı
noktada buluşması yoluyla meydana gelir. İcmâın bir delil
olduğu birçok ayet ve hadise dayandırılmaktadır. Mesela
“Ey inananlar! Allaha itaat edin, peygambere ve içinizden
çıkmış emir sahiplerine iman edin…” (Nisa 4/59) ve
“Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim Resule
karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola ittiba
ederse, onu yöneldiği tarafa döndürür ve ateşe/cehenneme
sokarız…” (Nisa 4/115) ayetleriyle “Benim ümmetim
yanlış üzerinde birleşmez” hadisi bunlardan bazılarıdır.
İcmâ, gerek ayetlerde, gerekse hadislerde yer alan ve
Muhammed ümmetinin farklılığına ve üstünlüğüne vurgu
yapan ifadelerin toplamından çıkan ümmetin yanılmazlığı
fikri üzerine temellenir.

Tanımda geçen “onun ölümünden sonraki herhangi bir
devirde” kaydının ilk kısmı, Hz. Peygamber döneminde
icmâa gerek bulunmadığını, ikinci kısmı ise icmâın sadece
sahabe dönemine has olmayıp, başka dönemlerde de
gerçekleşebileceğini anlatmaktadır. İcmâın rüknü, yani
mahiyetini oluşturan öz, “ittifak”, yani görüşlerin bir
noktada buluşmasıdır. İcmâın gerçekleşmiş sayılmasının
şartı bütün müctehidlerin görüş birliğidir.
İcmâın gerçekleşmesine ilişkin olarak kimi usulcüler
tarafından öne sürülen fakat yaygın kabul görmeyen iki
şart daha vardır.

Bunlardan birincisi ınkırâzu'l-asr, diğeri de sahabe
ihtilafının bulunmamasıdır. Inkırâzu'l-asr, icmâa katılan
müctehidlerin hepsinin ölmesi anlamına gelir. Bu şartı öne
sürenlere göre, görüşünden vazgeçme ihtimali bulunduğu
için, aynı doğrultuda görüş bildiren müçtehidlerin hepsi
ölmedikçe icmâ gerçekleşemez. Hanefilere göre icmâın
gerçekleşmesi için ınkırâzu’l-asr şart değildir.

İcmâ ehlinin kim olduğunun belirlenmesi de önemlidir.
Çünkü kimin bu kapsamda olduğu bilinince, ehil olan
birinin dışarıda kalması durumunda icmâın gerçekleşmiş
olmadığı ve ehil olmayan birinin karşı görüşünün icmâın
gerçekleşmesini engellemediği de bilinmiş olur.
İcmâın hükmü, üzerinde icmâ edilen konunun hükmünün
yakinen sabit olup, inkârının küfrü gerektirmesidir. Bu
konuda getirilen gerekçeler, icmâın hücciyyetini isbatta
kullanılan gerekçelerdir. Ancak bu hüküm icmâın bütün
mertebeleri için geçerli değildir.

Sağlamlık ve kesinlik derecelerine göre icmâ şu şekilde sıralanır:
1. Sahabe icmâı,
2. Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir
konudaki icmâı,
3. Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda
mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı. Bu icmâ
tartışmalı olup, bir asır içinde veya iki farklı
asırda değiştirilmesi mümkündür.
4. Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin
vazgeçtiği icmâ. Bu tür icmâ da tartışmalıdır.

İcmâın mutlaka bir dayanağı olmalıdır. Bu dayanağın
neler olabileceği konusunda usulcülerin farklı yaklaşımları
vardır. Buna göre icmâ zanni bir delile dayalı ise onu
kat’ileştirmekte, kat’i bir delile dayalı ise onu daha da
kuvvetlendirmiş olmaktadır. Haber-i vâhid ve kıyas
üzerindeki icmâ birinci türe, namaz, oruç, hac, zekât gibi
ibadetlerin farziyeti üzerindeki icmâ ise ikinci türe
girmektedir.

İcmâ, deliller hiyerarşisinde genel olarak Kitab ve
Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alsa da usulcüler, bu
sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, kuvvet açısından
yapılacak sıralamada icmâın birinci sırada yer alacağını
açıkça ifade etmişlerdir. İcmâın üstlendiği temel
fonksiyon, başta dinin sembolik ifade biçimleri olan ibadet
ve ibadet içerikli konular olmak üzere Hz. Peygamberin
bütün alanlardaki temel uygulamalarının tespit edilip,
koruma altına alınmasıdır. Bir anlamda Hz. Peygamberin
ümmetin şahsında yaşatılması olduğu söylenebilir.

İcmânın işlevleri genel anlamda;
1. Muhafaza (İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz.
Peygamberden intikal eden ve sahabede
somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları
korumak ve sürdürmek)
2. Bağlayıcılık (Özellikle hukuk alanına ilişkin
olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve
bağlayıcı karar alabilmek)
3. Kamu otoritesini sınırlamak
4. Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak
(Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına
yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın
hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî
konuların meşruiyetini ispatlamak ve
temellendirmek)

Istıshâb:

Terim olarak ıstıshâb mevcut olan bir şeyin aynı şekilde
devam etmesi, diğer bir ifadeyle, daha önce varlığı bilinen
bir durumun, aksine delil bulunmadıkça, varlığını
koruduğuna hükmedilmesi şeklinde tanımlanır.
Usulcülerin “Bekâu mâ kâne alâ mâ kân” sözleri bunu
ifade eder. Gazzâlî başta olmak üzere kelamcı usulcüler
ıstıshâbı asli deliller arasında zikretmişler, Kitab, Sünnet
ve icmâ’dan farkını belirtmek üzere de bunların nakli
delil, ıstıshâbın ise aklî delil olduğunu söylemişlerdir.
Istıshâbla irtibatlı olarak düşünülen iki temel ilke vardır.
Bunlardan birisi “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi, diğeri de
“Berâet-i zimmet asıldır” ilkesidir.

Mülhak Deliller

İslam hukukuçularının hüküm çıkarımında başvurdukları
bazı kaynaklar vardır ki bunlar üzerinde dikkatlice
düşünüldüğü vakit bunların bağımsız delil olmaktan çok,
Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir uzantısı
mahiyetinde oldukları görülür. Bu kaynaklar önceki
şeriatler, sahabî sözü ve Medine halkının uygulamasıdır
(Ameli ehl-i Medîne).

Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ)
Başta tevhid (Yaratıcının birliği) ilkesi ve buna bağlı
hususlar ile ahiret vb. konular geçmişten bu yana
değişmeyen din kapsamında yer alır. Şeriat ise daha çok
ibadetin veya hukukun konusu olan davranışlara (amel)
ilişkin olan hususları kapsar. Hz. Muhammed’in getirdiği
şeriat, önceki şeriatlerı neshettiği için kural olarak o
dinlerde yer alan ibadet ve hukuk alanındaki hükümler
Müslümanlar için geçerli ve bağlayıcı değildir. Bu
bakımdan İslam hukukçuları Hz. Muhammed’den önceki
ilâhî dinlerin Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in
sünnetinde yer almayan hükümlerine bir kaynak değeri
atfetmemişlerdir. Ancak Kur’an’da ve Sünnet’te bazen
eski şeriatlardaki bazı uygulamalara atıf yapılır.
Önceki dinlerin Kur’an veya Sünnet’te red veya onay
yönünde bir açıklama bulunmayan hükümlerinin
geçerliliği konusunda İslam hukuk ekolleri arasında farklı
yaklaşımlar vardır. Bu konuda iki temel yaklaşımın altı
çizilebilir. Bunlardan birinci yaklaşım, yasaklanmadığımız
sürece önceki şeriatlarla amel etmemiz, onları
uygulamamız gerektiğini öne sürerken, diğeri, aynı
hükmün bizim şeriatımızda da bulunması durumu hariç,
ilke olarak önceki şeriatlarla amel etmenin yasaklığını
savunur.

Sahâbî Sözü:

Hadis bilginleri Hz. Peygamberi görmüş olan her mümini
sahabî olarak nitelerken fıkıh usulü bilginlerine göre,
örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle
birlikte bulunmuş kimseye sahâbî (çoğulu: sahâbe) denir.
Sahabî sözü, daha çok, bir sahabînin herhangi bir
konudaki görüşü, fetvası anlamına gelir.

Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde ortaya çıkabilir:
1. Sahabîlerin görüş birliği (icmâ),
2. Sahabîlerin görüş ayrılığı(ihtilaf),
3. Bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına
rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü
(sükûtî icmâ) ve
4. Bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık
kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık
kazanan sözü.

Başlıkta geçen “sahabî sözü” ifadesi özellikle dördüncü
durum için kullanılır. Sahabî sözünün hüccet olup
olmadığı konusundaki görüşler iki grupta toparlanabilir.
Birinci görüşe göre, sahabî sözü ister kıyasa uygun isterse
aykırı olsun mutlak olarak hüccettir. Sahabî sözünü hüccet
sayanlar, daha çok sahabenin faziletini dile getiren ayet ve
hadislere tutunmuşlardır.

Sahabî sözlerinin tamamını değil, sadece kıyasa aykırı
olanlarını hüccet sayan güçlü bir eğilim daha vardır. İkinci
görüşe göre ise sahabî sözü kural olarak hüccet değildir.
Bu görüş sahiplerinin tutunduğu akli gerekçelerden biri,
‘sahabenin masum olmamasıdır. Birinin başka birine
uymasının gerekli olması için uyulacak kişide uyanda
bulunmayan bir meziyetin olması şarttır. Hz. Peygambere
uymak vaciptir, çünkü o masumdur. Ümmetin icmâına
uymak gerekir, çünkü Hz. Peygamber, icmâın da masum
olacağına şahitlik etmiştir.

Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları şu şekilde
sıralanabilir.

1. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde,
kıyasa takdim edilmesi, yani sahabî sözü varken
kıyasa başvurulmaması gerekir.
2. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde
bununla Kur’ân’ın umûmî ifadeleri tahsis
edilebilir.

Medine Ehlinin Ameli:

Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren ömrünü
tamamladığı şehirdir. Ahkâm âyetlerinin büyük çoğunluğu
Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin tamamına
yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı bu süreci
Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam Malik bu
durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasına bir
değer atfetmiş ve onu hüccet olarak görmüştür. İmam
Malik’in Medine ehlinin amelini hüccet kabul ettiği
yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun mahiyeti
konusunda farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Malikî
ekolü dışında kalan usulcülerin büyük çoğunluğu ise
Medine uygulamasına özel bir değer atfetmemişlerdir.
Görüldüğü gibi kabul edenler açısından “Medine ehlinin
ameli” bağımsız bir delil olmayıp, Sünnetin veya icmâ’ın
bir eki, uzantısı mahiyetindedir.

Yöntemler

Kıyas:

Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine göre
yapmak gibi anlamlara gelen kıyas sözcüğü Hanefi
usulcülerin tanımına göre kıyas ‘sırf dil yoluyla idrak
edilemeyen ortak bir illet sebebiyle asıldaki hükmü fer'e
de vermek (ta‘diye)’ demektir. Bir başka tanıma göre ise
‘İllet birliği sebebiyle asıldaki hükmün benzeri olan bir
hükmü fer’de isbat etmektir. Fakihlerin bazı metodlar
uygulayarak illeti bulma çabaları kesinlik ifade etmeyip
zan ifade eder. Bu bakımdan kıyas işleminin sonucunda
ulaşılan hüküm, çoğu kere, asıldaki hüküm gibi kesinlik
ifade etmez, zan ifade eder. Kıyas yoluyla ulaşılan sonuç,
rastgele değil, bir âyet ve hadisteki hükmün, illet birliğine
dayanarak fer‘e verilmesinden ibaret olduğu için, yapılan
kıyas işlemi, bir hükmün ilkten konulması (isbat) değil,
asılda potansiyel olarak var olan hükmün açığa çıkarılması
olmaktadır. Kıyas işleminin hukuken geçerli sayılabilmesi
için bazı şartları taşıması gerekir. Bunlar, her bir rükünde
aranan şartlar şeklinde olmak üzere fıkıh usulu eserlerinde
ayrıntılı olarak anlatılır.

Kıyasın meşru bir yöntem olduğu Sünnî ve Mutezilî
usulcülerin geneli tarafından kabul edilir. Çünkü bunlara
göre, sayıca sınırlı olan nasları, sınırsız hayat olaylarına
yetiştirmenin başka yolu yoktur. Özellikle Zahiriler ve Şia
kıyası şiddetle reddederler. Zahiriler nasların zahir
anlamlarının yeterli olduğunu ve kıyasa gerek
bulunmadığını savunurken, Şia masum imam telakkisi
sebebiyle kıyasa ihtiyaçları olmadığını iddia ederler.

İstihsan:

İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir. Terim
olarak ise kolaylığın alınıp zorluğun terkedilmesi olup, bu
husus dinde temel bir prensiptir. İstihsanın mahiyetini en
iyi yansıttığı düşünülen bir tanıma göre istihsan, “bir
meseleye, daha kuvvetli bir anlam sebebiyle, o meselenin
benzerlerinin hükmünden farklı bir hüküm vermek”tir.

Ana kuraldan ayrılmayı meşru kılan sebepler şunlardır:

1. Kurala aykırı olan bir nassın bulunması.
Unutarak yiyip içmekle ilgili hadis buna örnektir.
2. İcmâın bulunması
3. Zaruretin bulunması.

Bu sebeplere göre değerlendirdiğimizde karşımıza üç tür
istihsan çıkar: Nass sebebiyle istihsan, icmâ veya teâmül
sebebiyle istihsan, zaruret sebebiyle istihsan. Kapalı kıyas
sebebiyle yapılan istihsan da istihsanın dördüncü türü olur.

Istıslâh (Mesâlih-i Mürseleyi Dikkate Alma):

Istıslah, genel olarak maslahat-ı mürseleyi dikkate alma,
ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat, asıl
itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı
gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Maslahat, “mahiyeti
ve gücü açısından” ve “Şer‘in itibar edip etmemesi”
açısından olmak üzere iki açıdan taksime tutulmaktadır.
Mahiyeti ve gücü açısından maslahat zarûriyyât, hâciyyât
ve tahsîniyyât olmak üzere üç kısma ayrılır. Şâri’in
dikkate alıp almaması açısından ise maslahatlar muteber,
mülğâ ve mürsel maslahatlar olmak üzere üç kısma ayrılır.
Istıslah ilke olarak karşılaşılan olayın hükmünün naslarda
veya icmâ’da bulunmaması ve kıyas yöntemiyle
bulunamaması durumunda devreye girer.
Maslahat-ı mürseleye göre hüküm vermenin caiz olup
olmadığı usulcüler arasında tartışmalıdır. Daha çok İmam
Malik ve Malikiler ile son dönemlerde
Hanbelîlerin maslahat-ı mürseleye göre amel ettikleri,
diğer ekollerin ve usulcülerin buna sıcak bakmadıkları
yaygın bir kanaattir. Bunlara göre ıstıslah, kıyasa başvuran
ve münasip vasıf arayışında olan herkesçe benimsenen bir
yöntemdir.

Sedd-i Zerâi‘:

Zerâi‘, harama, kötü ve zararlı bir sonuca götüren şey
anlamındaki zerî‘a sözcüğünün çoğuludur. Sed, ise
kapamak, engel olmak, set çekmek anlamına gelir. Buna
göre sedd-i zerî‘a kötülüğe giden yolun kapatılması
demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde
işletilen bir yöntemdir. Yasağa götüren şeyin de yasak
olması gerektiği ve yasağa götüren şeyin görünüşte caiz
olmasının, sonucun meşruluğunu garanti edemeyeceği
anlayışı üzerine temellenir.