MISRA
Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında beyti oluşturan iki satırlık(nesir yani düz
yazı gibi düşünülürse) nazım parçalarından her biri demektir.
Sözlükte “yıkıp yere devirmek, yere çalmak” mânasına gelen sar’ / sır’ kökü “şiirin beytini
iki mısralı yani iki kafiyeli, öte yandan da kapıyı iki kanatlı yapmak” anlamlarını
ifade eder. Ayrıca “ev” mânasındaki “beyt”in kapısındaki her bir kanada
mısra denildiğine işaret edilir. Ev kapılarla ki ekseriyetle de iki kanatlı
olmaktadır tamamlanmakta ve eve de kapıdan girilmektadir. İşte nasılki eve
kapılardan girilmekte ise şiirlere de mısralarla başlanmaktadır. Bu açıklamalardan
hareketle gerçek anlamı “ev, çadır, oda, mesken, konak” olan beyit, bir
edebiyat terimi olarak aynı vezinde iki mısradan meydana gelen nazım birimini
ifade etmekte olup mısra da terim olarak beyti meydana getiren iki parçadan
biri için kullanılır.
Son devirlerde dize kelimesiyle karşılanan mısrayı Türk edebiyatı kaynakları,
“ölçülü veya ölçüsüz bir satırlık nazım parçası” şeklinde tarif etmektedirler.
Divan edebiyatında mısra beytin yarısıdır; mânalı en küçük nazım
birimidir. Diğer bir ifadeyle bir nazım parçasını oluşturan her bir satıra mısra
adı verilir. Mısra şiirin en küçük parçası olduğu gibi aynı zamanda en küçük
nazım şeklidir.
Divan edebiyatında kaside, gazel, mesnevi, terkib-bend ve tercî-bendde
nazım birimi beyittir. Son dönem Türk edebiyatında Batı edebiyatının da etkisiyle
mısradaki mâna bütünlüğü kaybolmuş, serbest şiirlerin bir kısmında
daha ileri gidilerek mısraın sınırları belirsizleştirilmiş, bazan tek kelimeden
ibaret mısralar yazılmış, bu da şiiri nesre daha fazla yaklaştırıp boğmuştur.
Divan edebiyatında bir anlamı en kapsamlı şekilde ifade edebilecek,
âhengiyle ve derin manalarıyla zihinlerde yer alacak kadar dikkat çekici bir
ustalık ve güzelliğe sahip mısralar vardır. Bu mısralar aynı zamanda zaman
zaman atasözü gibi kullanılmaya başlar. İşte bu mısralar “mısra-ı berceste”
(son derece latif ve sağlam) veya “şah mısra” adıyla anılmışlardır. Bunlar
eser değerinde kabul edildiğinden mısra-ı berceste söyleyebilen kişinin de şair
sayılmasına yeterlidir. Böyle mısralar şiirin en güzel parçası olup mânasının
derinliği ile dillerde dolaşan, kolayca hatırlanabilen, ifadelerdir.
Bâkî’nin, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ
imiş”; Bursalı Tâlib’in, “Çeşm-i insâf kadar kâmile mîzân olmaz / Kişi noksânını
bilmek kadar irfân olmaz” ve Koca Râgıb Paşa’nın, “Miyân-ı güft ü
gûda bed-meniş îhâm eder kubhun / Şecâat arzederken merdi kıptî sirkatin
söyler” beyitlerinin ikinci mısraları bugün de dillerde birer atasözü halinde
dolaşmaktadır.
Divan şiirindeki örneklerden hareket edildiğinde mısraa beyit gibi kısa bir
nazım şekli olarak bakmak da mümkündür. Herhangi bir manzume içinde yer
almadan başlı başına bir şiir gibi yazılmış mısralar bulunmaktadır. Bir manzume
içinde yer almayan, bazan diğer mısraları tamamıyla unutulan ve mânaları
kendi içlerinde tamamlanan, mısra-ı bercesteler gibi dillerde dolaşan bu
tek mısralara “mısra-ı âzâde” veya yalnızca “âzâde” denilmektedir.
II. Mahmud’un hekimbaşısı Abdülhak Molla’nın ecza dolabının kapısı üzerine
yazdırdığı, “Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı” ve Muallim Nâci’nin
gülümserken çekilmiş bir resminin altına yazdırdığı, “Mudhikât-ı dehre ben
ölsem de tasvîrim güler” örnekleri birer mısraı âzâdedir. Bunlar manzumelerden
kopuk ya da tamamlanmamış şiir parçaları şeklinde kalmayıp “müfred”
adını alan tek beyitler gibi genellikle divanların son taraflarında
“mesâri’(mısralar)” adıyla anılan özel bir bölümde yer alır.