Ticari işlemlerde haksızlık yapmaktan, zarar vermekten, zulmetmekten
kaçınmak ve bunların aksine hakkaniyetli ve adaletli davranmak ve böylece
kazancın tam anlamıyla tertemiz ve helal olmasını sağlamak iş hayatına
başladıktan sonra uyulması ve uygulanması gereken en önde gelen
şartlardandır.
Gazali, iş hayatında başkalarının zarar görmesi ile sonuçlanan
haksızlıkları iki kısma ayırır: Zararı genele yansıyan haksızlıklar ve zararı
sadece müşteri ile sınırlı kalan haksızlıklar. “Zararı genel olan ticari
zulümler” başlığı altında o, karaborsacılık ve kalpazanlığı irdeler. “Zararı
yalnız müşteriyi ilgilendiren ticari zulümler” başlığı altında ise çok daha fazla
sayıda ticari haksızlık konusunu ele alır. Ona göre, alış-veriş yapan kimsenin
zarar görmesine sebebiyet veren her şey zulümdür. Bu konularda adalet ise
kişinin Müslüman kardeşini zarara sokmamasıyla sağlanır. Burada genel
kaide şudur:
“Kişi, kendisi için istediği şeyleri müslüman kardeşi için de
istemeli; kendisine yapıldığı taktirde ağırına gidecek ve canını sıkacak bir
muameleyi başkalarına yapmamalıdır.” Bu kaide bağlamında, yapılmaması
gerekenleri o, şu dört esasta toplar:
1) malda bulunmayan bir özellikle malı övmemek,
2) malın gizli ve açık bütün kusurlarını açıklayıp, hiçbirini gizlememek,
3) ölçü ve tartıda hile yapmamak,
4) Müşterinin bildiği taktirde almayacağı fiyatı gizlememek,
başka bir deyişle, alıcı veya satıcıya piyasa
fiyatını gizlememek. Bu dört esasın birincisi bağlamında o, ticaret için dini
duyguları istismar etmemek gerektiğini de örneklerle birlikte ısrarla vurgular
(1998, 170-85).
İslâm iş ahlâkını özetleyen iki temel kavramın “haramdan sakınmak” ve
“helal kazanç” kavramları olduğunu söylemek mümkündür. Yukarıda
belirtildiği üzere, ticaret yapmak, mal kazanmak, servet sahibi olmak meşru
ve makbuldür fakat bunların hiçbir aşamasında haksızlığın ve dolayısıyla
haramın bulunmaması gerekir. Haksızlık ve haram, iş hayatının en temel iki
yasağıdır. Zira bir ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Ey inananlar!
Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin,
haram ile nefsinizi mahvetmeyin” (Nisa/4: 29). Müslüman daha fazla
kazanma hırsıyla ve hatta daha fazla kazanıp bunun bir kısmıyla daha fazla
iyilik yapmak, daha fazla zekat ve sadaka vermek, daha fazla öğrenciye burs
vermek, daha fazla fakir ve yoksula yardımda bulunmak gibi iyi niyetlerle de
olsa kazancına haksızlık ve haram bulaştıramaz, haksız ve haram yollarla
servet edinemez.
Bu tür yollarla edinilmiş haksız kazançlar, yapılan ufak
tefek yardımlarla ve hatta camiler, okullar ve benzeri hayır kurumları
yaptırmakla aklanamaz. Kul hakkı ve özellikle de tek bir bireye ait olmayıp
kamuyu ilgilendiren ve birden çok kişiyi etkileyen haksızlıklar, Allah’ın
affetmeyeceği haksızlıklar kapsamına girmektedir. İşte ayeti kerimede
“haram ile nefsinizi mahvetmeyin” emri ve uyarısı tam da bu konularla
ilgilidir. Bilhassa helalleşmenin imkansız olduğu çok sayıda ve tanınmayan
kişilere karşı yapılan haksız işlemler ve kazançlar, dünyada geçici bir süre
kazançmış gibi gözükse de, gerçekte ve ahirette çok büyük bir kayba ve
mahviyyete sebep olacaklardır. Dolayısıyla, haksızlık ve harama karşı çok
duyarlı olmak ve bunların büyük-küçük, gizli-açık, bireysel-kamusal her
türünden kaçınmak İslâm iş ahlâkının temelini oluşturmaktadır.
İş hayatında sık karşılaşılan haksızlık ve adaletsizliklerden biri, alış-
verişte karşı tarafı aldatmak, ölçü ve tartıda hile yapmak gibi ahlâksızlıklardır.
İş hayatının her alanında, her ilişki düzeyinde ve her sektörde
görülebilecek olan hilekarlıklar ve haksızlıklar, İslâm dininin şiddetle
kınadığı, kesinlikle yasakladığı ve sadece dünyevi değil uhrevi müeyyidelerle
de insanları bunlardan uzaklaştırmaya çalıştığı hususların başında
gelmektedir. Nitekim bir ayette iş hayatında hilekarlık yapanlar şöyle tehdit
edilir ve uyarılırlar: “Alışverişlerinde hile yapanların vay haline! İnsanlara
karşı kendileri için ölçtüklerinde tam ölçerler. Onlar için ölçtükleri veya
tarttıkları zaman eksiltirler. Onlar, kendilerinin büyük bir gün için
diriltileceklerini zannetmezler mi?” (Mutaffifin/83: 1-5)
Oysa biraz derin düşünülse ve biraz vicdanımızın sesine kulak verilse
görülür ki hilekarlıkla başkalarını aldattığımızı zannederken aslında
kendimizi aldatıyor, kar ettiğimizi sanırken kaybediyoruz. Çünkü yalancının
mumunun yatsıya kadar yandığı gibi hilekarın hilesi de bir yere kadar gizli
kalacak, bir süre sonra açığa çıkacak ve o kişi müşteriler nezdinde
güvenilirlik ve itibarını kaybedecektir. Hilekarlığı ve dürüst olmayışı ile
tanınmış, güvenilirlik ve itibarını kaybetmiş kişilerin ise iş hayatında uzun
süre başarılı olması oldukça zor olsa gerektir. Oysa dürüst ve adil olmak ve
dürüstlük ve adalet ile tanınmak, insana kendi vicdanı karşısında huzur,
toplum içinde itibar, ahiret hayatında mükafat olarak geri döneceği gibi iş
hayatında da daha fazla müşteri, daha fazla satış ve daha fazla kar olarak
yansıyacaktır. Bir ayette doğruluk emredilmekte ve bunun sonucunun çok
daha üstün olacağı şöyle belirtilmektedir: “Ölçtüğünüz zaman, tam ölçün,
doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlı, hem de sonuç olarak daha
güzeldir.” (İsra/17: 35; krş. En’am/6: 152)
Müslümanın bir Müslümanı aldatması, hatta Müslüman olsun veya
olmasın herhangi bir insanı aldatması, herhangi bir insanın saflığından
yararlanması doğru değildir. İş hayatının her aşamasında dürüstlük, kişiye ve
şartlara göre değişen göreceli bir davranış tarzı değil, her zaman ve mekanda
geçerli olan, her dinden ve dilden insanı kapsayan evrensel bir ilke olarak
kabul edilmeli ve hipotetik değil kategorik bir buyruk olarak uygulanmalıdır.
Turistlerle ilgili örneklerde zaman zaman karşılaşıldığı gibi bazı insanların
alış-verişin yapıldığı dili bilmiyor oluşu, pazarlık kültürüne yabancı oluşu
gibi hususlar yahut bazı insanların doğuştan daha saf, insanlara çabuk
güvenen ve kolay aldatılmaya yatkın olması, onlar karşısında dürüstlükten
ayrılınmasına ve aldatmaya yönelinmesine yol açmamalıdır. Böyle kimseler
aldatılmamalı ve eğer biz böyle kimselerden biri isek baştan “aldatmaca
olmaması” konusunda karşı taraf ile açıkça konuşmalıyız. Çünkü bir gün bir
adam Hz. Peygamber’e, yaptığı satım akitlerinde aldandığını söyledi: Bunun
üzerine Hz. Peygamber ona söyle buyurdu: “Alım-satım yaptığında karşı
tarafa: ‘Aldatmaca yok!’ de.” (Buhari, 2008, 538)
İslâm iş ahlâkında aldatmama ve aldatılmamaya yönelik öğütlerden biri
de alış-veriş esnasında yemin etmenin hoş görülmemesidir. Sözümüz, yemine
ihtiyaç kalmadan güvenilir olmalı, dürüstlüğümüz yeminle desteklenmeye
ihtiyaç duymamalı; ayrıca, farkında olmayarak da olsa hata karışabilecek
alış-verişlerimize Allah’ın adı ile yemini aracı kılmamalıyız. Yemin edilmesi,
bilhassa daha müttaki olanların daha çabuk kanmalarına ve bu yüzden belki
de bazen zarar etmelerine yol açacaktır. Bu yüzden, alış verişlerde yemin
tasvip edilmemiş hatta yerilmiştir. Hz. Peygamber alış-verişte yemin
konusunda şöyle buyurmuştur: “(Yalan yere) yemin mala rağbeti artırsa bile
bereketi götürür” (Buhari, 2008, 533). İş hayatında haksızlık ve adaletsizlik
bağlamında yapılmaması gereken şeylerden biri de, söz verilmiş ve vadesi
gelmiş borcu geciktirmektir. İmkanı olanlar borcunu zamanında ödemeli,
eğer imkanı yoksa bunu bir an önce alacaklı ile görüşüp anlaşmalıdır.
Rasulullah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ödeme gücü bulunan kimsenin
borcunu geciktirmesi zulümdür” (Buhari, 2008, 563). Müslüman, işin hangi
sektöründe ve hangi düzeyinde çalışırsa çalışsın, işten, üründen, hizmette
etkilenen herhangi bir kişiye en küçük bir haksızlık ve adaletsizlik
yapılmadığının farkında olmalı; böylece kendi kursağından geçen ve canı
kadar sevdiği çocuklarına yedirdiği lokmanın tam anlamıyla helal
olduğundan emin olmalıdır.