Birlikte yaşamanın insana sağladığı birtakım avantajlar yanında, yüklediği
bazı sorumluluklar vardır. Çocuklar arasında oynanan oyunlarda bile bazı
kurallara uyma zorunluluğu vardır. Aksi halde oyunun düzeni bozulur.
Toplumsal hayatta da insan ilişkilerini düzenleyen, din, hukuk ve ahlâktır.
Hukuk, koyduğu kanunlara uymayanları cezalandırır. Dinin yaptırım gücü,
daha çok uhrevî, ahlâkın ise vicdanîdir. Ama üçü arasında yakın bir ilişki,
hatta paralellik vardır. Üçünün de toplumda insan ilişkilerini düzene sokmada
ayrı bir katkısı vardır. Bu üç alan (din, hukuk ve ahlâk), bir üçgenin birbirini
tamamlayan üç kenarı gibidir. Nitekim bazı insan fiillerine baktığımızda bu
daha net olarak anlaşılabilir: Örneğin hırsızlık, dinî açıdan “haram”, hukuk
açısından “yasak”, ahlâken de “kötü” bir davranıştır. Adam öldürmek öyledir.
Zina öyledir. O halde din, ahlâk ve hukuk ilkeleri, toplumsal hayattaki
düzenin kaynağı, insanlığın huzur ve mutluluğunun harcıdır. Ama burada
bizim konumuz, toplumsal ahlâk ve bu ahlâkı oluşturan ilkelerdir.
“Başkası” bizim dinimizde de, ahlâk anlayışımızda da oldukça önemlidir.
İslâm kültürü ve medeniyeti “ben merkezli” bir kültür ve medeniyet değildir.
“Yardımlaşma ve Dayanışma” başlığı altında daha geniş olarak ifade
edileceği gibi, İslâm medeniyeti bir “hayır ve vakıf medeniyeti”dir. Hayır ise
başkasının iyiliği için yapılır. Vakıf da bu hayırdan başkalarının yararlanmasını
amaçlar. Hatta kıyamete kadar yararlanmasını sağlar. Bu anlayışta
halka hizmet, “Hakk’a hizmet” olarak görülür. Hayrın ve iyiliğin
yaygınlaşmasını, herkesin ondan yararlanmasını İslâm dini kadar önemseyip
arzulayan başka bir din olmasa gerektir. Çünkü İslâm medeniyeti tarihi,
hayrın kurumlaştığı ve herkesin yararına sunulduğu vakıf kurumlarıyla
doludur.
İslâm ahlâkının “ben merkezli” olmayıp “başkası”nı önemsediği; öne
çıkardığı kavramlardan bile kolaylıkla anlaşılır. Sohbet, muhabbet, aşk,
dostluk, yardımlaşma ve dayanışma, iyilikseverlik, konukseverlik, ikram,
selâmlaşma, îsar (başkasını kendine tercih etme) vb. kavramlar, dikkat
edilirse, hep başkasıyla gerçekleşen ilkelerdir. Sohbet, ikram, yardımlaşma,
îsar vb. “başkası” olmadan gerçekleşemez. Üç kişinin oturduğu bir masaya
iki bardak çay geldiğinde, o iki bardak, masanın üzerinde, kişilerin önüne
birkaç defa gider gelir. Üçü de çayı birbirine ikram etmekte, arkadaşını
kendisine tercih etmektedir: “Buyurun siz için, ben biraz sonra gelecek olanı
alırım.” “Îsar” dediğimiz şey, işte budur. Başka bir kültürde böyle bir
manzara ile karşılaşmak pek mümkün değildir.
Toplumsal ahlâk ilkeleri, öncelikle evde öğrendiğimiz, sonra okulda
pekiştirdiğimiz, sosyal hayatta da her dâim ve her yerde uygulamamız
gereken ilkelerdir. Bunlar, evde anne-baba ve kardeşlerimize, sokakta
arkadaşlarımıza, evimizin ya da dairemizin bitişiğinde komşumuza, okulda
öğretmenlerimize, iş yerinde işverene, yöneticilere ve iş arkadaşlarımıza,
kısacası toplumda ilişki içinde olduğumuz herkese karşı uymamız gereken
kurallardır. Bunlara uyulmadığı takdirde, tıpkı havanın kirlenmesi gibi,
ahlâkî hayat da kirlenir. Kirli havada nefes almanın zorlaşması gibi, ahlâkî
duyarsızlığın yaygınlaştığı toplumlarda, huzur ve güven içinde yaşamak
zorlaşır. İnsanlar tedirgin olur, kötülükler artar, suç oranları yükselir. Bundan
dolayı, toplumda kimse ahlâk kurallarına uyma konusunda kendisini mazur
gösteremez. Çünkü bunun mazereti olmaz. Bu kurallardan bazıları; doğruluk,
yardımlaşma ve dayanışma, başkalarıyla iyi geçinmek, büyükleri saymak,
küçükleri sevmek, iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak, kardeşlik,
dostluk ve arkadaşlık, komşuları ve akrabayı gözetmek… şeklinde ifade
edilebilir.