İnsanın Allah’ın Halifesi Olması

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
İnsanın Allah’ın Halifesi Olması
« : 29 Ocak 2018, 15:47:28 »
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. İnsanın ahlâki varlık olmasının
esasında, onun sahip olduğu özellikler bulunmaktadır. İnsan alternatifler
arasından tercihte bulunabilecek, sahip olduğu imkânları geliştirebilecek, ne
yaptığını bilebilen, bunlara bağlı olarak da vazifeleri olan ve vazifelerinden
sorumlu bir varlıktır. Bu ve bunların yanında sayılamayacak çok özelliği,
insanı özel bir varlık haline getirmiştir. İnsanın bu özelliğini ifade etmek için,
eşref-ı mahlûkat (=yaratılmışların en şereflisi) ve halifetullah fi’l-arz
(=yeryüzünde Allah’ın halifesi) tabirleri kullanılır.

K. Kerim’de insanın yaratılışı anlatılırken (Bakara/2: 30-33) bu durum
çok açık bir şekilde ifade edilir:

“Hani Rabbin meleklere “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.
Onlar da orada, -biz seni hamd ile yüceltip, seni bütün noksanlıklardan
tenzih ederken-, oranın düzenini bozacak ve kan dökecek birini mi
yaratıyorsun? dediler. (Allah da) “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim”
dedi.

(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek,
“eğer sadık (görüşünüzde doğru) iseniz, bunların isimlerini söyleyin”
dedi.
(Melekler) Seni tenzih ederiz; bizim, Senin bize öğrettiğinden başka
bilgimiz yoktur. Her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Sensin.
(Allah) Ey Âdem, “onlara, onların isimlerini söyle” dedi. (Âdem) onların
isimlerini söyleyince dedi ki: “Ben size yerin ve göklerin gaybını-
/(gözükmeyen kısmını) bilirim, açıkladıklarınızı ve gizlediklerinizi bildiğim
gibi, demedim mi?”

Bu ayetlerde Cenab-ı Hakk yeryüzünde “bir halife” yaratacağını
söylerken aynı zamanda bütün insanlığın atasının Hz. Âdem olduğunu
açıklıyor. Burada Hz. Âdem’in bütün insanlığı temsil ettiği açıktır. Yani
Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i ve onun soyundan gelecek bütün
insanları/insanlığı “yeryüzünde halife” olarak yaratmıştır. Halife bir taraftan
sonradan gelen anlamına gelse de, bunun ötesinde, sonradan gelerek
öncekinin en azından bir cihetten vazifesini veya benzer vazifeleri üstlenen
kişi anlamına gelmektedir.

Sad suresinde “halife” ile en azından hangi imkân ve vazifenin mümkün
ve uygun olarak ta’ayyün ettiği de ifade edilmektedir:
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde, insanlar arasında
hakla (adaletle?) hükmet ve hevaya uyma (keyfi davranma?), yoksa seni
Allah’ın yolundan saptırır. Allah yolundan sapanlara hesap gününde,
unuttukları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.” (Sad/38: 26).
Bu ayeti kerimede hilafetin hak ile hükmetme, yani doğru karar verme ile
bir alakası olduğu dile getirildiği gibi keyfi davranmanın da insanı Allah’ın
yolundan saptıracağı dile getirilmektedir. Hilafet ile insanın Allah’ın yolunda
kendi varlığını devam ettirmesi arasında doğrudan bir irtibat olduğu buradan
kolayca anlaşılabilir.

Halife, “başkası adına işleri yürüten” demektir. Burada insandan önce,
insanın adına iş yapabileceği başka bir varlık olmadığına göre, hilafetin
müteallakının Cenab-ı Hakk olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan Allah’ın
yeryüzündeki halifesidir, kısaca yeryüzünde Cenab-ı Hakk adına iş yapmak
üzere yaratılmıştır. Bunu gerçekleştirebilmesi için kendisinin buna uygun
özelliklerinin bulunması lazımdır ve Cenab-ı Hakk ona bu özellikleri
vermiştir. Bu hususta bir nokta daha önem arz etmektedir. Cenab-ı Hakk
insanın yaratılması ile ilgili olarak “ve ona ruhumdan üfledim” (el-Hicr/15:
29) buyurmaktadır. Ruhun mahiyetini bilemediğimizi ve ilahi bir cihetinin
olduğunu dikkate aldığımız takdirde, insanın eşref-i mahlûkat olması ile bu
ilahi ciheti arasında bir irtibatın kurulması gerekmektedir. İnsan kendisinde
bulunan bu ruh ile başka bütün mahlûkattan fazla ve farklı imkânları
kendisinde birlikte taşır. Bu imkânlar her insana verilmiş olmakla birlikte,
bunların bir kısmı tam olarak verilmiştir, bir kısmı da geliştirilmeye müsait
bir şekilde. İnsana verilmiş olan imkânları geliştirmesinin bir sınırı yoktur;
çünkü onda sınırsız olan Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları tecelli
etmektedir. Eğer insan sahip olduklarını muhafaza edip, geliştirilmeye açık
olan özelliklerini Cenab-ı Hakk’ın hidayetine tabi olarak geliştirebilirse, o
zaman kelimenin tam anlamı ile yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak
vazifesini yerine getirmiş olacaktır.

İnsana beş duyu gibi bazı özellikler verilmiştir; insan yavrusu doğduktan
sonra adım adım bu özellikler etkin varlık kazanır. Bunun yanında insan bazı
özellikleri de zaman içerisinde kazanır, klasik ifadesi ile “kesp eder”. Mesela
hiçbir insan marangoz veya şöför olarak doğmaz; bu özellikleri zaman
içerisinde kazanır. Aynı şekilde insana bazı kabiliyetler de verilmiştir; ancak
bu kabiliyetlerin hangilerinin geliştirileceği insanın gayretine ve kesbine
bağlıdır. Bu kabilden olmak üzere insan alet yapabilir ve kullanabilir. Hangi
aletleri yapacağı onun bu kabiliyetini geliştirerek, kesb edeceği yeni
özelliklere bağlıdır. Ancak bu özelliklerin verilmesi bir taraftan, kazanılması
başka taraftan üzerinde durulması gereken birçok soruyu ortaya çı-
karmaktadır. Cenab-ı Hakk insana bazı özellikleri onun herhangi bir gayreti
olmaksızın verirken, bir kısım özellikleri de, onun gayretine bağlı olarak
vermiştir.

İnsan kısmen bilfiil, kısmen de bilkuvve ilahi sıfatları taşımaya ehil bir
varlıktır. İnsanın bilgi ve becerisini arttırması, onun zahiri duyu organları
dediğimiz beş duyu ve özellikle de “el”inin imkânlarını genişletmesi
anlamına gelmektedir. Ancak bu durum Allah’ın verdiği imkânların sadece
bir kısmını kullanmak demektir. İnsanın esas özelliği, yani ayrıcalıklı olduğu
taraf onun beş duyusu değildir. Çünkü beş duyu başka canlılarda da
mevcuttur. Ancak onlar bunları aletler üreterek geliştirme imkân ve
kabiliyetine sahip değillerdir. İnsan söz konusu olduğunda ise “el” ve onun
imkânlarının genişletilmesi anlamına gelen teknik ve teknoloji, belli ölçüde
önem arz edebilir. Ancak bu da insanı, elinin imkânları biraz daha artmış,
gözü daha fazla gören, kulağı daha fazla işiten, midesine daha fazla yiyecek
giden, ayağı daha hızlı hareket edebilen, hatta uçabilen bir “canlı” olmaktan
öteye götürmeyecektir.

İnsan dünyaya sınırlı imkânlarla gelir; ancak bu imkânlar zaman
içerisinde belirli bir form kazanarak, genişler. Bu genişlemenin bir tarafında
dünya hayatı içinde cismani/fiziki alanla alakalı olan bulunmaktadır. Bu
alanda insanlar teknik ve teknoloji alanında bilgi ve becerilerini arttırarak,
imkânlarını genişletirler. Bu da onların çevreleri üzerinde tasarruf imkânlarını
genişletmeleri anlamına gelir. Bu alanda bilginin genişletilmesinin bir düzeni
vardır ve bu düzen de, esası itibariyle ahlâkidir. Diğer taraftan da insanın,
diğer insanlarla birlikte yaşarken, onlarla birlikte, onların varlığını teyid edip,
onları muhafaza ederek kendi varlığını sürdürmeye yönelmesi, başlı başına
bir alandır. Bu alanda da tayin edici olan ahlâktır, yani davranış düzenidir.

Bunun ötesinde insanın tamamen mücerred ve ruhani yüzünün keşfedilip
geliştirilmesi söz konusudur. Bu insanın kendi deruni tarafında
gerçekleştireceği bir tür seyr ü sülûk olarak kavranıp anlatılabilir. Nitekim
klasik ahlâk edebiyatında bu seyr ü sülûk ciddi bir şekilde ele alınmıştır.
İnsanın ayırıcı hususiyeti, ahlâki bir varlık olmasıdır. Onun kendi
iradesiyle Allah yolunu tercih edip, o yolda hem yaşayıp hem yaşatması;
daha doğrusu yaşamaktan çok yaşatmaya yönelmesi ve kendi varlığını ancak
diğer insan ve varlıkları muhafaza üzerinden koruması, kendi güvenliğini
başkalarının güvenliğini sağlayarak güvenceye alması anlamına gelmektedir.

Bu kısaca insanın ilahi hidayete tabi olarak hayatını düzenlemesi anlamına
gelmektedir. Bu hayat veya “davranış düzeni”ne, İslâm ahlâkı dediğimizi
burada tekrar hatırlayabiliriz.

Demek oluyor ki, varlığın ve her türlü kemalin kaynağı, Cenab-ı
Hakk’dır. Cenab-ı Hakk’ın güzel isimleri vardır. Bu güzel isimler bütün
mevcudatta, her türde bir cihetten ta’ayyün ederken, insan türünde bir bütün
olarak ancak sonsuz ve sınırsızın, “Mutlak olanın mukayyedde (sınırlı
olanda) taayyünü (tikel bir varlık şeklinde ortaya çıkması)” olarak taayyün
eder. Bu taayyüne, yani Allah’ın isim ve sıfatlarının insanda görünür hale
gelmesi, insanın yer yüzündeki ve diğer varlıklar içindeki konumunu belirler.

Bu konuma kısaca “hilafet” denilir ki, insan türü bu cihetten Allah’ın
yeryüzündeki halifesidir. İnsanın halife olmasının en önemli ön şartı,
insandaki irade ve ihtiyardır. Cenab-ı Hakk mutlak anlamı ile irade sahibidir;
O’nun iradesine küllî veya mutlak irade denir. Buna karşılık insanın iradesi
mutlak değildir; insan sürekli verili şartlarda ve alternatifler arasından tercih
imkânına sahiptir ki, bu onun iradesinin mutlak olmadığını, sahip olduğu
imkânlarla sınırlı olduğunu göstermektedir. Her halükarda insan, isteme veya
istememe gibi bir imkânı içinde taşır. Bu isteğin müteallakı (ilişkili olduğu
şey) hayır, yani iyi olduğunda, buna “ihtiyar” denilir ki kelime/kök anlamı ile
bilerek ve farkında olarak hayra yönelik varoluşu ifade etmektedir. İnsan,
klasik dilde söyleyecek olursak, fail-i muhtardır (yaptıklarında özgürdür).
Alman filozofu Kant insanın bu özelliğini mutlaklaştırarak, “ahlâki otonomi”
(özerklik) kavramını geliştirmiştir. İnsanın herhangi bir fiilinin ahlâki
olabilmesi için gerekli ve yeterli şart olarak, insanın kendi istediğini sırf
kendisi istediği için yapması ve bunun da genelleştirilebilir olmasını
zikretmiştir. Kant, bu ilkesi gereği, insanın kendi kendisi hakkında vereceği
kararların “zulüm” olarak nitelenemeyeceğini; insanın kendi kendine
zulmetmeyeceğini varsayarak ahlâk ve hukuk felsefesini temellendirmiştir.

Ancak hem tek tek fertlerin, hem de fertlerden oluşan küçük veya büyük
toplulukların verdikleri kararlarla hem kendilerine hem de diğer insanlara
haksızlık yapabildiği insanlık tarihinin en fazla tanık olduğu olaydır. Bu
otonomi kavramının daha sonraki kullanım şekli oldukça dikkat çekicidir.
Burada hemen şunu söyleyebiliriz: otonomi başıboşluk veya sadece kendi
koyduğu kurallara uymak olarak anlaşıldığında (Kant’ın yaptığı gibi),
yirminci yüzyılda bu ilkeyle hareket eden insanlığın kendi kararları ile ortaya
başlarına gelen felaketler dikkate alındığında, oldukça ciddi sorunlar ortaya
çıkardığı görülmektedir.