Hz. Peygamber’den sonra İslam devletinin merkezde halife, vilayetlerde
valilerle yönetilen bir siyasî ve idarî yapıya sahip olduğu bilinmektedir.
Halife devletin başıdır. Medine’de bulunan müslümanlar tarafından tesbit ve
tayin edilmiş, daha sonra da diğer vilayetlerde bulunan müslümanların biatı
alınmıştır. Halkın seçimiyle işbaşına gelen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’i halef
bıraktı. İlk müslüman Araplar, bütün dünyada eski çağlardan beri uygulanan
verasete dayalı aile iktidarı düzenine ilgi göstermediler. Hulefâ-yi Râşidîn
döneminde hiçbir halife, ölümünden sonra yerine geçecek halifeyi belirlerken
kendi ailesinden birini düşünmemiştir. İslam’daki kıdem, yüksek ahlak,
liyakat ve Hz. Peygamber’e yakınlık o toplumda halife olmak için önemli
krıterler oldu. Bu dönemde halifenin halkı yönetmek ile namazda imamlık
yapmak gibi dini hizmetleri yürütme görevi de vardı.
Hz. Ebû Bekir kendisine “halifetullah” değil “halifetü resülillah”
denilmesini istediğine göre Râşid halifeler döneminde halifeler, iktidarın
kaynağının müslümanlar olduğunu kabul etmişlerdir. Müslümanlar biat
etmekle, halifeyi tanıdıklarını, kendisine bağlı kalacaklarına ve emirlerine
uyacaklarına dair söz verdiklerini ortaya koymuş olurlardı.
Halifelerin görevleri, adaleti sağlamak, devleti yönetmek, halkın dinî ve
dünyevî işlerini yürütmek şeklinde özetlenebilir. Bütün bu hizmetleri yerine
getiren halifeler Kur’an-ı Kerim’de yer alan şûra esasını (Al-i İmran 3/1 59; eş-
Şüra 42/38) en iyi biçimde kullanmışlar ve devletin şûrâ ve biat esasları
etrafında kurumlaşmasını sağlamışlardır. Böylece hızla genişleyen İslam
coğrafyası üzerinde adaleti temin edecek devletin etkinliğini göstermişlerdir.