İlahiyat 2. Sınıf - Din Sosyolojisi - Ünite 5 - Konu Anlatımı

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Din ve Devlet İlişkileri
« : Ekim 2013 »
Modernleşmenin önemli bir sonucu ve etkisi olarak kabul edilen laiklik, yasama etkinliklerinde dinin etkisini ortadan kaldırarak din-toplum ve din devlet ilişkilerini dönüştürmüş, bu yapının ortaya çıktığı Batı ülkelerinde her ülkenin kendi tarihi ve siyasi deneyimi ile toplumsal birikimine göre şekiller almıştır. Bu açıdan bakıldığında tek bir laiklik anlayışı, modeli ve uygulaması yerine söz konusu değişkenlerin de etkisiyle birden fazla laiklik yorumu ve din-devlet ilişkisi modeli gelişmiştir.Aydınlanma ile başlayıp sanayileşme, kentleşme ve modernleşme süreçleriyle devam eden süreçte, Batı'da din-toplum ve din-devlet ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu süreçler Avrupa'da kilise ve mezheplerin temsil ettiği dinin, toplumsal kurumlar üzerindeki etkisini büyük oranda törpülemiş, zayıflatmış ve yüzeyselleştirmiştir.Kilisenin eğitim, siyaset ve iktidar gibi alanlardaki yetkileri ellerinden alınmış ve söz konusu sorumluluk yetkileri modern-laik devlet üstelenerek gücünü pekiştirmiş kilise ve onun temsil ettiği din ise kamusal alandan çekilmek zorunda kalmıştır. Laikliğin kurumsallaşması, eğitim, öğretim ve kamu hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesi kilisenin güç, etkinlik ve rol kaybına neden olmuştur.

LAİKLİK (KAVRAM VE YAKLAŞIMLAR) Laiklik (laïcisme) teriminin kökenlerine bakıldığında ilk kez 16. yY DA İngiltere'de papaz olmayanların da, kiliselerin yönetiminde rol alabileceklerini savunan düşünce akımını ifade etmek üzere kullanıldığı görülür. Fransa'da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlanan laiklik kavramı, Yunancadaki laikos kelimesinden türetilmiş olup halktan olan yani ruhban sınıfına mensup olmayan anlamına gelir.

*İngilizce de ise laiklik kavramıma karşılık olarak Latince saeculum kelimesinden gelen sekülerizm (secularism)ve dünyevi anlamına gelen seküler (secular) kavramları mevcuttur. Kavram,Batı dillerindeki "lâique" (laik) kelimesi şekline dönüşmüş ve buradan da ruhbanlığa, kilise teşkilatına ve dini alana ait olmayan anlamında Türkçeye"laik" olarak geçmiştir.

* Laiklik kavramı Türkçeye Fransızcadan geçtiği için Fransız siyasi düşüncesi, Türkiye'deki laiklik anlayışı ve uygulamasını etkilemiştir.Siyasi anlamda laiklik, devletin dinler karşısında mutlak tarafsızlığı anlamında kullanılmaktadır. Bu manada laiklik "devletin siyasî varlığı üzerinde dinsel inançların söz konusu olmaması; onun bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması, vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı göstermesi" şeklinde anlaşılacaktır.

*Din ve devlet ilişkilerini düzenleyen siyasi bir anlayış ve hukuki bir ilke olarak yorumlandığında, laikliliğin, yaygın ve belirgin özellikleri olarak şunları saymak mümkündür: 1) Laiklik, devlet yönetiminin dini esaslara göre yönetilmemesi 2) Yasaların dini kaynaklar esas alınarak çıkarılmaması3) Devletin dinler ve dini gruplar arasında ayırım yapmaması,4) Bütün inanç gruplarına eşit mesafede bulunması, din ve vicdan özgürlüğünü koruması ilkelerini içerir.

*Sekülerleşme Teorileri 19. yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü savunuyordu. "Dinin ölümü veya yok oluşu"şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilim anlayışına egemen olan anlayışı yansıtıyordu. Toplumbilimsel Düşün başlığıyla Türkçeye de çevrilen Sociological Imagination adlı eserinde C. Wright Mills (1959:32-33) bu yaklaşımı şu şekilde açıklar: "Dünya bir zamanlar düşünce,pratik ve kurumsal form alanlarında kutsal ile doluydu.Reformasyon ve Rönesans'tan sonra modernleşme güçleri bütün dünyayı sardı ve modernleşme ile eşzamanlı tarihsel süreç olan sekülarizasyon kutsalın baskınlığını gevşetti. Özel alan hariç, kutsal, zamanla bütünüyle yok olacaktır." Dinin Zayıflaması ve Çöküşü Yaklaşımları Sekülerleşme kuramlarına bakıldığında "Rasyonalizm ve inanç kaybı" argümanı ile "İşlevsel evrim ve amaç kaybı" yaklaşımlarının daha baskın ve yaygın olduğu görülmektedir.

*Rasyonalizm ve İnanç Kaybı Yaklaşımı Max Weber'in çalışmalarından etkilenen ve 1960-70'li yıllarda David Martin,Brian Wilson ve Peter L. Berger gibi toplumbilimcilerin sözcülüğünü yaptığı "Rasyonalizm ve inanç kaybı" argümanını savunanlardan Wilson'a (1982:149) göre "Sekülerleşme dinin toplumsal öneminin azalmasını ifade eden" bir süreçtir. Aydınlanma bilimsel bilgiye, evrenin teknolojik kontrolüne ve deneysel kanıtlama ölçütlerine dayalı rasyonel bir dünya görüşü ortaya çıkarmıştır. *Bu yaklaşıma göre rasyonalizm (akılcılık) modern dünyada, kilisenin merkezi iddialarını boşa çıkarmış ve Batı Avrupa'da hurafeye dayalı dogmaları yıkmıştır. Rasyonalizm inanç kaybına da neden olmuştur. İnanç kaybı ise dininçözülmesine, kiliseye üyelik ve devam alışkanlıklarının ve bireysel dini pratiklerin erozyona uğramasına, mezhebi kimliklerinin toplumsal anlamlarının kaybolmasına, inanç temelli kurum faaliyetlerine katılım ve sivil toplumdaki dini gruplara verilen desteğin azalmasına neden olmuştur.

*İşlevsel Evrim ve Amaç Kaybı Yaklaşımı Durkheim'in görüşlerinden etkilenen "İşlevsel evrim ve amaç kaybı" yaklaşımını savunan Steve Bruce, Thomas Luckmann ve Karel Dobbelaere gibi toplumbilimcilere göre sanayi toplumlarındaki işlevsel ayrışma, dinin toplumdaki merkezi rolünün ortadan kalmasına neden olmuştur.

Larry Shiner ve Sekülerleşmenin Altı Biçimi

*L. E. Shiner sekülarizasyonun tek boyutlu olmadığını, farklı alanları kapsadığını savunarak bir sekülerleşme biçiminden veya sekülerleşme alanından bahseder.Shiner'e göre sekülarizasyonun son noktası dinsiz bir toplum olacaktır.  *Sekülarizasyonun ikinci tipi "bu dünya ile uyum içinde olmaktır ve bu dünyaya uyum sağlamaktır.'' *Sekülarizasyonun üçüncü biçimi toplumun dinle olan bağlantısının kesilmesi,artık dine dayalı bir anlayıştan kurtulup bağımsız bir gerçeklik oluşturması ve dinin etkilerini özel hayat alanına sınırlaması şeklinde kendini gösterecektir. *Sekülarizasyonun dördüncü biçimi dini bilgi, inanç ve kurumların işlevlerinin bu dünya temelli bir görüntüye bürüneceği öngörüsünü içermektedir.*Sekülarizasyonun beşinci biçimi bu dünyanın kutsal karakterini aşamalı biçimde kaybedeceği, bunun yerine rasyonel Dobbelaere, Luckman, Berger ve Wilson'a Göre Sekülerleşme Karel Dobbelaere, modernitenin yol açtığı sekülerleşmenin toplumsal, kurumsal ve bireysel düzlemlerde anlaşılması gerektiğini savunmaktadır. *Sekülarizasyonun altıncı biçimi kutsal toplumdan seküler topluma geçiş şeklinde formüle edilen sosyal değişmedir.Toplumdaki bütün kararlar, dini gerekçelere göre değil rasyonel temellere bağlı ve yararları göz önüne alınarak alındığında sekülarizasyon artık tamamlanmış olacaktır. Örneğin: Steve Bruce,Modern dünyadaki din algısını köklü biçimde değiştiren bireysellik ve rasyonel düşüncenin Reformasyon'la başladığını ve modernitenin geleneksel dini hayatı zayıflattığını savunmaktadır. Ona göre bireysellik veya bireycilik dini inanç ve hayatın cemaat/grup temelini zedelemiş rasyonalite ise dinin kutsal amaç ve öğretilerine inanmayı ortadan kaldırmıştır.

T. Luckmann, toplumsal alandaki sekülarizasyonu "geleneksel ve kutsal kozmosun çözülüşü olarak" tanımlar.

P. Berger ise toplumsal düzlemdeki sekülarizasyonu "modern Batı tarihinde toplumsal ve kültürel sektörlerin dini kurum ve sembollerin baskısından kurtuluşu'' olarak tanımlar.

Brian Wilson; ise bu anlamda sekülerleşmeyi cemaat etkisinin çözülüşü, cemaatten toplum olmaya geçiş olarak görür.Wilson'a göre toplumsal sekülerleşme sosyal kontrolün artık ahlaki ve dini aktörlerin tekelinden teknik ve bürokratik aktörlere geçiş biçiminde kendini gösterir.

*Geleneksel Sekülerleşme Kuramının Eleştirisi Geleneksel sekülerleşme teorileri modernitenin dini inanç, kurum ve pratikler üzerindeki yıpratıcı ve zayıflatıcı etkileri üzerinde durmaktadır. Batı Avrupa deneyimini açıklamakta, ancak ABD başta olmak üzere modernleşme süreçlerinden geçen diğer pek çok toplumdaki din-birey, din-toplum ve din-devlet ilişkilerini açıklayamadaığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir.

*Batı Avrupa'daki din, toplum ve devlet ilişkilerinin tarihsel gelişimi bağlamı içinde bu unsurların geçirdiği süreçleri ele alması ve açıklaması bakımından anlamlıdır. Peter L.Berger ve Grace Davie gibi sosyologlar, yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini yansıttığını,dünyanın diğer bölgelerindeki din-toplum ilişkilerini, dini ilişkilerini, dini davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmektedir. Sekülarizasyon kuramının yeniden gözden geçirilmesini savunanlar olduğu gibi bu kuramın analitik değerinin kalmadığını savunanlar da bulunmaktadır.

Jeffry Hadden (1987: 587) sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış önermelerden/kuramdan çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştüğünü savunur. Rodney Stark ve Roger Finke (2000: 79) ise Hadden'den bir adım daha giderek sekülarizasyonkuramının tarihe gömülmesi gerektiğini iddia eder.Çünkü "nerdeyse iki yüzyıldır kesinlikle başarısız kehanetler ve hem geçmişi hem de bugünü yanlış yansıtmasından dolayı artık sekülarizasyon doktrinin başarısız kuramlar kategorisine alınmasının zamanı gelmiştir".

Peter L. Berger ise 1967 yılında yayımladığı The Sacred Canopy isimli kitabında geleneksel sekülerleşme kuramını gelenve varsayımlarını savunduğu fikirlerinden vazgeçmiş; 1999 yılında yayımlanan The Desecularization of the World: AGlobal Overview başlıklı makalesinde tam tersi görüşü savunmuştur. Ona göre, sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır. Berger'e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar içermektedir. Modernleşme zorunlu olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır.Hatta hayli modern toplumlarda bile din varlığını sürdürmüştür.

*Bazı bilim adamları da ibadet yapılan kurumların insanlar arasındaki iletişimi artırdığı bunun da Robert Putnam'ın ifadesiyle "toplumsal sermaye"ye(social capital) katkıda bulunduğu görüşünü savunmaktadır.

*Avrupa'daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz olduğunda Fransız sosyolog Daniele Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur.Hervieu-Leger'e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi gruba,cemaate ve topluma bağlar; gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur.

Din-Devlet İlişkisi Modelleri

Devlet yönetiminde dinin rolü, yasama faaliyetlerinde dini referans ve otoritelerin etkileri açısından değerlendirildiğinde, İki model göze çarpmaktadır .

a)Bunlardan ilki laik devlet modelidir ki bu modelde din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış, dini kurumlar ve ruhban sınıfının siyasi ve hukuki kararların alınmasındaki etkisi ortadan kaldırılmıştır.

b)İkinci model ise dini kurum ve otoritelerin siyasi model ise dini kurum ve otoritelerin siyasi ve hukuki kararların alınmasında belirleyici olduğudinin başlıca yasama kaynağı olarak görüldüğü yönetim biçimidir.

Bu genel ayırımın ötesinde anayasal düzenlemeler açısından bakıldığında başlıca beş devlet yapısı ve din-devlet ilişkisi modelinden bahsetmek mümkündür:

1) Din ve devletin kesin olarak ayrıldığı bu modeli benimseyen ülkeler, anayasalarında açıkça laiklik ilkesini belirtir,Fransa, Türkiye ve Portekiz, bazı yorum ve uygulama farkları olmakla beraber bu gruba girer. Fransa'da başörtüsü ile ilgili düzenlemeler ve getirilen yasaklar ileTürkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın mevcudiyeti, Portekiz'de Vatikan ile yapılan ve Konkordat (Concordat) adı verilen anlaşma söz konusu farklıllıklara işaret etmektedir.

2) Anayasada laiklik ilkesi açıkça belirtilmeyen (laik) model: Bu modeli benimseyen ülke anayasalarında, laiklik ilkesinin, devletin temelini oluşturduğu belirtilmemiştir.Almanya, Avusturya, ABD ve Hollanda'nın da içinde yer aldığı bu modeldeki ülkelerde, her ülkenin siyasi ve tarihi birikimlerine bağlı farklılıklar görülmektedir.

* Örneğin ABD'de anayasa din ve devlet ilişkilerinde belirgin bir ayrım duvarı örmekte, kamu kaynaklarının dini kurum ve bunların etkinliklerine aktarılmadığı görülmekdedir ABD'de devlet, kiliseler ve dini grupların işlerine karışmamakta, kamu düzenini bozmadıkları sürece etkinliklerini kısıtlamamaktadır. Bu nedenle ABD'de kiliseler üniversite kurmak dâhil her düzeyde eğitim kurumu açmakta,hastaneler kurup işletmekte ve televizyon kanalları kurabilmektedir.

3)Anayasada bir devlet dininin benimsendiği ama uygulamada laik model: Devletin resmi bir dini veya mezhebinin olduğu ancak yasama faaliyetlerinde dini kurum ve otoritelerin etkisinin bulunmadığı bu modelde, resmi olarak kabul edilen din veya mezhebin diğerlerine göre ayrıcalıkları söz konusudur. İngiltere, Danimarka, Finlandiya, Norveç ve Yunanistan'ın benimsediği bu yapıda resmi din veya kilise olmamasına karşın din özgürlükleri güvence altına alınmıştır ve söz konusu resmi din veya kilise, siyasi ve hukuki kararların alınmasında bir rol üstlenmez.

4) Anayasada resmi bir devlet dini veya mezhebinin benimsendiği ve dinin kısmen veya tamamen yasama kaynağı olduğu model;Bu modelde resmi olarak kabul edilen din, kısmen veya tamamen yasamanın kaynağı olarak görülmekte, siyasi ve hukuki kararları etkilemektedir. İran, Afganistan Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır ve Pakistan gibi İslam ülkeleri ile İsrail ve Vatikan'ın benimsediği bu model de uygulamada kendi içinde farklılıklar göstermektedir. Örneğin;İran Şii mezhebini ve öğretisini yasamanın kaynağı olarak görürken yasamanın kaynağı olarak görürken, Suudi Arabistan Vehhabi İslam yorumunu benimsemektedir.Öte yandan Mısır ve Pakistan'da ise aile hukuki gibi bazı alanlarda İslam hukuku uygulanırken bazı alanlarda da dini kaynaklı olmayan düzenlemeler yapılmaktadır.

5) Din karşıtı model: Anayasada laiklik ilkesi açıkça belirtilsin veya belirtilmesin dine olumsuz bakan, dini örgütlenme ve faaliyetleri yasaklayan ve din özgürlüklerini kısıtlayan bu yapı Çin, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore'de görülmektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından önce Sovyet bloğunda da görülen bu model komünist ve Marksist ideolojinin din aleyhtarı bakış açısına yaslanmakta ve din karşıtı politikalar uygulamaktadır.

İSLAM DÜNYASINDA DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ 19. yüzyılda seküler Batı değerleri yönetici elit kesim tarafından daha üstün görülmüştür. 20. yüzyıl başlarında ise Batılıların açtığı okullarda okuyan yeni kuşak, kendi toplumları için seküler Batı kültürünü modernleşme ve toplumsal dönüşüm projesi olarak benimsemiştir. Batı'da laiklik siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere paralel olarak kademeli bir şekilde gelişmiştir.

*İslam dünyasında ise Batı ülkelerinin tersine tedrici bir şekilde gelişmemiştir. Laiklik, İslam dünyasına bu tür iç gelişmelerden daha ziyade Avrupa sömürgeciliğinin ve yayılmacılığının 19. yüzyıl başlarında başlattığı ideolojik 19. yüzyıl başlarında başlattığı ideolojik bir ürün olarak dışarıdan bir akım olarak girmiştir. Batı sömürgeciliği ile yüz yüze kalan Müslüman toplumların 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında üzerinde yoğunlaştığı konu varlıklarını sürdürebilmek bağımsızlıklarını korumak veya ülkelerini işgalcilerden kurtarmak olmuştur.

*Laiklik kavramı Türkçeye Fransızcadan geçerken Arapçada bu kavramın karşılığı olarak 19. yüzyılda "materyalist" veya "ateist"manasına gelen aşağılayıcı ve küçümseyici bir terim olan "dehri" kelimesi kullanılmıştır.Günümüz Arapçasında laiklik terimini karşılamak için "dünya" veya "dünyevi işler/konular" manalarına gelen "ilmaniyye" kelimesi kullanılmaktadır.

*Türkçede ise yukarıda açıklamaya çalıştığımız süreç laiklik kavramı ile ifade edilmekte ve aynı zamanda seküler, sekülerlik ve sekülerizm gibi kavramlar da zaman zaman kullanılmaktadır.

Türkiye'de Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

*Genel hatlarıyla Tanzimat'ın ilanıyla başlayıp Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun ilanıyla devam eden ve hukuki yapının değişmesiyle başlayan süreç, Cumhuriyet dönemindeki değişim projesinin temelleri olarak görülebilir.Ayrıca 1.Meşrutiyetin ilanı ve 1876 Kanun-i Esasi'nin kabulü siyasal yapıda klasik anlayıştan uzaklaştığını gösteriyordu ki bu da uzun dönemde aslında laiklikle sonuçlanan bir sürece hazırlık olarak yorumlanabilir.

*Birinci dünya savaşından yenilgiyle çıkan Osmanlı devletinin yıkılmasını müteakiben kurulan Türkiye Cumhuriyeti laik temeller üzerine kurulmuş,dini ve dünyevi otoriteyi temsil ettiği düşünülen halifelik lağvedilmiştir. Dinsiyasi meşruiyet ve otorite kaynağı olmaktan çıkarılmıştır.

*Laikliğin temellerinin atılması, yapısal ve yasal dönüşümlerin gerçeklemesi sürecinde yapılan yenilikleri şöyle sıralayabiliriz;

1) Dini siyasi meşruiyet aracı olmaktan çıkaran halifelik kurumunun kaldırılması  2) 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu 3) 1925 tarihli tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun 4) 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ve 1934 tarihli bazı kisvelerin giyilmesini yasaklayan kanunların çıkarılması laik yapıya geçişin önemli basamakları arasında yer alır.5)Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1924 tarihli ilk anayasasındaki devletin dininin İslam olduğu ilkesi 1928yılında anayasadan çıkarılmış yerine 1937 yılında yapılan bir değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti devletinin "laik" olduğu ilkesi konulmuştur. Aynı ilke 1961 Anayasası'nda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmıştır. 1982 Anayasası da bu ilkeyi Cumhuriyetin temel ilkeleri arasında saymış ve bu ilkenin değiştirilemeyeceğinin ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğinin altını çizmiştir.6)Laiklikle ilgili anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olmuştur.3 Mart 1924 tarihinde Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış ve din işlerinden sorumlu Şeyhülislamlık makamı ilga edilmiştir. Bunun yerine din hizmetlerinde devamlığı sağlamak, toplumun dini ihtiyaçlarını karşılamak ve bu alanda doğabilecek kurumsal boşluğu doldurmak amacıyla, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dâhil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Mısır'da Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

Mısır'da laik bir devletin inşası ve laik hukuk müesseselerinin kuruluşu Hidiv İsmail'in (1863-1879) desteğiyle 19. yüzyılda başlamış ve 1882 İngiliz işgalini müteakiben bu laikliği kurumsallaştırma politikası daha yoğun uygulanmıştır. *Muhammed Hüseyin Heykel ve Taha Hüseyin gibi laiklik yanlısı aydınlar, 1920'lerde bu fikirleri ve Batı kültürünün üstünlüğünü daha tutkulu biçimde desteklemiş ve tanınmış âlimlerden Ali Abdürrazık, 1925 yılında İslamiyetin siyasi ilkelerinin olmadığını; demokrasi ve düşünce özgürlüğüne izin verdiğini ilan etmiştir.1928 yılındahem sekülerizmi kınayan hem de Ezher'i bu akımı savunanlara karşı etkinmuhalefet izlememekle itham eden İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)hareketinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Mısır'da 1930'dan bu yana laik devlet ile İslami bir topluma dönüş çağrısı yapan dini hareketler arasındaki gerilim yaşanmaktadır.

Cezayir'de Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

1831 yılında Fransa'nın işgal ettiği Cezayir'de İslamiyet, siyasi gelişmelerde önemli bir rol oynamış, milli birlik ve dayanışmanın temellerinden biri olmuştur. Özellikle 1830-1962 Fransız işgali döneminde İslamiyet, sömürge karşıtlığı, bağımsızlık mücadelesi ve Cezayir milliyetçiliği için bir ilham kaynağı olarak görülmüştür. Cezayir'in bağımsızlığını kazandığı 1962 yılında ülke liderliğini üstlenen Ulusal Kurtuluş Cephesi, İslami, sosyalist ve liberal görüşleri kapsayan milliyetçi eğilimleri bünyesinde topluyordu. Halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede 1963 yılında çıkarılan Cezayir Anayasasında devletin sosyalist olduğu ve resmi dininin de İslam olduğu ilan edilmiştir. Diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Cezayir'de de din-devlet ilişkilerindeki gerilimler sürmektedir.

Tunus'ta Laiklik ve Din-Devlet İlişkileri

Bağımsızlığına kavuştuğu 1956'dan 1987 yılına kadar Habib Burgiba'nın tek adam olarak hükmettiği Tunus, otuz yılı aşkın bir süre tek parti iktidarı ile yönetilmiştir. Burgiba, Batı yanlısı ve laik bir modernleşme süreci başlatmıştır.Ülkedeki elit sınıfın benimsediği Fransız kültürü Tunus'taki İslam veArap mirasını gölgede bırakmıştır. Devlet yazışmalarında ve yüksek eğitimde Fransızca resmi dili olarak kabul edilirken, elit kesimin kullandığı dil de Arapçadan çok Fransızca olmuştur. Batı değerlerini benimseme ve modernleşme politikasının bir parçası olarak Şer'i mahkemeler kaldırılmış, kadınların başörtüsü yasaklanmış, Kuzey Afrika'nın meşhur eğitim-öğretim merkezlerinden Zeytuna Medresesi kapatılmış ve ulemanın gücü zayıflatılmıştır.

*Yukarıda söz edilen reformlar, İslam ve Arap mirasının Fransız kültürünün gölgesinde kalması, ekonomik çöküntü, Arap milliyetçiliğininve sosyalizminin başarısızlığı gibi iç ve dış nedenler Tunus'ta muhalefethareketlerin doğmasına neden oldu. Burgiba yönetimimin silahlı kuvvetleri kullanarak Ocak 1978'te muhalif göstericileri ezmesi Tunus'taki İslami hareketin siyasallaşması açısından bir dönüm noktası olmuş ve 1979 yılında İslam Cemaati (Cemaat-i İslami) adındaki dernek kurulmuştur.

*Burgiba'nın Batı yanlısı ve laikliği pekiştirici politikalarını destekleyenBaşbakan Zeynel Abidin Bin Ali, 1987 yılında yönetimi ele geçirmesininardından kendi iktidarını meşrulaştırmak ve popüler destek tabanını genişletmek için biz dizi girişimlerde bulundu.Ancak Zeynel AbidinBin Ali'nin, siyasi liberalleşme ve çok partili adil seçim sözünde durmayarak adını Rönesans Partisi (Hizbu'n Nahda) olarak değiştiren İslami Eğilim Partisi'nin başarısından çekindiği için 1989 seçimlerine hile karıştırdığı iddia edilmiştir. Bu da Rönesans Partisi ile iktidar arasındaki gerilimin tırmanmasına neden olmuştur. Hükümet, Rönesans Partisini çökertmek için sistematik bir kampanya başlatmıştır.

Pakistan'da Din-Devlet İlişkileri

1947 yılında bağımsızlını kazanan Hindistan demokratik laik bir ülke olduğunu ilan etmesine ve Kongre Partisinin bütün dini ve etnik grupları kucakladıklarını söylemelerine karşın, ülke, din ve mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Yoksulluk ve cehaletin de kamçıladığıHindu milliyetçiliği ve ayrımcılığı Hindistan'daki İslami mirası kökündenkazımayı hedeflemiştir. Hint alt yarımadasında yaşayan Müslümanlar Muhammed Ali Cinnah ve İslam Birliği (Muslim League) önderliğinde kendi kaderlerine yön verebilmek ve bağımsız Müslüman kimliklerini korumak için Pakistan devletini kurmuşlardır.1956 Pakistan Anayasasında İslami düşünceden bir rehber olarak bahsedilmesine rağmendevletin dininin İslam olduğu ifade edilmemiştir.

*Anayasa sadece İslami yasalarla sınırlandırılmamış, İngiltere modelini örnek alan parlamenter bir demokrasi rejimi kurulması için laik kanunlara da yer verilmiştir. 1970 yılında başbakan olan Zülfikar AliButto dönemi (1970-1977) Pakistan tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.Başlangıçta sosyalizmi benimseyen Butto'un başbakanlığı döneminde çıkarılan 1973 Anayasasında İslam devlet dini olarak kabul edilmiş ve hem başbakanın hem de cumhurbaşkanın Müslüman olması zorunluluğu getirilmiştir.1977 yılında askeri bir darbe ile iktidarı ele geçiren General Ziyaü'l Hak ise İslamileştirme programı başlatmıştır. Son dönem Pakistan tarihi, bir taraftan demokrasi ve devletin uygulamaya koyduğu İslami sistem, diğer taraftan da modern ve geleneksel İslami eğilimler arasında yaşanan mücadeleyi yansıtmaktadır.

İran'da Din-Devlet İlişkileri

İran, Şii geleneğe yaslanmaktadır. Şii İslam'ın devletin dini olarak ilan edildiği Safevi hanedanlığının kuruluşundan (1501-1732) beri din ve devlet işlerinin iç içe girdiği İran'da, idareciler kendi meşruiyetlerini Şii İslam'ı ve Şii din adamı sınıfını koruma iddiasıyla sağlamıştır.Uzun süre Kacar (Qajar) Hanedanı (1794-1925) idaresinde kalanİran, Avrupalı güçlerden birinin sömürgesi olmamış ancak 19. yüzyılın sonunda ekonomisi yavaş yavaş Avrupa'nın kontrolüne geçmiştir. Bu durum Şahların otoritesini sınırlamaya uğraşan Şii mollaların, tüccarların, laik liberallerin öncülüğünde kısa süreli 1906 Anayasa Devrimi'ne yol açmıştır.

*Bu anayasadaki bir madde mollaların tüm yasaları gözden geçirip İslami ilkelere uyumlu hale getirmesini de ihtiva ediyordu. İngiliz-Rus entrikalarının ve Şahın baltalamasıyla başarısızlıkla sonuçlanan bu devrimin ardındanPehlevi hanedanı (1925-1979) iktidarı ele geçirdi ve Şah Rıza Pehlevi (1925-1941) Türkiye'yi örnek alarak laik bir devlet kurma çabasına girişti. Şah Rıza Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Şah Pehlevi dönemi (1941-1978) İran'da devletin öncülük ve empoze ettiği modernleşme çabalarının yoğun olarak sürdürüldüğü, modern seküler okul sisteminin ve Batı kaynaklı hukuki düzenlemelerin yapıldığı, dini kurumların sıkı devlet kontrolüne alındığı, ulema sınıfının gücünün azaltıldığı bir dönem olmuştur.

*Ayetullah Humeyni liderliğinde gerçekleştirilen devrim sonrasında mollaların etkisi daha ağır bastığı için İran'da dini kurallara dayalı olduğu iddia edilen bir devlet kurulmuştur. Humeyni'nin Haziran 1989'da ölümünden sonra Haşimi Rafsancani devlet başkanı seçilmiş ve 1990 yılından sonra tedrici bir siyasal liberalleşme ve muhalefet süreci başlamıştır. 23 Mayıs 1997'de yapılan başkanlık seçimlerinde ılımlı bir söyleme sahip Muhammed Hatemi'nin seçimi kazanması liberalleşme sürecinin devamınısağlamıştır. Hatemi, muhafazakâr çevrelerin ve mollaların tartışmaya yanaşmadıkları sivil toplum, medeniyetler arası diyalog, İslam ve demokrasi arasındaki bağdaşma, din-siyaset ilişkileri, siyasal liberalleşme, hukukun üstünlüğü ve kadının statüsü gibi konularda geniş katılımlı tartışmalar başlatmıştır.

*1997 yılında Taliban rejiminin katı uygulamalarını bile kınayan İran'da liberal eğilim güçlenmişolmakla beraber ülkedeki Şii mollaların gücü hala etkili bir şekildehissedilmektedir.2004 ve sonraki yıllarda yapılan seçimlerde çoğu ılımlı ve modernist adayın seçime girmesi engellenmiş ve bu nedenle muhafazakârlar seçimlerden daha güçlü olarak çıkmıştır.