Dünya kimi bekliyor

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Nesli Hareket

  • **
  • Join Date: Eyl 2010
  • 59
  • +8/-0
Dünya kimi bekliyor
« : 02 Ekim 2010, 17:41:40 »
TIME Dergisi, 15  Temmuz 1974 tarihin de bir yazı serisini yayınlamaya başlamıştı.
Bunlar, çeşitli kimselerle yapılan röportajların sonuçlarıydı. Matematikçi, filozof, psikolog, tarihçi, asker ve yazar olarak isim yapmış çeşitli kişilere, “Tarihin Büyük Liderleri Kimlerdir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar yayınlanmıştı. Herkes kendi bilgi ve düşüncesine göre liderini seçti. Kimine göre bu  Gandhi, kimine göre Konfüçyüs, kimine göre Mussolini, kimine göre de Hitler’di. Çünkü, iyi veya kötü olmak önemli değildi bu seçimde. Büyüklük esastı.

•••

Ankete katılanlardan  emekli bir general James Gavın, tarihin en büyük liderleri olarak şu sıralamayı yapmıştı:
1. Hz. Muhammed (s.a.v.)
2. Hz. İsa (a.s.)
Gavın Hristiyan olduğu halde, Hz. İsa’yı ikinci sıraya koymuştu.
Ankete cevap verenlerden bir diğeri de Jews Musselman’dır. Chicago Üniversitesinde Psikoloji profesörü olan bu zat, psikanalist olarak tanınmıştır. Deha ve cinnet arasındaki ince çizgiyi incelemek gibi konularda mütehassıs bir kimsedir. Musselman’a göre, böyle bir sıralama için önce şahısta ne aradığımızı tespit etmemiz gerekir. Hangi kıstas ve kritere göre bu sıralamayı yapacağımız önemlidir. Bu bakımdan Musselman, bize 3 objektif standart vermektedir:

1. Önder olacak kişi kendi menfaati için değil, başında bulunduğu topluluğun refah ve saadeti için çalışmalıdır.

2. Lider, halkının kendini emniyette hissedeceği sosyal bir organizasyon kurmalıdır.

3. Lider, inançlarda birlik sağlamalıdır.

Dünyanın neresine giderseniz gidiniz, bir milyar dan fazla insan aynı kitaba inanıyor, aynı Kâbe’ye yöneliyor, aynı tevhid kelimesini söylüyor. Bir yahudi olan Jew Musselman, bu üç standardı esas alarak, Pastör, Gandhi, Konfüçyüs, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi ilim, din ve siyaset büyüklerini ve peygamberleri karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: Bütün zamanların en büyüğü Hz.Muhammed (s.a.v.) dir ve daha küçük çapta fakat benzer işler başarmış olması dolayısıyla Hz. Musa ondan sonra gelmektedir.

•••

Şimdi daha gerilere ve 150 yıl öncesine gidiyoruz. Tarih 8 Mayıs 1840 Cuma günüdür. Geçen asrın en büyük mütefekkirlerinden biri olan Thomas Charlyle (Karlayl) İngiltere’de “Heros and Hero Worship” isimli bir kitap neşrediyordu. İsmi “Kahramanlar ve Kahramanların Mukaddesleştirilmesi”, uzun zaman kolejlerde ders kitabı olarak okutulan şahane bir edebî eser... Charlyle, kitabında Hz.Musa’yı değil, Hz. Davud’u değil, Hz. Süleyman’ı değil, Hz. İsa’yı değil, fakat Hz. Muhammed’i kahraman peygamber olarak seçmekte ve bunun sebebini de İngiliz okuyucularına izah etmektedir. Zira tarihin o devrinde, İslâm’ın lehinde bir şey söylemek kolay bir iş değildi. Böyle bir şey en büyük suç ve cemiyetten dışlanma sebebi idi. Ve böyle bir devirde Charlyle, “Hepiniz, İslâm’dan nefret etmek üzere eğitilmişsiniz. İçinizden herhangi birinizin dininden dönme ve müslüman olma tehlikesi yoktur. Korkmayınız, bu söylediklerimden dolayı kimse din değiştirecek değildir.” diyor ve özür dileyerek ilâve ediyordu: “Bu sebeple Hz. Muhammed hakkında bir hakşinaslık eseri olarak bütün iyi şeyleri söylemek istiyorum.”

•••

Bakınız Thomas Karlayl “Hz.Rasûlullah’ı ne güzel tasvir ederek methediyor:
“KAHRAMAN BİR PEYGAMBER:”
Vahşi bir kavmin her türlü eziyetlerine tahammül eden, bütün şartlar aleyhinde ve bütün maddî imkânlardan mahrum olduğu halde meydana atılan yoksul bir insan. Kötü bir adam değil, bunu söylemem gerekir. Yirmiüç sene devamlı olarak kavgacı döğüşken, her an patlamaya hazır ve yırtıcı olan zamanın vahşi insanları arasında bulundu.
Bu vahşi insanların, kuvvet önünde eğilmeleri mümkün değildi. Bu insanlar, ancak doğru olan söz ve davranışlar karşısında baş eğer ve itaat ederlerdi. Buna rağmen onu peygamber bildiler. Niye? O, onlarla daima yanyana, yüz yüze geldi. Kendilerinden bir kişi olarak, her an onlarla beraberdi.
Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi.
Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünya’da taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmiüç yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır.”

Karlayl’ın diliyle tarif edilen İnsan-ı Kâmil işte budur. Allah ise, onun için şöyle diyor:
“Size Allah’ın Rasûlünde -takip edeceğiniz- pek güzel bir örnek vardır.”(El Ahzab Âyet 21)
Evet gördüğünüz gibi Karlayl, en yüksek sesiyle çekinmeyerek, feylesoflara ve Hıristiyan âlimlerine ise neşriyatıyla bağırarak şöyle diyor.
“İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Diğer dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu onun hakkı idi. Çünkü diğer dinler hiç hükmündedir.”
“Eğer İslâm hakikatlarında şüphe etsen, çok açık ve kat’î surette kabul edilmesi gereken hakikatlerde şüphe etmişsin demektir. Çünkü en açık ve tasdik edilmesi gerekli bir hakikat, İslâmiyet’in kendisidir.”

•••

Karlayl’dan 14 yıl sonra, 1854’de bir Fransız olan Lamartine, “Türklerin Tarihi”ni yazdı. Türkler,  Müslüman bir kavim olduğu için de, makam münasebetiyle İslâm Peygamberinden bahsetti. (Lamartine) de, Musselman gibi, 3 objektif standard tariflemiş ve meseleyi bu kriterlere göre incelemiştir.
Lamartine, din veya siyaset sahasında insanlık üzerinde büyük izler bırakmış kişileri değerlendirirken, şu standardlardan hareket etmiştir:

1. Takip edilen gaye ve maksadın büyüklüğü:
“Biz seni bütün âlemlere rahmet olsun diye gönderdik”(Enbiya, 107)
Burada kastedilen, sadece fizikî âlemler değildir. O halde maksat ve hedef sadece insan değil, her çeşit yaratıktır. Fizikî dünyalar, ruhî dünyalar, madde ve madde ötesi kâinat, her şey onun maksat ve gâyesi içindedir. Sadece Araplara, Türklere, Pakistanlılara, Malezyalılara değil, bütün âlemlere gönderilmiştir. Sadece Yahudiler için değil, sadece Hindular için değil, sadece Ari ve Sami ırkı için değil, bütün insanlık içindir.  İşte hedef ve maksat bu derece büyüktür.

2. İmkânların Küçüklüğü:
Bütün kâinat ve ötesini kucaklayan, bu büyük hedefe yürüyen Hz.Rasûlullah’ın bir de sahip olduğu maddî imkânları düşününüz. Hayata nasıl başladığına dikkat ediniz. Doğmadan önce babası, altı yaşında iken annesi vefat etti. Küçük bir çocuk iken ve dedesi Abdülmuttalip’in yanında büyürken de dedesini kaybetti. Ve nihayet amcası Ebu Talip, bakımını üstlendi.
Hz. Rasûlullah’ın başlangıcı budur. Elindeki imkân ve vasıtalar, işte bu kadar küçüktür. Hiçbir politik parti onu desteklememekte, hiçbir saltanatın gücü arkasında bulunmamaktadır. Para, zenginlik, mal, miras, anne ve baba himayesi mevcut değildir. “İçki içmeyin” diyor. Halkın çoğu sarhoştur. “Kumar oynamayın” diyor. Büyük bir çoğunluk kumarbazdır. Ateş, karışıklık ve cehalet karanlıkları içinde olan bir devirde gelmiştir. Kavmi, getirdiği mesajı almaya hazır değildir. Kısacası bir insan, bütün insanlara karşı meydana atılmıştır.

3. Ve Fevkalâde Netice: Bugün 1 Milyarı aşan Müslüman var yeryüzünde.
İşte büyüklük için üç kriter ve en büyük ve örnek insan Hz.Muhammed (s.a.v.)...
Yakın veya uzak, tarihin hangi devrinde, kim hangi büyüklüğü onunla mukayeseye cesaret edebilir?
Lamartine, bütün bu yönleri ile tarihin büyük insanlarını inceledikten sonra şu neticeye varıyor: “Felsefe, hitâbet, dînî hayat, hukuk, devlet nizamı, fikirlerin fethi, hayal ve hurafeden arınmış akla dayanan bir inanç sisteminin kurulması bakımlarından önder ve yirmi dünyevî, bir ruhanî imparatorluğun kurucusu olan insan. İşte Hz. Muhammed budur. İnsan büyüklüğünün ölçülebileceği bütün standardlara göre O’ndan daha büyük bir insan var mıdır?” (Lamartine, Türklerin Tarihi)
Cevap, bu sualin içindedir. Gelip geçmiş bütün insanların en büyüğü Hz.Muhammed’dir (s.a.v.).
Lamartine’in bu tespiti yaptığı 1844 yılında, dünyada şeklen bağımsız ancak 3 veya 4 İslâm devleti vardır. Diğer İslâm devletleri sömürgeleşmişlerdir. Hindistan, Malezya ve Nijerya, İngiltere’nin; Endonezya, Hollanda’nın ve Mozambik Portekiz’in esareti altındadır.  Batılılar ateşli silahlar sayesinde bütün ülkeleri işgalleri altına almışlardır. Hindistan ve Malezya’ 150 yıl, Endonezya’ 300 yıl, Mozambik’ 500 yıl sömürge olarak kalmışlardır.

•••

 Avrupanın geçen asırdaki en meşhur filozoflarından olan Prens Bismark’ın şu sözünü naklediyoruz:
“Ben bütün semavî kitapları tetkik ettim. Tahrif olmaları sebebiyle insanlığın mutluluğu için aradığım hakiki hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (a.s.m.) Kur’ân’ını  bütün kitapların üstünde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. İnsanlığın saadetine hizmet edecek Kur’an gibi başka bir eser yoktur. Böyle bir eser, insan sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (a.s.m.) sözüdür diyenler, ilmin gerçeklerini inkâr etmiş olurlar. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu apaçık bir hakikattir.”
Prens Bismark’tan bu nakli yapan Bediüzzaman Said Nursi, şu neticeyi çıkarmaktadır: İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:
“Avrupa ve Amerika, İslamiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar, Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” (Hutbe-i Şâmiye)

•••

Kraliyet Edebiyat Derneği’nin seçkin sanatçılara sunduğu “Gümüş Benson” madalyası sahibi  ünlü İngiliz yazar Anthony Burgess, sadece müslümanların mutlak ahlâkî değerlere sahip olduklarını, Batılılar’ın ya onları tüketim toplumu haline getireceklerini, ya da onların Batılılar’ı Müslüman yapacaklarını belirterek, “Ben ikinciye inanıyorum. Müslüman olunca alacağım adı bile hazırladım: Yahya bin Abdullah” diyor.
Sonra bir kâğıt üzerine Arap harfleriyle bu adı yazıyor ve ekliyor: “İslâmlığı kabul edersem imzamı böyle atacağım.”
“Hurda Demir”, adlı romanında  1900’lerde meydana gelen bütün büyük trajediler, Titanik faciası, 1915-1918 savaşı, Rus ihtilâli, İspanyol iç savaşı, II. Dünya Savaşı, İsrail’in kuruluşu, millî hareketler ve terörizm işleniyor. Burgess, şöyle diyor: “Kilisenin bu rölativist dünya görüşü mahkûm oldu. Biz batılılar, ne zamandır imanımızı kaybettik. Ama Doğulu kardeşlerimiz Ruslar ve Çinliler de bizim gibi sadece seks ve tüketimi düşünür oldular. Sadece Müslümanlar, mutlak ahlâkî değerlere hâlâ sahipler ve bunun için dinleri uğruna savaşmaya ve ölmeye hazırlar.”

 Said Nursi diyor ki:
“Ey Cami-i Emevî’deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! İstikbalin kıt’alarında hakiki ve manevî hâkim olacak ve beşeri (insanlığı), dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve hurafâttan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki, Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.” (Hutbe-i Şamiye)

•••

Buraya kadar, ilâhî makamlara dünya gözüyle bakanların görüşlerini anlattık. Hangi dünyevî standartların ve limitlerin değerlendirme ölçüsü olarak kullanıldığını ortaya koyduk. Şimdi de mukaddes kitaplara göre “büyüklük nedir?” onu ele alalım. Kitab-ı Mukaddes’ten, İncil’den misâller vereceğiz:
“Benim şehadetim, Allah’ın bitirmem için bana verdiği işler dolayısiyle ondan daha büyüktür.” (John: 5-36)
Burada Hz. İsa, büyüklükten bahsetmekte ve kendini Yahya Aleyhisselâm ile mukayese etmektedir. Yahya Aleyhisselâma, Hıristiyanlar John da Babtist demektedirer.
Hz. İsa, kendisini Yahya Aleyhisselâm ile mukayese etmekte, onun Yahudiler arasında yaşamış en büyük insan olduğunu söylemekte, fakat Allah’ın daha büyük olduğunu ifâde etmektedir.
Yahya Aleyhisselâm, Hz.İsa’nın gelişi için gerekli zemini hazırlamıştır ve o sebeple büyüktür. Fakat Hz. İsa, Allah’ın tamamlanması için kendisine verdiği işler dolayısıyla Yahya Aleyhisselâm’dan daha büyüktür. O halde Hz. İsa’ya göre büyüklük ölçüsü, yapılacak iş ve tamamlanacak misyondur. Buna göre bir kimsenin hayattaki misyonu, başkaları ile mukayese için kullanılacak bir ölçüdür. Ve biz Hz. İsa’nın misyonunun ne olduğunu biliyoruz. O sadece Yahudilere gönderilen bir peygamberdi.
“Ben sadece İsrail Evinin kayıp koyunları için gönderildim”
O havarilerine, sadece yahudilerle meşgûl  olmalarını söylemiştir. Dünya’da binlerce kavimden, sadece küçük bir kavmi seçmiş ve kayıp koyunu aramıştır. Bu, onun işi idi ve onu Yahya Aleyhisselâmdan daha büyük yaptı.
“Ve işte ebedî hayat (cennet) budur. Bu, onların seni, yani yegâne ve tek Allah’ı ve senin gönderdiğin İsa Mesih’i tanımaları içindir.”
Bu ise Allah ve onun peygamberi için şehadet kelimesinden başka birşey değildir. Bunu kabul eden, kurtulmuş olur. İncil’in böyle sahih âyetleri, Hz. İsa’nın hıristiyanların günahları için öldüğü şeklindeki bozuk inançları tekzîb eder. İncil’de tahrif olmadan kalmış böyle sahih âyetler vardır. Kur’an’da da Allah, kitap ehlinin bozuk inançlarını düzeltmeleri gerektiğine işaret etmektedir:
“Ey ehl-i kitab. (Kendileri için           kitap indirilenler) Dininizde hududu geçip taşkınlık etmeyin. İsa (Aleyhisselâm) Allah’ın oğludur, gibi sözler söylemeyin. Allah’a karşı ancak hak olanı söyleyin. Meryem’in oğlu Mesih İsa, Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırıp bıraktığı kelimesidir (vasıtasız yarattığıdır) Ve ondan bir ruh olmaktan başka birşey değildir. Artık Allah’a ve peygamberine iman edin de, Allah Üç’tür demeyin. Bundan vazgeçin, hakkınızda hayırlı olur. Allah, yalnız bir tek İlâh’dır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hep onundur. Vekil olarak Allah kâfidir.”(En-Nisa âyet 171)
Malûm olduğu üzere Hz. İsa, mucizevî bir şekilde doğdu. Onun doğumu, Hz. Âdem’in yaratılışına dikkati çekmek, Allah’ın kudretini göstermek ve insanlara ibret olması için böyle yapıldı. Fakat bu hâdiseden Yahudiler ibret almayıp, ona iftira ettiler. Hıristiyalar ise aşırı gidip, diğer uçta durdular ve ona tanrılık izâfe ettler. Bu sebeple yukarıdaki âyetlerle Cenâb-ı Hak, kitap ehline dinlerinde aşırılıklara gitmemelerini bildirmekte ve “Allah hakkında doğru olandan başka birşey söylemeyiniz.” demektedir. Yukarıdaki sahih İncil âyetinde de Hz. İsa aynı şeyi söylemiş olmakla beraber, ona uluhiyet izafe ve Hz. İsa’nın insanların günahını üzerine almak için öldüğü şeklinde hakikate uymayan şeyler sonradan ilâve edilmiştir. Ebedî hayat olan cennet hayatı için hiçbir kurbanın gerekli olmadığına biz müslümanlar inanıyor ve Hz. İsa’nın da bahsi geçen İncil âyetinde aynı şeyi söylemiş olduğunu müşahede ediyoruz.
Yukarıya aldığımız İncil âyetleri şöyle devam ediyor:
“Ben arz üzerinde senin şanını yücelttim. Senin, yapmam için bana verdiğin işi bitirdim.” (John: 17:4)
Arzettiğim gibi Hz. İsa’nın vazifesi sınırlı idi. Yahudilerden şekilciliği, gösterişi, riya ve muraîliği kaldırmak için tahşidat yaptı.
“Fakat ben size söylüyorum. Siz belâlara tahammül etmiyorsunuz. Her kim sizin sağ yanağınıza şiddetli bir tokat vursa, ona diğer yanağınızı çevirin.” (Mattew: 5,38-39)
“Oruç tuttuğunuz zaman muraîlerin (ikiyüzlülerin) tuttuğu gibi tutmayın. Yalandan tutar gibi yapıp kederli görünmeyin. Sağ elinizin verdiğinden, sol elinizin haberi olmasın.” (Matthew: 6:33)
Bunun gibi müessir nasihatlar, o zamanki Yahudilerin hastalığını tedavi için çok şifalı bir devâ idi. Fakat sınırlı ve kendi kavmine mahsus kalmıştı.

 Rasûlüllah’a gelen mesaj ise alemşümuldür.
“Biz seni, ancak bütün insanlara cenneti müjdeleyici, azabı haber verici bir peygamber olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu halâ bunu bilmiyorlar.”
Mekke’nin fethi ve Arabistan’ın kurtuluşu ile davet son bulmamıştır. Rasûlüllah 5 mektubu, özel elçilerle o zamanın en büyük 5 devletinin hükümdarlarına gönderdi ve onları İslâm’a davet etti. Kabul ederlerse kurtulacaklarını bildirdi. İstanbul’da Rum İmparatoru Herakliyus’a, Pers İmparatoruna, Mısır Kralına, Yemen Melikine ve Habeş İmparatoruna peygamberin elçileri gittiler ve mektupları teslim ettiler. Binlerce kilometre yol katedildi o zaman bilinen dünyanın sınırlarına kadar mesajı yerlerine ulaştırdılar. Veda haccını hatırlayınız. 110.000 ashab huşu içinde Hz. Rasûlullahı dinliyor. Tebliğ ettim mi? diyor. Hepsi aynı anda “Ettin” diyorlar. Bunun üzerine Hz.Peygamber şükür içinde “Şahit ol Ya Rab! Şahit Ol Ya Rab! Şahit Ol Ya Rab!” diye üç kere tekrarlıyor. Rasûlullah, “Burada olanlar, olmayanlara, duyanlar duymayanlara tebliğ etsin” demişti. Nitekim mesajı alanlar bütün dünyaya yaydılar. Bu, Arap dini değil, bütün insanlığın dini idi. Bir taraftan Malezya ve Endonezya’ya, diğer taraftan Nijerya ve Mozambik’e kadar gittiler.
Bu gün ise bu kudsî emanet bütün insanlığa ulaşması için bizim omuzlarımıza teslim edilmiş.
2000 yılına bu vazifenin daha bir şuurunda giriyoruz.
Bütün insanlığa dünya ve âhiret saadetinin kapılarını açacak anahtar, İslâmiyet hakikatidir.
Dünya onu arıyor.



Prof. Dr. Yılmaz Muslu