Halis ECE...Batı’da Güneş doğarken...

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Halis ECE...Batı’da Güneş doğarken...
« : 18 Mart 2009, 03:06:23 »


Batı’da Güneş doğarken...

Batı’dayız…

Evet Batı'da..

Neye göre?

Dünya coğrafyasındaki konumumuza göre…

Dünyanın incisi İstanbul’dayız…

Onun gerdanlığı Boğaz’ın da Batı yakasında…

Karşımızda bütün ihtişamıyla o güzelim Çamlıca… Sinesinde barındırdığı tabii ve manevi değerleriyle… Bahusus İlahi nurun, Muhammedi feyzin o göz ve gönül kamaştıran parlaklığıyla… Sahib-i zamana-vâris-i Rasûl’e mekân olabilmenin mehabet ve vakarıyla…

Aramızda, ucu-bucağı belli, büyüklerine oranla oldukça küçük sayılabilecek Marmara Denizi'nin lacivert suları…

Deniz, bazan minik dalgacıklarla kımıl-kımıl…

Kimi zaman çarşaf gibi…

Ama nadiren de olsa -lodosla birlikte- kıyıları tehdit eden, sabahlara kadar sahillere baskınlar düzenleyen azgın dalgalara da sahne oluyor…

Rüzgârın, ışıltılı park ve bahçelerden derleyip getirdiği çiçek kokulu günler-geceler yok artık... O günler geride kaldı maalesef!

Ara sıra esen tatlı bir rüzgârla sahilden deniz kokusu geliyor belki ama, o bile belli-belirsiz… Lodosla gelen farklı kokulara da katlanmak zorundayız bu mevsimde...

Aylardan Kasım… Hatta Kasım’ın da sonlarındayız. Kış, olanca haşmetiyle olmasa da, ayağını bastı girdi kapıdan, pençesini vurdu sırtımıza… Gösterdi kara yüzünü.

***

Bilirsiniz; yeryüzünde dağlarla denizler, gökyüzünde ay-güneş ve yıldızlar Yüce Rabbimiz’in sınırsız kudretinin ihtişamını haykırır durmadan akıl sahiplerine… Işıltılı muhteşem binalar, kuleler, asırlık tarihi eserler, yemyeşil ağaçlar, mevsimine göre çiçeklerle bezenmiş-süslenmiş parklar-bahçeler yine hep O’nun rahmetiyle ayakta durduklarını fısıldar gönül kulaklarımıza…

***

Mevkiimize-çevremize nisbetle muhteşem sayılabilecek güzel yurt binamızın teras katında bulunan yemekhanesindeyim.

Güneşin doğuşuna, etrafı ışıl ışıl aydınlatışına, kış güneşi olmasına rağmen az da olsa atmosferi ısıtışına dalıyorum bir an... Her ne kadar eskiler, “Kış güneşine, kadınlar topluluğuna, insanların iltifatına itibar olunmaz” deseler de…

Sanki doğum öncesinin o çekilmez kızıl sancıları dökülüyor Marmara’nın lacivert sularına…

Deniz ışıyor… Ve bu ışıma sahillerdeki binaların pencerelerine vuruyor, oradan da akisleri-yansımaları bize kadar ulaşıyor…

Gözüm güneşte… Evet güneş, bir deniz perisi gibi yavaş-yavaş başını çıkarıyor mavi sulardan...

Sanki sular damlıyor alevli yüzünden… duş alarak güne başlayan al yazmalı bir güzel gibi…

Güneşi gören deniz, ışık banyosunda süzülmeye başlıyor… Ve mavi gözlü bir güzel gibi; ışıklı ipek tülün arkasında buğu huzmelerine sarınıyor sanki…

Geceler boyunca hal diliyle tesbihler-tehliler-tahmidler eden… Tekbirler getiren, zikirler söyleyen, ağıtlar yakıp gözyaşı döken deniz susuyor... Adeta tefekküre dalıyor. İki cihan Serveri’nin (s.a.v.), “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” mealindeki hadisine imtisâlen... Güneşin nurunu-ışığını-ısısını derununa çekmekle meşgul.

Nura-ışığa kavuşmanın, beklediği sevgiliye visalin sükûnuna sarınıyor sanki sular…

Meğer gece boyunca yaptığı bütün bu merasimler-seremoniler; sağa-sola, yukarı-aşağı koşuşturmalar, çalkanıp çırpınıp durmalar Güneş'ine kavuşmak içinmiş… Bunu açığa vurmamasının sebebi de, Ay’ı gücendirmemek-kıskandırmamakmış…

Gün ışıyor...

Deniz ışıyor…

Aydost tepesi, Çamlıca dahil İstanbul’un yedi tepesi ışıyor…
İstanbul/Belde-i Tayyibe/Güzel Şehir adeta ışık banyosunda…

Bu güzel şehrin âşinası değilim, hiçbir zaman da öyle olduğum iddiasında olmadım… Bırakın şehri tam olarak tanımayı, bir Boğaz gezisi rehberliği için bile kendimi yetersiz görürüm.

Bundan tam 39 yıl yıl önce ilk ayak basmıştım bu şehre… O gün bu gün belki o beni tanır ama, ben onu henüz tam olarak tanıyabilmiş değilim. Atalarımız “Teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz” demişler… Rabbimizin bizi her halimizle bilmesi, ama bizim onu bilmekteki zaafımız gibi…

Yaşımın üçte ikisine yakın bir zaman…

Koyu siyah saçlarımla, bırakın sakalı, henüz bıyığı terlememiş ilk gençlik dönemlerimde, diğer talebe arkadaşlarımın arasında ilk adımımı attığım yıllar…

Hayalim, hedefim-gayem; birlikte olduğum arkadaşlarım-kardeşlerim gibi tekemmül ve tekmili-i nüsah ederek “Allâh yolunda sırf Onun rızası için hizmet” kervanına katılabilmek...

Bütün bu hatıraların resmi geçit töreni başladı şu an içimde... Hem kafamda hem gönlümde…

Kursumuz, dersanemiz-mescidimiz, yatakhanemiz, mutfağımız; girişteki misafirlerimizi ağırladığımız küçük odamız… ve bahçemiz…

Hepsi gözlerimin önünde bir bir canlandı...

Talebe seslerinin; o koca binadan taşarak atmosfere karıştığı, semalara yükseldiği o günler…

Allâh rızasından başka gayesi bulunmayan, kalbi-letaifi Onun için çarpan, geleceğe umutla bakan o zeytin karası, deniz mavisi, gök yeşili, ela, kahverengi güzel gözlerde, mehtabın yakamozlar oluşturduğu mübarek geceler... O gecelerde Sultanahmet’ten Eminönü'ne inerek deniz yoluyla (zaten başka yol yok) Üsküdar’a geçmenin-geçebilmenin yolunu-yordamını arama çabaları… Çünkü vakit geç, vapur seferleri sona ermiş. Ve nihayet deniz motorlarının imdada yetişmesi… Sevginin-saygının, itaat ve teslimiyetin tam bir alçakgönüllülükle küçük bir çocuk gibi çıplak ayaklarıyla aramızda koşuşturduğu yıllar…

Hocalarımızın-Ağabeylerimizin bizleri zamanla yarıştırdığı; yaşadığımız asrın vahşi dalgalarından koruyabilmek için canla-başla çalıştığı; iaşe ve ibatemiz için türlü sıkıntılarla boğuştukları günler… Onların Allâh yolunda, Onun rızası uğrunda, Ümmet-i Muhammed’in evladının yetişmesi için yaptıkları bu koşuşturmalara, küheylanlar bile hayran kalır, gıpta eder, imrenirlerdi desem, inanın mübalağa etmiş olmam.

Bir yerlerden bir arabayla sebze-meyve sair erzak geldiği zaman, "Her canlının rızkını veren Allâh, bu gün de talebelerimizin rızkını gönderdi” diye adeta çocuklar gibi sevinirlerdi. Ben onların o günkü sevinçlerini kendim sorumluluk aldığım zaman anlayabildim ancak.

İnanın; o güzel günler, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti ve gelip gönlümdeki yerlerini teker-teker aldılar.

***

Bu arada henüz bir ayını bile tamamlamayan seyahatim geldi aklıma…

Yaylalarda gördüğüm o sık-seyrek çam ağaçları… Kestaneler ve diğerleri…

Kıvrılarak uzayıp giden vadiler…

Vadilerin yamaçlarına hatta tepelerine serpiştirilmiş evler…

Sessiz-sakin, hatta boş gibi gözüken yaylalar…

Fakat etraftan birer ikişer ortaya çıkıveren insanlar…

Sanki yörenin yerlilerindenmişiz gibi bizi de hemen aralarına alıp kaynaşıvermeler…

***

Her neyse…

39-40 yıl öncesinin o talebeleri, şimdilerde kimi hoca, talim ve terbiyeyle/eğitim-öğretimle meşgul, kimi işadamı, mühendis, hukukçu, kimi öğretmen… Ama inanıyorum ki hepsi de “Allâh yolunda” hadim.

Kimileri Anadolu'ya, kimileri dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya, Asya’dan Avustralya’ya kadar tüm kıtalara… En ücra köşelere kadar kanatlandılar…

Bazıları çöl sıcağında kavrulmakta, bazıları kutupların dondurucu soğuklarıyla boğuşmakta, ama hepsi de sonsuz ufuklara hep kanat çırpmakta...

Hiçbir zaman umutlarını yitirmediler onlar… Umut kanatları mecalsizleştiğinde, kış ortasındaki yalancı bahara aldanarak çiçek açmış bir ağacın dalına konup biraz dinlenseler de, umutlarını hiç kaybetmediler...

Dinlenirken de, “O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul. (Başka bir iş ve ibadetle-kullukla meşgul ol.)” (el-İnşirah, 7) İlahi hitabına imtisalen hiç boş durmadılar...

Dalına konup dinlendikleri ağacın kulağına, “Kışla baharın mücadelesinde, mutlaka bahar galip gelecek… Sen o zaman yapraklarına, çiçeklerine, meyvelerine yeniden kavuşacaksın. Taze filizler fışkıracak gövdenden, dallarından…” merak etme, hüzünlenip kederlenme diye fısıldadılar... Adeta Sevr’de Fahr-i Kainat’ın Sıddik-ı Ekber’e, “Üzülme, muhakkak ki Allâh bizimle” dediği gibi…

Aslında nazlı kelebeğin de bütün korkusu buydu: “Ya kışta çiçek açan dallara kar yağarsa…” Ama sonunda, “olsun” dedi, “yollarda kış ta olur, kar da olur; ama bir gün kazanan mutlaka bahar olur” diyerek kırağılarda yanan yüreğini teselli etmeye çalıştı.

İnsanlığın ufkuna yeni yepyeni bir güneş gibi doğan bu güzide nesil, manevi nesep olarak İmam-ı Rabbani nesli… Hocalarının-üstazlarının ifadesiyle, “İmam-ı Rabbani evlatları”…

Yine O’nun beyanıyla onlar, Allâh’ın memuru, Rasûlullah’ın memuru, Kitabullah’ın memuru, Füyuzat-ı ilahiye’nin tevzi memurlarıdır. Yegâne vazifeleri batağa düşmüş olan ümmet-i Muhammed’in evladını bataklıktan kurtarmak; gaye ise, rızâ-i İlâhi...

Onların mekânları nur…

Vasıtaları-vesileleri nur…

Yolları, bütün yönleri nurdur.

Ellerinde-gönüllerinde İlahi kelamın hidayet meş’aleleri, Nebevi sünnetin nur yayan kandilleri, o yüce Nebi’nin (s.a.v.) varisinin (k.s.) rehberliğiyle nur ve feyz saçmaya devam ediyorlar geçtikleri-bulundukları her yere…

Böylece aydınlanıyor dünyanın her köşesindeki ova-oba, dağ-dere, vadi-yamaç… Irk-renk, dil farkı olmaksızın tüm insanlık…

İlahi nur, Muhammedi feyz, ilmin ışığı düşüyor topyekün insanlığın göğsüne… Hidayetten nasibi olanların bağrında yeşeriyor-fışkırıyor iman filizleri…

Aklını kullanan, fikrini çalıştıran, mantığını işleten herkes, ins olsun cin olsun o nura-feyze-ışığa doğru koşuyor. Adeta gece karanlığında yanan ışığa üşüşen böcekler gibi…

Bu dava büyük, bu dava yüce, bu dava sahipsiz değil. Mümessilleri de onlar… Onların ardından müteselsilen gelen yeni nesil.

Bu bir bayrak yarışı… Mesafesini tamamlayan, yorulup bitap düşen, veriminin azaldığını gören-hisseden önündeki genç ve zinde güçlere devredecek bayrağı… Ta Asr-ı Saadet’ten bu yana böyle devam etmiyor mu bu hizmetler..?

Bu dinin asıl sahibi Hz. Allâh… Tebliğ edeni, talim edeni Rasûlüllah… Ümmeti terbiye ve tezkiye eden o. Ondan sonra kıyamet sabahına kadar onun vazifesini devam ettirecek olanlar da Onun varisleri, varislerinin evlatları…

Şimdi söz onlarda…

***

Bendeniz, yurt binamızın terasında hayalimin gezindiği günlerden geri dönüp geldiğimde; güneş, henüz pek de fazla mesafe almamış-alamamış... Ancak bir deniz perisi gibi başını çıkarmış yükselmeye çalışıyordu, ufka doğru mavi sulardan...

İşte bir anlık düşünce deryasından satırlara dökülen katreler-damlalar…

İki cihan saadetleri dileğiyle tüm okuyuculara iyi haftalar...


Halis ECE

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Halis ECE...Batı’da Güneş doğarken...
« Yanıtla #1 : 18 Mart 2009, 03:09:47 »
Rengârenk ormanlar, hem güneşi hem sisi birlikte barındıran yaylalar


Bir seri sohbet toplantıları, konferans ve seminerin ardından yaylalar…

Çeşit çeşit renklere bürünmüş dağlar…

Baktığında insana değişik bir his, hoş bir ürperti veren vadiler…

Rengârenk ormanlarla kaplı, akarsularla süslü güzel bölge…

Hiç de Ege’ye, Marmara’ya, Akdeniz’e ve diğer bölgelerimize benzemeyen bambaşka, yemyeşil tabiat manzaraları…

Öyle bir manzara ki, ancak dünyanın belli-başlı sayılı yerlerinde rastlanabilecek türden…

Nereden, hangi bölgemizden söz edeceğimi hemen anlamıştır sanırım birçok okuyucumuz:

"Karadeniz bölgesi…"

O bölge iklimi, o bölgenin yayla manzaraları… Sözünü ettiğim, güzelliklerinden bahsettiğim yer; Trabzon/Düzköy/Çayırbağı/Zeleha mahallesi…

İnsanın o enfes, eşsiz yaylalar ve o yaylaların hoş ve güzel, altın kalpli, espritüel, misafirperver sakinleri tarafından, ruhi derinliklerinde bir yerlerde barındırmakta oldukları samimi sevgi ve özlem duygusuyla karşılanması… Gerçekten anlatılması zor, gönülden silinmesi imkânsız bir mutluluk… Hele hele evin küçük kızı İlköğretim 2. Sınıfa giden Zehra’nın tuttuğu o akıl ve zeka fışkıran pırıl-pırıl günlükleri… Zeleha’nın imamı sevgili babası Mustafa hocama ettiği nazlar… Onun da adeta “Eyüp sabrı” misâli anlayış ve tahammülleri… Bu arada annesine ve ablasına karşı tavırları… Unutulacak sahneler değil benim için.

Her şey o kadar güzeldi ki, Sırat köprüsünü andıran uçurumlarla dolu kıvrım-kıvrım stabilize yollarını bile unutturuyor insana… Yolculuk esnasındaki o göz kamaştıran, gönül okşayan enva-i çeşit renklere bürünmüş ormanlar… Beraber olduğunuz insanların, kırk yıllık ahbabınızmış gibi sıcak davranışları-tutumları… Onun için buralara “bir daha gelmem” deme fırsatını vermiyor insana gerçekten…

***

Bir şairimiz ne de güzel anlatmış Karadeniz yaylalarını…

Karadeniz Yaylaları
Güneş yağar alı al, moru mor;
Yaylalara bahar zamanı…
Dağlar; at başı, gelin duvağı…
Vadiler; kıştan kalma yamaç kar.
Hışımla koşturuyor Haçka deresi,
Önünde Karadeniz var.
Dağlar çiçekten eteklerini salıvermiş çimene…
Her yer çam, ızgarada balıklar...
Hep çiçektir oralar, menekşeli yaylalar…
Tavşan, kuzu dolaşır…
Derelerde alabalıklar oynaşır.
Turistler konaklaşır…
Yaşanacak yaylalar.
Hastaya hayat olur.
Görülesi yaylalar…
Karadeniz’de yaylalar…

***

Elbette ki bu tablo ve bu tablonun içinde yer alma arzusu/olgusu bir tesadüf değil. Özlem duyuyor insan tabiata… Özellikle de bozulmamış haline… Çünkü hemcinsimiz/insanlar olduğu kadar, tabiat da bir bütün olarak hayatımızın bir cüz’ü... Hem de vazgeçilmez bir parçası…

Akçaabat’ı da anmadan geçemeyiz işin bu noktasında… Haklı bir üne sahip o nefis köftesiyle… Köftenin yanındaki mis gibi kokan mısır ve buğday ekmeğiyle… Ama siz siz olun; yiyebileceğiniz miktarı iyi ayarlayıp öyle sipariş edin köftenizi... Çünkü iklimi gibi, insanı da cömert Karadeniz’in… Az olarak söylediğinizi sandığınız şey, önünüze çok olarak geliyor. Ayrıca köftenin ardından gelen tatlılar, çaylar-kahveler de ikramın bir başka güzel yönü… Tabii Çayırbağı’nın o tatlı dilli-güler yüzlü, sevimli dost minibüs şoförü pilot Erman efendiden alacağımız köfteyi de unutmuyoruz…

***

Karadeniz bölgesinde tabiat; insanımızın hayvanlarını otlattığı, barındırdığı “hayvanat bahçeleri” gibi adeta… Bu yönüyle, zaman ayırarak ziyaret ettiğimiz bir “açık hava müzesi” sanki...

Kendi isteğimiz ve kabulümüzle ya da istemeyerek de olsa teslim oluşumuzla sürüp giden yeni hayat biçimimiz… Ancak bütün fişleri çektikten, tüm düğmeleri kapattıktan, her türlü tedbirleri aldıktan sonra… Yani ancak döndüğümüzde orada sapasağlam bulmayı garanti ettikten sonra terk edebildiğimiz yeni hayatımıza, bir mola sanki tabiatla iç içe oluşumuz...

Bir başka ifadeyle, bu hayata ve şartlarına tahammül edemez olduğumuzda, ya da elektrikler kesilip, sular akmayıp, doğalgaz da pes dediğinde… İsteklerimize ulaşamaz hale geldiğimizde, çıkıp nefeslendiğimiz bir hava boşluğu tabiat...

Yahut asıl hayatımızdan uzaklaşıp gözümüzü-gönlümüzü eğlediğimiz, dinlenip ferahladığımız aslı olmayan bir başkalık hali tabiat...

Tabiat, özellikle de bozulmamış, insan eliyle tahrip olmamış haliyle güzel tabiat; artık bizim yaşadığımız yerde/yerlerde değil maalesef… Ziyaret ettiğimiz, hasretle andığımız, ama bütün varlığımızla içinde olmayı da göze alamadığımız mutena/ıssız yurt köşelerinde… Ve muhtemel ki; sürekli kalmayı artık bir daha asla göze alamayacağımız yerlerde...

***

Tabiat; insanoğluna hatta tüm canlılara göre daha bir “gerçek”… Bizse alabildiğine “yalan”ız. Kuşku yok ki, zıtlar bir arada bulunmaz-bulunamazlar… Bu, Rabbimizin koyduğu tabiat kanununa aykırı... Ama isterse o kanunu koyan Mevlâm, işte “yalan”la “gerçek”i birbirinin içinde pekâla barındırıyor.

Tabiatın bu güzellikleri yanında bir gerçek daha var ki Karadeniz’de; insanı hakikaten çalışkan ve pratik zekâya sahip… Kadınları dersen inanılmaz derecede cefakâr. Her birinin sırtında küfeleri… Her an için hazır taşımaya, taşınması gerekenleri… Görülmeye değer o çilekeş halleri… Önceleri ben TV proğramlarında seyrederken, konu mankeni sanırdım onları… Oysa gerçekmiş görüntüleri… Ama öylesine mütevekkil ki Karadeniz kadınları… Hiç şikâyet mevzuu değil onlar için bu halleri…

Sözün kısası bu neşeli insanlar; kadınıyla-erkeğiyle, çoluğuyla-çocuğuyla, genciyle-yaşlısıyla tembellikten uzak ve üretken bir toplum oluşturmuşlar o sarp ve güzel bölgemizde… Hem de madde ile manayı birlikte götürerek… Gözün alabildiği her yere bir cami kondurup minare dikerek…

Bunları düşündüm oralarda, Karadeniz’in o güzel yaylalarında… Sabahları pırıl-pırıl bir güneş… Aydınlatıyor etrafı alabildiğine… Dolduruyor odanın içini, ısıtıyor üşümüş yürekleri… Çözüyor damarlarda donmuş kanları… Güneşle birlikte gün, gülüyor sanki insana… İkindiden sonra ise, dışarıda sisli bir hava… Ormanlardan doğru yayılıyor çevreye… Ama puslu değil. Pis bir is ve egzoz kokusu gibi burun deliklerinizden sızıp ciğerlerinize hücum etmiyor... İnsanı bunaltmıyor; tam tersi içini-nefesini açıyor, tertemiz bir su buharı… Mentollü Fin Hamamı misali…

***

Yaylada içinde bulunduğunuz mekânı, seyahat ettiğiniz uçağın, bulutlar arasındaki seyrine benzetebilirsiniz. Ayrıca burada, bulutlar da kurşunî ağırlıklar olarak çökmüyor hayatın üstüne… Pamuk gibi hafif, yumuşacık bir halde...

Büyük şehirlerimizde, özellikle de İstanbul’daki kontrolsüz insan sesleri, atölye gürültüleri, klaksonlar, sinyaller yok yaylada… Akortsuz bir orkestra gibi çirkin ve dayanılmaz seslerini yükseltenler bulunmuyor buralarda… Dinlemeye mecbur kaldığınız sesler-konserler, tabiattaki diğer canlıların çıkarttıkları hoş nağmeler... Ya da tatlı, huzur dolu derin bir sessizluk!

Canlı olup kıpırdayan her şeyin, hatta kıpırdamayanların… İnsanların, evlerin, arabaların… Duyguların, düşüncelerin, seslerin, kelimelerin-kavramların, tabirlerin, atasözlerinin, veciz kelâmların… Hepsinin, hepsinin üstünde aynı güzellik… Aynı pamukumsu hafilik ve sadelik var yaylalarda...

Bu tablo buradaki hayatın bütünü için aynen geçerli… Bu renk, bu güzellik, bu cümbüş yayladaki bütün varlıkların özüne işlemiş çünkü...

Bütün bunları düşünmek; kanatlarımın ne kadar kırık, cılız-cansız, daha gezmem-görmem gereken ne kadar güzellikler olduğunu… İnsanlığımın ne kadar eksikleri-gedikleri, noksanları bulunduğunu en acı biçimde hatırlattı bana...

***

Pencerelerden bakmak, karşıdaki muhtelif renklerle bezenmiş ormanları seyretmek ne kadar da hoştu… Ama bu vuslat çabucak bitmesin diye adeta yaklaşmaya korkuyordum pencerelere... Özellikle de bir sandalye veya koltuk atıp oturmaya… Zaten zamanın pencereleri de sadece dışarıya açılmakla kalmıyor; içeriden daha aydınlık, daha ferah, daha yaşanası olan dışarıyı sanki topyekûn ayaklarına getiriveriyor bir anda insanın...

Enteresandır; zaten o güzelliklerin içinde yaşamalarına rağmen insanlar, duvarlarına da gene tabiat manzarası olan resimler asmışlar… Tabiatla böylesine bir iç içelik…

İşte yaylada tabiat, hayatın aslı, gerçeği, ta kendisi... Kafamızın-gönlümüzün hatta hücremizin duvarındaki dışarıya açılan mini-mini-minnacık ışık saçan penceresi... İnsanlığımız, yaratılanların en üstünü, en şereflisi oluşumuz… Her şeyin emrimize âmade kılınışı/boyun eğişi… ve tüm bu nimetler mukabilinde de, bunları karşılıksız olarak lûtfeden/veren Yaradanımıza karşı nankör davranmayıp şükretmemiz, hakkımızda hafifletici sebep diye düşündüm... O bakımdan oradaki Cuma vaazımızın mevzuu da şükürle ilgiliydi. Malum, “nimet avdır, zaptı da şükür”ledir. Şükrü yapılmayan nimetler, çabucak elden çıkıverir, kayar gider, şükredenlerin sofrasına konar.

***

Kısaca sözünü ettiğim bu yaylalar; gençliğin her şeyi heyecan verici, tozpembe gösteren sarhoşluğundan uzaklaşmakta olan her insanın, hayatın yorucu-yıpratıcı, daraltıcı-bunaltıcı döngüsünden kaçıp sığınmak istediği bir inziva mahalli bence… Benim tahayyülüm-tefekkürüm-tezekkürüm ve duygularım bu.

Güneşin ısıttığı yemyeşil çayırlar… Rüzgârın hafifçe sağa-sola savurduğu ağaçlar… Su sesinin böcek nağmeleriyle, kuş cıvıltılarıyla bölündüğü ormanlar… Horoz sesinin duyulduğu evler... Çevrede yayılan-otlayan inekler... İşte bütün bunlar, içinde debelenip durduğumuz büyük kargaşayı unutturabilir hepimize…

Ama ne yazık ki tüm bu güzel manzaralar, tasvir ettiğimiz nefis tablolar, sadece içimizden geçirdiğimiz bir şey, çoğumuz için… Bunu biliyoruz, farkındayız elbette...

***

Dünyada daha nice inanılması güç, göz ve gönül alıcı fevkalade güzellikte çayırlar var kuşkusuz…

Ellerini ağaçların saçlarında dolaştıran rüzgârların esip durduğu insan eli bile değememiş yerler mevcut…

Sükûnetini kaybetmemiş ormanlar var hâlâ bu güzel gezegenimizde...

Fakat onların içinde kaybolmayı göze alabilecek insan yok artık… Batı’nın, gerek bitkiler-ağaçlar ve gerekse canlı türleri üzerinde araştırmalar yapan belgesel çekimcilerinden başka… İyi ki de onlar var; yoksa pek çok bitki ve canlı türünden nasıl haberdar olurduk!

***

Bugünün dünyası, hayat şartları-standartları her birimizi başka-başka yerlerimizden yakalayıp kendine bağlamış, hatta kenetlemiş durumda sanki… Hem de ruhumuza ve bedenimize, tüm varlığımıza sapladığı can yakan, gönül acıtan, ruh kanatan kirli kancalarıyla...

***
Evet, bir gezinin ardından, gönlümüzden monitöre dökülen duygu ve düşünceler özet olarak bunlardı sevgili üye ve okurlarımız…

Hoşça kalın, sağlıcakla kalın...

Her iki dünyanızda da saadet ve selamette olun.

Kutlu ve mutlu bir hayat dileğiyle...


Halis ECE