Mutluluğun resmi ya da Elif Anne...
Kayabalıkları. Yoo, sizin isminizi yanlış vermişler. Kuzu balıkları olmalı idiniz. Nerdeyse ellerimizin yüzünüze değmesini bekleyecek kadar yakınımıza gelip attığımız ekmekleri havada kapmaktasınız.
Akvaryumda kırmızı balığın tülden kuyruklarının, kanatlarının en ince ayrıntısını çizen yüce Sanatkâr, insana hangi hediyeyi sunacağını hiç aksatmamış.
Ya da en güzel şaheserlerini sadece insanlar için ithaf etmiş.
O en yakın arkadaşımız, sırdaşımız, dostumuz, sevgililer sevgilisi, cenneti ta yanı başımızda inşa etmiş.
Fark edebilene elbet.
O büyük dost da insanlar arasında yakin dostlar edinmiş.
Nebileri, velileri, seçkinleri arkadaş edinmiş.
O gün baktım da tek süslü eşyası erguvan nakışlı bir kilim olan yer minderleri ve kamış yastıklarla tamamlanan bir odada.
İnsanlara adanmış bir ömrün tam kalbinde idi, Elif Anne.
Meryem kadar saf ve temiz yüzüne bakıp mırıldanıyorum: “sen istediğin kadar sakla, kimseyi kandıramazsın, bal gibi O’nun dostlarındansın. Bahse girerim ki seni melekler ebrar ebrar diye çağırmaktalar.”
Elif Annedeki o tevazu, kanaat, tevekkül, hayâ, tefekkür, nezaket…
Çocukla çocuk. Gençle genç.
Anadolu’ nun doğusunda bir Kur’an kursunda yatılı kalıyor, talebe okutuyor.
Kur’an sofrası hep açık. Ulu kitap en yakın arkadaşı.
Odasında lüks eşya yok ama Yaratıcı’nın güzelliklerini o kadar çok taşımış ki her yana. Sanki o küçük oda bir botanik bahçesi. Akvaryumda balıklar. Kafesinde kuşlar. Minderinde kedisi ile ne kadar mutlu bir hayatın tam ortasında idi.
Onu ne zaman görsem neden kayabalıklarını anımsamaktayım ki.
Bir yaz günü iri kayalar arasında oynaşan, mavi denizin içinde tombul yanaklı balıkları seyrederken, çocuklar kadar sevinmişti Elif Anne.
O deniz kenarında bir Uzakdoğu bilgesi gibi dakikalarca onları izledikten sonra, yüzünü gökyüzüne çevirip,
“Bizler için unuttuğun bir şey kalmamış, her şey tastamam. Kendini hatırlatmak için adeta tekir kedi suratlı balıklarınla insanları şaşırtmaktasın. Ama hep ikramdasın. Etrafı cennet gibi süsleyerek, tek bir ayrıntıyı bile ihmal etmemişsin.”
Elif Anne adeta arkadaşı ile konuşuyordu.
Ya da çok yakin bir dostu ile.
Bazen insanlar arasında kalkıp bu yakın dostuna cevap vermekte idi.
Sevgililer sevgilisine durumunu arz ediyordu.
O kısacık boyu, yetmişine yakın yaşı, çok zayıf bedeni ile bir çocuk gibi ağlıyordu.
Hıçkıra hıçkıra,”cömertliğini nasıl öderiz, bu kadar nimetin şükrünü nasıl eda ederiz” diye gözyaşları döküyordu.
Fakat gözyaşları bile insanları rahatsız etmeyen, fevkalade bir terapi seansı gibi geliyordu.
Hiçbir geliri yoktu. Evlenmemişti, eşi ya da evladı tarafından bakılacağına dair bir olasılık yoktu.
Fakat yaşadığı Kur’ân kursunda rızk tıpkı Meryem Mabedi gibi dolup taşmakta idi.
Arada çarşafını giyip bir azize gibi, fazla olan yiyecekleri; öğrencilerin hakkını ayırıp, mahallenin yoksullarına dağıtıp geri dönüyordu.
Rızkı veren sosyal gereksinimlerini ayarlamış, o da bir şeyi dert etmeden dünyanın para ve eşyasını biriktirmeden, soylu bir yaşamı paylaşmakta idi.
Balıklı gölün mabedinde bir hoş sada idi Elif Anne.
Çiçeklerle dolu küçük bir cennette son Meryem’di.
Kuş sesleri arasındaki o Kur’an sofrasında en güzel bülbüldü.
Mutluluğun resmi idi. Bu resmi görmek isteyen, o güne mutlu başlamak isteyen, koşarak yanına gidiyordu.
Bir şehrin Şemsi idi.
Aydınlık pırıl pırıl yüzü, gülen siyah sıcak gözleri; insanlara yaşama sevinci veriyordu.
O’nun dostunu görenler, sıkıntılarını unutuyorlardı.
Bir sevgi sağanağı, merhamet güneşi, parlak bir yaz akşamı, bir bahar esintisi idi Elif Anne.
Bunalmış yorgun gönüllerin elde kalmış son dermanı idi.
Mine Alpay Gün
02.12.2008
m.alpaygun@gmail.com