Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı busegül

  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Adana
  • 20005
  • +360/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Allah birdir ve Muhammed (s.a.v.) onun elçisidir.
    • Uyanan Gençlik
Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil
« : 30 Ağustos 2012, 14:36:27 »


Batılı anlamda Türk romanının başlangıcı sayılan ve Tanpınar'ın  Türkiye'de nesli adına konuşan ilk eser diye tanımladığı Mai ve Siyah, döneminin basın, edebiyat ve şiir hayatına ilişkin gözlemleriyle de ayrı bir öneme sahiptir.

KİTABIN KONUSU:
Hayalleri olan bir gencin lise son sınıfta babasını kaybetmesiyle hayallerinin yıkılışı ve beraberindeki hayat mücadelesi.

KİTABIN ÖZETİ:
Ahmet Cemil,babasının ölümünden sonra,binbir güçlükle okulu bitirir ve kız kardeşini ve annesini beslemek için çalışmak zorunda kalır.Bunun için elinden fazla birşey de gelmemektedir.Çünkü yabancı dil bilmekten başka bildiği birşey yoktur.Ona kalsa,bütün çalışmalarını şiir üzerinde toplamayı;edebiyatımıza bir başka yön vermeyi ister. Ancak hayat mücadelesi onu çok genç yaşta karşılar.

Ali Şekip ,Hüseyin Nazmi gibi arkadaşlarıyla başlıca tartışma konusu budur zaten. Raci gibi kendisini kıskanan,arkasından dedikodular yaratan birine rağmen şiirde birşeyler yapacağına inanır . Bir yandan , Ahmet Cemil ,bu sarı , uzun saçlı, mavi gözlü ,kalem parmaklı genç, Hüseyin Nazmi’nin kızkardeşi Lamia’yı sever.Tek kaygısı onunla evlenmek,ona layık bir yuva kurabilmektir.Fakat bu mümkün olabilir mi? Olabilecek mi? Hep bunu hayal eder.

            Okulu bitirdikten sonra ,zavallı genç çok sıkıntılı günler geçirir.Evlerine gittiğin öğrencilerin şımarıklıklarına katlanmak zorunda kalır.Ekmeğini kazanır ama, neler pahasına! Böylelerinden para kabul etmeğe mecbur kalmak ona pek ağır gelir . Başka çare de yoktur. Pek dayanamaz hale gelince , bu sefer kitapçılara polis romanları tercüme etmeye kalkar. O çağlarda pek sayılı olan bu kitapçılar  da onun derisini yüzerler.Geceler boyu göz nuru dökerek yaptığı anlamsız tercümelere hiç denecek kadar az para verirler. Ne öyle eserleri tercüme etmek ister , ne de parasını üzüle üzüle almaya razı olur.

            Ahmet Cemil, günün birinde “Mirat-I Şuun” adlı gazetede çalışmaya başlar. Hayatı az çok düzene girer. Hatta ,gazete sahibinin oğlu Vehbi Efendi, Ahmet Cemil’in kız kardeşi İkbal’le evlenir. O zaman Süleymaniye’de eski bir evde oturan Ahmet Cemil, kız kardeşini mutlu görmek hevesiyle güzel bir düğün yapar. Ama bu evlilik, o zamanın  evlenme şartları yüzünden başarılı olmaz. Evlenenler daha önce birbirlerini tanımadıkları için bağdaşamazlar. Vehbi Efendi çok kaba, durmadan içen , küstah bir kimsedir. Öyle alçak bir heriftir ki, karısı hamile olduğu sıralarda beslemelerini okşayarak onlarla gönül eğlendirir. Ahmet Cemil bu adiliklere dayanamaz .Gülle dokunmaya kıyamadığı biricik kız kardeşinin hırpalanmasına, hatta dövülmesine razı olmaz. Bir gece, Vehbi, İkbal’I öyle hırpalar, durumunu düşünmeden öyle bir tekme atar  ki zavallı kadın çocuğunu düşürür. Ahmet Cemil, çıldırmış bir halde, arkadaşı Ali Şekip’in dükkanına kendini atar. Ali Şekip’e anasınden aldığı küpeleri, yüzükleri emniyet sandığına rehin etmekte kendisine yardım için gitmiştir. Kız kardeşini ölümden kurtarmak gerekmektedir.Hiçbir önlem zavallı İkbal’i ölümün pençesinden kurtaramaz.

            Hüseyin Nazmi, uzakça bir görevle dış işlerine tayin edilmiştir. Memmundur. Ahmet Cemil, bir gün onu ziyarete gider. Bir aya kadar memleketten ayrılacak olan Hüseyin Nazmi, sevineceğini sanarak Ahmet Cemil’e başka bir haber daha verir. Lamia’yı evlendiriyorlardır.O zaman  Ahmet Cemil Lamia’ya ait tek tük hatıra kırıntılarını bir daha yaşar. Bunlar, Lamia’nın çocukluğu ile ilgilidir. Zihninde, kızı, ailesinin ısrarıyla evlenmeyi kabul etmiştir diye tasarlar.Bir an sevgisini itiraf etmeyi düşünür.Ama yoksulluğu, işşizliği aklına gelince bir yuva kuramayacağını kabullenir. Bundan da vazgeçer.

            Önce kardeşi, sonra Lamia… Geriye ne kalmıştır?Eseri mi?Genç adam,bütün ömrürünü koyduğu şiirlerini bir an bile duraklamadan ocağa atıp yakar. Yaşamı gözlerinde yaşlar,ağzında acı bir lezzetle seyreder.  O esrin bir anlamı kalmamıştır artık.

            Madem ki Hüseyin Nazmi gidiyor, o da gidecektir. Bir gün Taksim bahçesinde oturuken ileriye ait tasarlarını, tasarladıklarını hatırlar. Şimdi o da Anadolu’da bir görev alıp gidecektir işte. Kendisine kırgınlıktan başka birşey sağlamayan  bu İstanbul’dan kaçacaktır. Kararını yerine getirir. Dertli anasını alarak bir vapura biner. Gece karanlığında, son defa İstanbulu, Cihangiri seyreder. Deniz karanlık, gece karanlıktır. Vaktiyle Tepe başında, gece, gözlerine bir elmas yağmuru gibi görünen ışıklar sanki sönmüştü. Şimdi her taraf simsiyahtı. Oda,güneşten, hayatın biçareliğiyle alay eden ışıktan kaçarak,sonsuz bir yoklukta mutlu ve rahat, yuvarlanıp gidecektir.

Çevrimdışı busegül

  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Adana
  • 20005
  • +360/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Allah birdir ve Muhammed (s.a.v.) onun elçisidir.
    • Uyanan Gençlik
Ynt: Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil
« Yanıtla #1 : 31 Ağustos 2012, 16:21:05 »
METİN:

Bu gece Ahmet Cemil’in nöbeti idi. Bugün eniştesi matbaaya hiç uğramadı. Ahmet Cemil korkulu bir yüzleşmeden kurtulduğuna seviniyordu. İdare memuru ile Sait ve Saip gittikten sonra büsbütün yalnız kaldı, matbaada ancak nöbetçi dizgicilerle, makineciler vardı. Kendi odasına girdi. Bu akşam artık bir karar vermeye azmetmişti. Ne olursa olsun bu karışık işe, belirsiz hale bir netice vermek istiyordu. Eniştesiyle devam edebilmek artık mümkün değildi. O halde evi kurtarmak, makineleri ona bırakmak lazımdı. Yahut makineleri alsa, mesela “Peyâm-ı Cihan” matbaasıyla bir sözleşmeye girişse… Bir matbaa sahibi olabilmek emelinden mümkün değil hulyasını ayıramıyor, yapabileceği şeyleri zihninde tetkik ettikçe kalbi hep şu son tesviye çaresine yöneliyordu.

Bir aralık aşağıya makineler dairesine inmek, onları bir kere daha görmek istedi. Merdiveni yarı aydınlatan kırık şileli bir asma lambanın ışığı ile merdiven parmaklığını tuta tuta indi. Buzlu camı üstünde: İçeriye girmek yasaktır.” İhtarı görünen kapıyı itti, makineler dairesine girdi.

Taş baskı makinesi ta dipte üzerine yelken bezinden örtüsü çekilmiş duruyordu. Ahmet Cemil en evvel onu bir muhabbet nazarı ile selamladı: “dünyada tek servetim!” diyordu. İlerledi; buraya ne vakit girse yağ, petrol, kâğıt, mürekkep kokusundan toplanma ekşi havasından garip bir haz duyardı; ciğerinin bu havayı teneffüse muhtaç olduğunu, bu âlemden çıkacak olursa kanının kuruyacağını zannederdi. Ötede başdizgici makinenin üzerine eğilmiş bir arkadaşının tutuverdiği el lambasıyla gazetenin son düzeltmelerini yapıyor; bir kenarda makineci esneyerek düzeltmelerin bitmesini bekliyordu. Ahmet Cemil’i görünce hepsi başlarını çevirdiler, sonra başdizgici: “Şimdi bitecek, efendim!” dedi, yine on yaşından beri parmaklarının ucunda fikirleri çözüp bağlamakla yorula yorula harap olan vücudunu makinenin soğuk yüzeyine eğdi; tahammül edilmeyecek bir vaziyetle, kokulu lambanın pis havasının, donuk ışığıyla şuradan bir nokta çıkarmak, öteye bir virgül koymak için; sabırsızlıktan, üzüntüden , yorgunluktan ciğerleri göğsünün içinde darlaşarak; elinde cımbız, cenkleşmeye başladı. Ahmet Cemil bu zor sanatın bütün yorucu, üzücü savaşını çok iyi bilirdi, onun için dizgiciliği yazarlıktan zor bulur, bu zavallılara derin bir merhametle acırdı. Bütün gün ayak üzere; dört yüz şu kadar hücreye zihnini bölerek; fikirleri parça parça, harf harf toplayıp dağıtarak, ilerlemez, bitmez bir işte hız göstermek, parmaklarını zihnine yetiştirmek için içi içine sığmayarak, çabuk yapmak isteyip de yapamamaktan gelen bir sinir kriziyle hastalanarak, parmaklarının ucunda fikirlerin çözülüp dağılmasından yavaş yavaş zihnine bir perişanlık gelerek işleyen bu sanat adamlarına ayrı bir sevgisi vardı. Bazı defalar düzeltme esnasında bulundukça onlara bakamazdı. Satırları gevşetmek; yanlış kelimeleri, harfleri birer birer ayıklamak; yerlerine doğrularını koymak, o binlerce mini mini şeyler içinde cımbızın ucu ile gezmek, bazen zor bir yere rastlamak, sıkışmış bir satıra bir fazla kelime ilavesi için yirmi satırı yerinden oynatmak, yekdiğerine aktarmalar yaparak bu madenden mahlukları arzuya uydurmak… Bütün bu şeylerin nasıl kan kurutucu bir savaş olduğunu düşündükçe hayatlarını hayatları karşılığında kazanan bu adamlara acır, onları pek ziyade merhamete değer bulduğu için severdi.

Ahmet Cemil bir şey söylemiş olmak için: “Yarım saate kadar biter mi?” dedi. Başdizgici: “Şimdi ilk nüshayı gönderirim.” Cevabını verdi. Son düzeltmeler yapıldıktan sonra gazeteyi basmaya başlamadan evvel bir nüshasını nöbetçi yazar düzeltilmiş nüsha ile karşılaştırırdı. Bu gece onu bekliyordu. Geri döndü, cam kapıyı açtı, merdivenden yukarı çıkıyordu, merdivenin ta ilk basamağında parmaklıklar tutunmuş, başını oraya dayamış bir gölge gördü: Raci!.. Kendi kendisine, “Sarhoş! Şimdi bunu ne yapmalı?” dedi. Tekrar geriye döndü, makineciyle yamaklardan birini çağırdı. Onlar şaşırmadılar, matbaada herkes Raci’nin bu haline alışmıştı, onu tutup yukarıya çıkarırken bir aralık makineci: “Bir haftadan beri dört beş keredir böyle geliyor!” dedi.

Ahmet Cemil kendi kendisine: “Benim bulunmadığım geceler demek oluyor.” Dedi. Bu gece Raci’ye görünmemeyi uygun gördü. O da kendisini görebilecek bir halde değildi. Ahmet Cemil’in odasına, sedirin üzerine yatırdılar. Ahmet Cemil bu geceyi yazı kurulu odasında bir köşeye büzülmekle geçirmeye karar vermişti. Matbaa sabaha kadar Raci’nin ciğerlerini söken öksürüğü ile sarsıldı.

Bu sabah Saip, Ahmet Cemil’i orada görünce “galiba gene içeride!..” dedi. Ahmet Cemil başıyla “Evet!” cevabını verdi. Saip odaya girdi. Beş dakika sonra tekrar Ahmet Cemil’in yanına döndü:

-Raci sarhoş değil, fena halde hasta! Ateşler içinde yanıyor! dedi.

Ahmet Cemil sarardı. Bu adam hakkında duyduğu nefretle beraber ona acımaktan nefsini alıkoyamamıştı. Saip’in bu sözü üzerine bir gün Ahmet Şevki Efendi’nin haber vermek istediği fena netice aklına geldi, o vakit her türlü kinini unutarak bu hasta adamın yanına gitmeye karar verdi. Saip’le beraber içeriye girdiler, Raci gözlerini açıp baktı, sonra yalnız bir saniye için uyanmış da derin bir uykuya dalmış gibi tekrar kapadı, Saip yalan söylememişti. Ahmet Cemil, Raci’ye bir şey söylemek istemedi, yavaşça Saip’e:”bir doktur getirmeli.” Dedi. O vakit düşündüler, tanıdıklarından birine adam göndermek için hatırlarından geçen isimleri tekrar ettiler, nihayet biri üzerinde karar kıldılar.

Nedim gelmiş, bugün babasıyla ilgili fena bir şey olacağı hissiyle kapının etrafında dolaşıyordu. Eczahaneye onu saldılar.

Ahmet Şevki Efendi gelip Raci’nin hastalığı haberini alınca omuzlarını silkti, “yalnız bugün hasta değil, çoktan beri hasta, fakat bugün yatağa düşecek demek oluyor.” dedi.

Doktorun muayene neticesi idare memurunun hükmünü doğruladı, Ahmet Cemil’e: “Şu haliyle benim nazarımda mahkumdur.” Dedi. O vakit bütün arkadaşları düşündüler, Ahmet Şevki Efendi’nin öncülüğünde bir çare aradılar. İdare memuru “Hastahaneye?..”diyordu…

Hastahane!.. Bu kelime Ahmet Cemil’de pek ağır bir tesir hâsıl ediyordu. Fakat başka bir çare? Hanımıyla şu halinde barıştırıp bu zor hastayı o zayıf, Âciz kadına yüklemek her ikisini de öldürmek demekti. Lakin hastahane?.. Buna bir türlü karar vermek için cesaret edemiyorlardı. Nihayet Saip: “Acaba orada özel bir odaya yatırtamaz mıyız?..” dedi.

Bu ümit biraz cesaret verdi. Buna çare aradılar, Saip: “siz gazete namına bir tavsiye veriniz, aşağısını ben ayarlarım.” dedi.

( Halit Ziya UŞAKLIGİL, Mai ve Siyah, İstanbul 2003, s.314–319 )