1. İslâm Hukukunun oluşum dönemleri nelerdir?
Cevap: İslâm hukukunun oluşum süreci ile ilgili olarak
Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık
safhasının tamamlandığı; müctehid imamlar döneminde
sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise
sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. İslâm hukukunun
dönemlendirilmesi ise bu sürecin aşamalarını
göstermektedir. Dönemler belirlenirken kimi yazarlar
siyasi iktidarı esas alarak Hz. Peygamber-EmevilerAbbasiler
şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardır.
2. İslâm Hukukunun oluşumunda Peygamber Efendimiz
(sav) nasıl bir yol izlemiştir? Mekke ve Medine
dönemleriyle açıklayınız.
Cevap: Hz. Peygamber Efendimiz (sav) döneminde İslâm
hukukunun durumunu ele alırken Mekke ve Medine
safhalarının özelliklerini göz önüne almak gerekmektedir.
Mekke’de geçen hicretten önceki on üç yıl zarfında tebliğ
edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği,
Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç
ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Bunun
yanında prensip olarak temel ahlak esasları üzerinde
durulmuş, ancak bunları müeyyideye bağlayan ayrıntılı
hükümler henüz getirilmemişti. Mekke dönemindeki
tebliğ sürecinin insanları inanç ve ahlak bakımından belli
bir düzeye getirerek, daha sonra emredilecek somut ve
ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek bir motivasyon
sağlama gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan Hz.
Aişe (rahm)’nin (ö. 58/678) ilk inen ayetlerin Cennet ve
Cehennem motifleri taşıdığı, daha sonra helal ve haramla
ilgili ayetlerin geldiğine ilişkin tespiti önemlidir. Hz. Aişe
(rahm)’nin değerlendirmesine göre, fertleri hazırlamadan
ilk etapta içkiyi ya da zinayı terk etmek emredilseydi,
insanlar bu emirlere direnç gösterirlerdi (Buhârî,
Fedâilü’l-Kur’ân, 6).
Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Müslümanlar,
Medine’de şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir
topluluk haline geldiler. Medine’de yaşayan bütün
grupların iştirakiyle, hak ve sorumlulukları belirleyen
ortak bir belge (Medine Vesikası) tanzim edilerek Hz.
Peygamber Efendimiz (sav)’in etrafında bir nevi siyasal
bir teşkilatlanma meydana getirildi. Bu aşamadan sonra
hukuki hükümlerin vaz edilme ve uygulanma imkânı
ortaya çıkmıştır. Zira sosyal olgu boyutundan hareket
edildiğinde bir kurala hukukiliğini kazandıran niteliğin, o
kuralı uygulatacak, ihlali halinde yaptırıma tabi tutacak bir
iktidarın mevcudiyeti olduğu açıktır. Müslümanlar böyle
bir iktidar yapısına Medine döneminde sahip olmuşlardır.
Nitekim bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı
hükümlerin yanı sıra evlenme, boşanma, velayet, miras,
ticari hayat, akitler ve borç ilişkileri, haksız fiiller, cezalar,
muhakeme (yargılama) usulü, savaş ve barışla ilgili
kurallar vb. sosyal hayatın hemen her alanını düzenleyen
kurallar vaz edilmiştir. Bu süreç Hz. Peygamber
Efendimiz (sav)’in vefatına kadar sürmüştür.
3. Kitap, Sünnet, Nass ve İctihat terimlerinin anlamları
nelerdir?
Cevap: Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun
temel kaynağı vahiydir. Dolayısıyla İslâm Hukuku’nun ilk
kaynağını Kur’ân, fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle
Kitâb oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in
Sünnet’iyer almaktadır. Sünnet, Hz. Peygamber’in ahkâm
ayetlerinin anlaşılması ve uygulanması ile ilgili söz, eylem
ve onaylamalarını içerdiği gibi, Kur’ân’da temas
edilmeyen konuları hükme bağlayan tasarruflarını da
kapsamaktadır. İslâm hukuku terminolojisinde, Kitâb ve
Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nas terimi de
kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan nas teriminin
yanında İslâm Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için
kullanılan diğer temel terim ise ictihaddır.
4. Bazı yazarların, İslâm öncesi örf ve adetlerin İslâm
Hukuku üzerinde belirleyici olduğu önermesinin
geçerliliğini tartışınız.
Cevap: Bir takım şahıslar Hz. Peygamber Efendimiz (sav)
döneminde İslâm öncesi döneme ait örflerin de bir hukuk
kaynağı niteliği taşıdığını ileri sürmektedir. Ancak
bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından
onaylanmalarıyla mümkün olmuştur ve meşruiyet
açısından sünnete dayanmaktadır. Dolayısıyla Hz.
Peygamber döneminde İslâm öncesi örflerin bir hukuk
kaynağı olduğunu ileri sürmek,doğru bir yaklaşım
değildir. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslâm
hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitâb
ve Sünnet.
5. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) döneminde İslâm
hukukunun oluşum süreci açısından bazı özellikler dikkati
çekmektedir. Bu özellikler nelerdir?
Cevap:
• Tedrice Riayet: Bu dönemde hükümlerin vaz
edilişi sırasında göze çarpan önemli bir özellik,
mükellefiyetlerin aşama aşama belirli bir hazırlık
ve alıştırma süreciyle yürürlük kazanmasıdır.
Bahsettiğimiz durum en temel ibadetlerde dahi
görülmektedir.
• Kolaylık İlkesi: Hz. Peygamber döneminde
hükümlerin vaz edilişi sırasında gözetilen temel
amaçlar içerisinde kolaylık ilkesi yer almaktadır.
İlahi iradenin mükelleflerin zorluk ve sıkıntı
içerisinde kalmasını değil, bilakis kolaylaştırmayı
hedeflediği bizzat Kur’ân’da açıklanmıştır
(Bakara, 2/185; Nisa, 4/28; Maide, 5/6). Hz.
Peygamber Efendimiz (sav)’in de günah söz
konusu olmadığı müddetçe her iki alternatifin en
kolayını tercih ettiği nakledilmektedir (Buhari,
Menâkıb, 24).
• Toplumun Maslahatının Gözetilmesi: Hz.
Peygamber Efendimiz (sav) döneminde
hükümlerin vaz edilişi sırasında toplumun temel
ihtiyaç ve faydalarının gözetilmesi, hukuki
yapılanmanın bariz bir özelliği olarak dikkat
çekmektedir. Bu bağlamda bazı hukuki
düzenlemelerin toplumun maslahatı
doğrultusunda değişime tabi tutulduğu
görülmektedir. Örnek olarak önceleri vefat eden
bir erkeğin eşinin bekleme süresinin bir yıl
olduğu, bu süre zarfındaki nafaka ve barınma
giderinin koca tarafından vasiyet edilmesi
gerektiği öngörülüyorken (Bakara 2/240), daha
sonra bekleme süresi dört ay on gün olarak tespit
edilmiştir (Bakara 2/234). Keza önceleri ebeveyn
ve yakın akraba hakkında vasiyette bulunma
mükellefiyeti söz konusu iken, daha sonra
mirasçılar ve hisseleri ayrıntılı olarak
belirlenmiştir.
6. İslâm Hukuku açısından Sahabe-i Kiram Dönemi
olarak adlandırılan dönemin genel nitelikleri nelerdir?
Cevap: İslâm hukukunun oluşum süreci açısından sahabe
döneminden bahsettiğimizde, dört halife dönemini ve
kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz
konusudur. Özellikle ilk iki halife dönemindeki
uygulamalar, İslâm hukuk düşüncesinin gelişimi açısından
ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve
Hz. Ömer (ö. 23/644) dönemlerinde ictihad niteliğini haiz
olan sahabilerin çoğunlukla Medine’de bulunması, bazı
konularda istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını
kolaylaştırmıştır. Hatta bu konuya ayrı önem verdiği
anlaşılan Hz. Ömer’in belli başlı hukukçu sahabileri
Medine’de ikamete mecbur tuttuğuna dair rivayetler de
vardır. Daha sonraki dönemlerde ise çeşitli bölgelere
yerleşen sahabiler sahip oldukları nas birikimi ve ictihad
nosyonunu kendilerine öğrencilik eden tabiûn nesli
hukukçularına aktarmışlardır. İleriki aşamalarda muhtelif
bölgelerde belirli fakih sahabileri üstad olarak kabul eden
ekolleşmeler görülecektir. Bu anlamda çeşitli bölgelerde
farklı sahabilerin öne çıktığı görülmektedir. Örnek olarak
Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b.
Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655)
ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih sahabiler gerek fetva
hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli
rol oynamışlardır.
7. Sahabe-i Kiram Dönemindeki İctihad faaliyetinin
özellikleri nelerdir?
Cevap: Bu dönede ictihad faaliyetlerinin taşıdığı bazı
özellikleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
• İctihad geniş bir şekilde uygulanmış ve teşvik
edilmiştir. Bu hususu Hz. Ömer’in Ebu Musa elEşarî
(ö. 44/665) ve Kadı Şureyh’e (ö. 78/697)
gönderdiği metinlerde gözlemlemek mümkündür.
Özellikle ilk iki halife döneminde istişareye
dayalı karar açıklamanın örnekleri de
bulunmaktadır. Bu dönemde görülen ictihad
faaliyetleri somut meseleleri çözmeye yöneliktir.
Farazi fıkıh olgusuna rastlanmamaktadır.
• Sahabe ictihad sonucu ulaşılan hükümleri,
nassların açık hükümleriyle bağlayıcılık
açısından aynı derecede tutmamış, bu hususu
ısrarla vurgulamıştır. Bu dönem fakihleri,
ictihadın hata ihtimaline açık ve göreceli bir
sonuç verdiğinin bilincinde olarak bu metodu
kullanmıştır. Bundan dolayı aynı konuda farklı
ictihadlarda bulunabilmişler ama birbirlerini
itham etmemişlerdir.
• Bu dönemde, belli illet ve hikmetlere dayandığı
düşünülen nasların, zamanın ve şartların etkisi
sonucu illetlerinde bir değişme yaşandığı
kanısıyla, gâî (amaçsal) yoruma tabi tutuldukları
görülmektedir. Hz. Ebu Bekir döneminde, Hz.
Ömer’in talebi doğrultusunda müellefe-i kulûb
uygulamasına son verilmesi, ehl-i kitap
hanımlarla evlenmek caiz olduğu halde Hz.
Ömer’in bazı idarecilere bu konuda kısıtlama
getirmesi, yine Hz. Ömer’in kıtlık yılında
hırsızlık cezasını uygulamaması, Irak
topraklarının statüsünün belirlenmesinde
benzerlerinden farklı bir uygulamada bulunması
bu çerçevede değerlendirilebilecek
örneklerdendir. Nassların gâî yoruma tabi
tutularak lafızlarının aşılması oldukça hassas bir
konudur. Bu tavrın genel bir kural haline
getirilmesi ise hukuk emniyetini ihlal edici bir
durumdur. Söz konusu örneklere sahabe
döneminde rastlanması, bu kuşağın nassların
ortaya çıktığı bağlamı ve ilk uygulanışlarını
bizzat yaşamalarından, lafzî ve gâî yorum
arasındaki dengeyi kurabilecek yeterliliğe sahip
olmalarından kaynaklanmıştır.
• Sahabe dönemi hukukçuları nas bulunmayan
konularda çözüme ulaşmak için ictihad
etmişlerdir. Bu hususta kendilerine rehberlik
eden ana unsur, Hz. Peygamber’le birlikte
olmanın, onun hukuki konulardaki yaklaşım
tarzına tanık olmanın kazandırdığı meleke
olmuştur. Nas bulunmayan konularda bazen Hz.
Peygamber dönemindeki bir olayla benzerlik
kurmuşlar, bazen de fayda ve maslahat açısından
konuya yaklaşarak uygun gördükleri çözümü
benimsemişlerdir. Yaptıkları ictihad faaliyeti
genel olarak re’y adı altında ifade edilmiştir.
Sahabe döneminde nas bulunmayan konularda
çözüm getirme çabasını ifade eden re’y, sonraki
dönemlerde sistemleşmiş, kıyas, istihsan, ıstıslah
gibi kısımlara ayrılmıştır.
8. Sahabe-i Kiram Dönemi hukukçuları görüş birliğine
ulaştıkları konuların yanı sıra birçok meselede ihtilafa
düşmüşlerdir. Bu ihtilafların sebepleri nelerdir?
Cevap: Sahabe-i Kiram Dönemi görüş ayrılıklarının
sebeplerini başlıca üç grupta toplamak mümkündür:
• Kur’ân ve Sünnet nasları delalet açısından, her
zaman aynı kesinliğe sahip değildir. Dil
imkânları çerçevesinde farklı anlama ihtimalleri
mevcuttur. Söz gelimi boşanmış hanımların iddet (bekleme)
sürelerini düzenleyen ayette (Bakara 2/228) geçen
“kurû” lafzı hem regl müddeti hem de temizlik müddeti
olarak anlaşılmaya müsaittir.
Nitekim bu meselede farklı sahabiler, farklı
anlama biçimlerini tercih ederek değişik
sonuçlara ulaşmıştır.
• Sahabilerin sünnet konusundaki birikimi aynı
seviyede değildi. Hz. Peygamber (sav)’in kiminin
muttali olduğu uygulamaları hakkında kiminin
bilgisi bulunmuyordu. Sünnetle ilgili diğer bir
ihtilaf sebebi ise rivayetlerin Hz. Peygamber
Efendimiz (sav)’e aidiyeti konusunda farklı
kriterler benimsemeleriydi. Bu bağlamda Hz.
Ali’nin (ö. 40/661) raviye yemin ettirdiği, Hz.
Ömer (ra)’in ise raviden ilgili rivayeti Hz.
Peygamber’den işittiğine dair ayrı bir delil
getirmesini istediği nakledilmektedir. Eğer ravi
itimat telkin etmiyorsa onun rivayetini dikkate
almıyorlardı. Nitekim Hz. Ömer (ra) boşanmış
hanımların iddet süresi içerisindeki nafaka ve
barınma hakkı konusunda Fatıma b. Kays
tarafından aktarılan rivayeti, ravisini güvenilir
bulmadığı için reddetmiştir.
• Her sahabinin zihin yapısının ve hukuki
melekesinin farklı olması, ister istemez ictihadi
konularda görüş ayrılığını da beraberinde
getiriyordu. Bu hususta sosyal çevre farkı da
etkili olmaktadır. Nitekim İbn Ömer’in
Medine’de karşılaştığı problemler, ihtiyaçlar ve
sosyal çevre, İbn Mesud’un Kûfe’de karşı karşıya
olduklarıyla aynı değildi. Dini anlayış ve
algılayış biçimlerindeki zihniyet farklılığı da
sahabenin ictihad farklılıklarının temel nedenleri
arasındadır.
9. Dört halife devrinin sonlarında yaşanan siyasi
karışıklık akabinde çıkan gruplar hangileridir?
Cevap: Hariciler, siyasi açıdan muhalif oldukları
sahabilerin rivayet ya da fetvalarına değer vermemiş,
Müslümanların çoğunluğundan farklı, sünnet malzemesini
önemli ölçüde dışlayan, ayrı bir hukuk anlayışı
geliştirmiştir. Şîa’nın eğilimi ise, yalnızca ehl-i beyt ve
onların taraftarı olan sahabilerin rivayetlerini kabul etmek
şeklinde ortaya çıkmıştır. Sadece ehl-i beyt imamlarının
fetvalarına değer atfeden Şîa da ayrı bir hukuk anlayışı
geliştirmiştir. Bu iki grubun dışında kalan -daha sonra Ehli
sünnet ve’l-cemaat adını alacak olan- çoğunluk ise,
rivayetin kabulü için siyasi görüş farklarını bir kriter
olarak benimsememiş; rivayet tekniği ve karakter
açısından güvenilir kabul ettiği ravilerin aktardıkları
haberleri hukuki materyal olarak kullanmış, bu hususta
sahabiler arasında ayrım yapmamıştır.
10. Tabiûn Dönemi ne anlama gelmektedir?
Cevap: Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir
ifade ile Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’den sonraki
ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Bu dönemin
önemli bir bölümü Emeviler’in iktidarda olduğu zaman
dilimine tekabül ettiği için, kimi yazarlarca “Emeviler
Dönemi” olarak da adlandırılmıştır.
11. Hicaz-Irak ya da Hadis-Rey Ekolleri ne anlama
gelmektedir? Açıklayınız.
Cevap: Hicaz müctehidlerinin çoğunu hadis ehli, Irak
müctehidlerinin çoğunu re’y ehli içerisinde
değerlendirmek mümkündür. Bu re’ycilerin hadisi hiç
kullanmadıkları, ya da hadisçilerin asla re’yle ictihad
etmedikleri anlamına gelmemektedir. Her iki grup da
hadisin bağlayıcı bir hukuk kaynağı olduğu,ictihad ve
re’yin de nas bulunmayan konularda kullanıldığında
anlaşmaktadır. Ancak re’y ehli olan fıkıhçılar, nasların
akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların
maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir.
Naslara bu bakış açısıyla yaklaştıklarından nas
bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten
kaçınmazlardı. Bazen naslardan elde ettikleri prensipleri
uygular, bu prensiplerin diğer nasların zahiri (literal)
anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Bundan
dolayı re’y ictihadını geniş bir çerçevede kullanmışlar ve
birçok meseleyi karara bağlamışlardır. Buna karşın hadis
taraftarı kapsamında değerlendirilen alimler, bütün
çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip
anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Bunların fıkhi
uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve
sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın
uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir
sakınca görmemektedirler. Bu tutumları dolayısıyla re’yle
ictihad etmekten kaçınırlar, zorlayıcı bir durumla
karşılaşmadıkça buna yanaşmazlardı.
12. Müctihid İmamlar Dönemi ne anlama gelmektedir?
Cevap: Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın
başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar
uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. İslâm hukukunun
oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan
bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi
nitelemeler de kullanılmaktadır.
13. Mezhep Merkezli Dönemin anlamı nedir?
Cevap: İslâm hukuk tarihi ile ilgili literatürde bu dönemin
hicri IV. asrın ortalarından itibaren başlayıp,
kanunlaştırma hareketleri ve yenileşme arayışlarının
yaşandığı on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar sürdüğü
ifade edilmektedir. Hukuki faaliyetin mezhep yapılanması
içerisinde sürdüğü bu dönem kimi yazarlarca taklid
dönemi olarak adlandırılmaktadır. Usul terminolojisinde,
“delilini bilmeksizin bir başkasının görüşüyle amel etmek”
anlamında kullanılan taklid, ictihad yeterliliği
olmayanların müctehidlerin görüşlerine uymasını
deyimlemektedir. Ancak “taklid dönemi” nitelemesinde
bu kavrama olumsuz bir içerik yüklendiği de dikkatten
kaçmamaktadır. Bu dönemi de kendi içerisinde ikiye
ayıranlar vardır: Hicri IV. asrın ortalarından Bağdad’ın
Moğollar tarafından ele geçirilmesine (1258) kadar olan
dönem ve Bağdad’ın düşüşünden Mecelle’nin
hazırlanışına (1869) kadar olan dönem.
Bu yazarlara göre ilk dönemde mezhep doktrinini, dayandığı deliller ve
metodolojik esaslar çerçevesinde izah eden eserler kaleme
alınmış olmakla beraber, ikinci dönem fıkhi faaliyetin
tamamen metin-şerh-hâşiye çizgisinde seyrettiği bir
duraklama ve gerileme dönemidir. İlgili söylemin
bünyesinde, kısmen ideolojik ögeler taşıyan, abartılı
unsurlar barındırdığı dikkatten kaçmamaktadır.
14. Mezhep Merkezli Dönemin temel özellikleri nelerdir?
Cevap:
• Mezhep merkezli dönemde yazılan eserler
genelde, İslâm hukukunun mezhebin
görüşleri çerçevesinde ele alınması, ulaşılan
hükümlerin temellendirilmesi gayesine
yöneliktir. Bu eserlerde mezhebin kurucu
hukukçularının ictihad ve yorumları
sistemleştirilmiş, bunlardan bir takım genel
kurallar çıkarılmış, bu kurallar ışığında da
birçok yeni mesele hükme bağlanmıştır
(tahrîc).
• Bu dönemde, karşı karşıya kalınan somut
meselelerle ilgili üretilen çözümleri bir araya
getiren fetâvâ, nevâzil ya da vâkıât türü
eserler önemli bir yekün tutmaktadır. Yaygın
kanaatin aksine ilgili literatür, mezhep
merkezli dönemde de hukuki faaliyetin
durmadığını, birçok yeni olayın mezhep içi
ictihad metotlarıyla çözüldüğünü
göstermektedir. Müftîlerin ulaştıkları
çözümler, mezhep içerisinde genel kabul
görünce doktrin kitaplarına intikal ediyordu.
Zaman dilimleri ve sosyal çevre farklılıkları
dikkate alınmak suretiyle ilgili literatür
üzerine yapılacak çalışmalar, İslâm
Hukuku’nun mezhep merkezli dönemdeki
fonksiyonunun ortaya konması açısından
önem taşımaktadır.
• Dönemin bir diğer özelliği olarak, hukuki
alanda kendisini gösteren örfî hukuk ve
kanunname geleneği dikkat çekmektedir.
Daha çok İslâm hukuk doktrininin ayrıntılı
olarak düzenlemediği, bu sahada yürütme
erkine inisiyatif tanıdığı kamu hukukuyla
ilgili konularda etkin olan bu uygulamaların
Türk devlet geleneğine dayalı tarihsel
kökenleri mevcuttur. Özellikle Osmanlı
uygulamasında hukuk sisteminin, fıkıh
doktrinine dayalı şer’î hukuk ile hükümdarın
iradesiyle pozitif hukuk kuralı niteliğini
kazanan örfî hukuk üzerine oturduğu
görülmektedir. Şer’î hukuk-örfî hukuk
ilişkisi hakkında çeşitli tartışmalar
bulunmaktadır. Bu bağlamda zaman zaman
aykırılık ve çatışmalar görülmekle birlikte,
örfî hukukun şer’î hukukla uyumlu olmasına
özen gösterildiği, her iki alana ait kuralların
aynı adlî kadro tarafından bir uyum
içerisinde uygulanmaya çalışıldığı
söylenebilir. Bu ahengin sağlanmasında
Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) gibi dirayetli
hukukçuların katkıları da etkili olmuştur.
Örfi hukuk çerçevesinde ortaya konan
kânunnâmeler içerisinde Fatih’in (ö. 1481)
idari düzenlemeleri içeren kanunnâmesi ile,
Yavuz (ö. 1520) ve Kanuni (ö. 1566)
dönemlerinde düzenlenen ceza hukuku
içerikli kânunnâmeler ilk akla gelen
örneklerdir.
15. Mecelle nedir?
Cevap: Kısa adıyla Mecelle olarak bilinen Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliye 1869-1876 yılları arasında hazırlanmış,
1851 maddelik bir kanundur. Esas itibarıyla eşya, borçlar
ve yargılama hukukuyla ilgili kısımları kapsamaktadır.
İslâm hukukunda kanunlaştırma hareketinin ilk örneğidir.
Hanefi mezhebine bağlı kalarak hazırlanmıştır. Daha
önceleri de bir mezhebin görüşlerini toplayan derleme
niteliğinde eserler oluşturulmuştur. Bunlar içerisinde elFetâve’l-
Hindiyye adlı eserde olduğu gibi, dönemin siyasi
iktidarının isteği doğrultusunda hazırlananlar; Mülteka’lebhur’da
olduğu gibi, mahkemelerde el kitabı olarak
kullanılıp bir anlamda yarı resmi niteliği haiz olanlar
bulunmaktadır. Ancak bunların hiçbiri kanun niteliğinde
çalışmalar olmayıp, Mecelle ilk kanun olarak hem
Osmanlı’da hem de diğer İslâm ülkelerinde
gerçekleştirilecek olan kodifikasyon faaliyetlerine öncülük
etmiştir. Kaynakları ve muhtevası itibarıyla İslâm
hukukuna dayanan Mecelle, form itibarıyla Batı
kanunlarını örnek almıştır. Nitekim Mecelle’nin
hazırlanışını, şeklen de olsa, hukukta Batılılaşmanın
başlangıcı olarak niteleyenler mevcuttur.
16. Hukuk-ı Aile Kararnamesi nedir?
Cevap: Mecelle’nin akabinde İslâm hukukuna dayalı
ikinci bir kanun olarak 1917 yılında yürülüğe giren
Hukuk-ı Aile Kararnamesi verilebilir. Hukuk-ı Aile
Karanamesi dayandığı kaynaklar açısından, ilk kanun olan
Mecelle’den farklı bir nitelik taşımaktadır. Bu kanunun
dikkat çekici özelliği, hazırlanışı esnasında Hanefi
mezhebi dışındaki diğer mezheplerin, hatta görüşleri
kurumsal anlamda mezhepleşememiş müctehidlerin
ictihadlarından da yararlanılmış olmasıdır. Nitekim aynı
uygulama daha sonraki dönemlerde diğer İslâm
ülkelerinde yapılan kanunlaştırma çalışmalarında da
belirleyici olmuştur. Bu perspektiften hareketle birçok
İslâm ülkesinde özel hukuk ve aile hukuku alanında çok
sayıda kanuni düzenleme yapılmıştır (Mahmasânî, 1961).