İnsanın alternatifler arasında tercihlerde bulunabilmesi ve kendisinde hayra
yönelik bir yatkınlık olması, kararlarında nihai olarak hayrın tahakkuk
etmemesi durumunda bir huzursuzluk hali ortaya çıkar. Huzursuzluğun
kaynağı vicdan olarak isimlendirilir. Hz. Peygamber’in birçok Hadis-i
Şerifinde kararlarda son merci olarak isimlendirilen vicdan, insanın kendisi
ile baş başa kaldığında, neyin daha başka olabileceği ve kendisi tarafından
nelerin ne gibi beklentiler veya nelerin ihmali neticesinde arzu edilmeyen bir
durum ortaya çıktığını bilmesi ile huzursuz olur. Kısaca insan öncelikli
olarak kendi vicdanına karşı sorumludur ve bu sorumluluk yerine getirilmezse,
vicdan azabı olarak etkin olur.
Ancak vicdan nihai olarak bütün insanlarda aynı şekilde etkin olmadığı
gibi, insanların gaflet anlarında da zaman zaman devre dışı kalabilir;
toplumsal hayatı takip ettiğimizde birçok hata yapan, hatta suç işleyen insanı
gördüğümüzde, ahlâki hayatta da insanın kendi kendisine bırakılmasının
yeterli olmadığı görülmektedir. Çünkü insan bazen kendi kendisine
zulmederek, kendisini aldatabilmektedir. Bu durumda her bir insan
çevresinde kendisine iyi ve doğruyu hatırlatacak birilerine ihtiyaç hisseder.
Bu hatırlatma bazen yaptırım şeklinde de ortaya çıkar. Mesela “eline sağlam”
olmayan birisinin bu özelliği bilindiği takdirde, etrafındaki insanlar
tarafından güvensizlikle karşı karşıya kalır ve kendisine bazı şeylerin emanet
edilmesi söz konusu olduğunda şüpheyle karşılaşır. Birilerinin şüpheli
tavırlarına maruz kalmak ve bu şüpheyle yaşamak zorunda kalmak, bir
yaptırım şeklidir. Ayrıca ahlâki alanda dikkate alınmayan birçok kural da,
hukukun alanına girmektedir ki, ahlâk alanındaki dikkatsizlik veya ihlaller
hukuki sonuçlar da doğurabilmektedir. Yani vicdanın etkin olamadığı yerde
insanın dostlarından başlayarak sosyal çevresi devreye girer ve kademe
kademe bütün toplum, nihayet adalet kurumları insana, bütün ahlâki karar ve
davranışlarından olmasa bile, başkalarını doğrudan ilgilendirenlerinlerden
dolayı sorumluklarını hatırlatır; gerekirse çeşitli yaptırımlar derece derece
etkin olur. Bu yaptırımlar arasında kınama ve ayıplama, toplumsal hayatta
çokça karşılaşılan yaptırım şekilleridir. Kınama ve ayıplama nihai olarak
insanda mevcut olan haya duygusu ile doğrudan alakalıdır. İnsanlar arasında
utanma ve haya duygusunu kaybetme, önemli manevi kayıplar arasında kabul
edilir. Utanmak, bir fazilettir.
“Utanma” ile “çekinme”, zaman zaman birbirine karıştırılır. Utanma bir fazilet
iken, çekingenlik genel olarak makbul görülmeyen psikolojik bir haldir. Birisinin
“utanmaz” olması, ahlaki kurallar ve faziletler konusunda yeterince hassas
olmadığını ifade ederken, “çekingenlik” yapılması ahlaken uygun, hatta arzu
edilen şeyleri yapma konusunda ortaya çıkan bir zaafı işaret eder.
İnsanın her şeye rağmen bazı fiillerindeki gerçek niyetini, hatta bazı
fiillerini diğer insanalardan gizleme imkânı bulunmaktadır. Ancak ahirette
bütün fiillerin değerlendirileceği büyük ve mutlak manada adil bir
mahkemede muhakeme edileceğinin farkında olmak insana kararların alırken
ve uygularken farklı bir ahlâki ufuk kazandırmaktadır. Bu ufuk nihai olarak
insanın “Allah’a O’nu görüyormuşçasında ibadet etmesidir; her ne kadar
kendisi Allah’ı görmüyorsa bile.” Toplumun da etkin olamadığı yerde
nihayet bütün insanların muhakeme edileceği, bütün verilerin en ince
teferruatına kadar ortaya konulacağı ve kararların mutlak manada adil olacağı
bir mahkemenin varlığı hakkındaki bilgi devreye girer; bu uhrevi “yaptırım”
insana ayrı bir sorumluluk boyutu ve şuuru vermektedir.
Nihayet insanın, bütün insanların olmasa da, aralarında seçkin bir
kısmının bütün karar ve fiillerinde Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözetmeleri ve
O’nun rıza ve ilgisinden mahrum kalma endişesi taşımaları, kendi başına çok
özel bir sorumluluk şuuru vermektedir.