Mu’tezile’nin üzerinde ittifak ettiği beş esas prensip vardır. Ahlâk ilmi
açısından bunların en önemlisi adalet ilkesidir. Adalet ilkesi Allah, insan,
insanın fiilleri ve Tanrı-insan ilişkisi gibi hususlarla ilgilidir. Bu prensibe
göre Allah adil olup insanlara asla zulmetmez. Ahirette adil bir şekilde
ödüllendirilip cezalandırılabilmesi için, insanın dünyada iyi ve kötü
davranışlar arasında tercih yapabilme gücüne sahip olması gerekir. İnsan
kendi fiillerinden sorumludur. Onun davranışları üzerinde Allah’ın bir
müdahalesi yoktur. Aksi takdirde ilahi irade ile vuku bulan bir fiilden insanın
sorumlu tutulması, Allah’ın adaletine ters düşer ve bu da zulmü doğurur.
Bundan dolayı Allah’ın adaletinin gerçekleşmesi, insanın fiillerine bizzat
kendisinin karar vermesine ve kendi iradesi ile onları yapmasına bağlıdır.
Dolayısıyla insanların fiillerini yaratan Allah değil, insanların kendileridir.
Mu’tezile öğretisindeki beş esas prensip (usul-i hamse) şunlardır:
1. Tevhid
2. Adalet
3. Emir bi’l-ma’ruf nehiy ani’l-münker: Kötülüğe karşı koymak ve iyiliği
emretmek, bunun için çalışmak bütün Müslümanların üzerine farzdır.
4. Vaad ve va’îd: Allah’ın iyilik yapanlar mükâfatlandırması, kötülük yapanları
cezalandırması zorunludur. O’nun tövbe etmedikçe hiç kimseyi affetmesi
mümkün değildir.
5. Menzile beyne’l-menzileteyn: Büyük günah işleyenler ne
Müslüman ne de kâfir sayılırlar, bu ikisi arasında bir konumdadırlar. Bunun
için ahirette ne cennet ne de cehenneme giderler; bu ikisinin arasında A’raf
denilen yerde tutulurlar.
Mu’tezile’ye göre bilgi zaruri ve mükteseb (kazanılmış) olarak ikiye
ayrılır. Zaruri bilgi de ya idrak ile ya da akıl yoluyla elde edilir. İdrak ile elde
edilen bilgi ayrıntılara ait olup, bu en açık bilgi türüdür. Zira idrak ile bilinen
bir şeyi ispat etmek için delile ihtiyaç duyulmaz. Acı, sıcak ve soğuk
hakkındaki bilgimiz bu türdendir. Akıl ile ise genel hakikatlerin bilgisine
ulaşılır. Bununla ulaşılan zaruri bilgiye örnek olarak zulmün ve yalan
konuşmanın kötü olduğunun bilinmesi verilebilir. Bu tür zaruri bilgi akıl ile
akıl sahibi herkes tarafından elde edilir. Zaruri bilgi vahye dayanmaz, çünkü
onun bilgisi Allah’ı bilme ve O’na inanmaktan önce gelir. Zorunlu olarak
bilinen ahlâki hakikatler akıl sahibi herkes tarafından kabul edilir.
Kazanılmış (mükteseb) bilgi ise ancak akıl yürütme ile edinilebilir. Akıl
yürütmenin özü fikirdir. Kazanılmış bilgi delillere dayanan (istidlali) bir bilgi
türüdür ve değişmez mutlak bir karakteri vardır. Mu’tezile’ye göre hem
zaruri bilgi, hem de mükteseb bilgi, edinme yolları farklı olsa da, kişiden
kişiye değişmez. Kazanılmış bilginin vahiy ile elde edilen özel bir türü daha
vardır: Vahiy ile elde edilen ahlâki bilgiler zaruri değil, mükteseb bilgi
türündendir. Vahyi bilgi, akli delillerle doğrulanmak zorundadır. Vahiy ile
bilinen hükümlerin içeriği ve geçerliliği, ancak Allah’ın hakîm (hikmet
sahibi) olduğunun ve ahlâken kötü olanı işlemeyeceğinin aklen bilinmesine
bağlıdır.
Mu’tezile’ye göre insan aklının ahlâki değerler hakkındaki bilgisi zorunlu
bilgiler grubuna girer. Mutezili kelamcılar ahlâki vazifelerin iyiliği ve
gerekliliği hakkındaki bilgilerin akli bilgiler olduğunu kabul etmişlerdir.
Bununla birlikte onlara göre vahyin de çeşitli fonksiyonları vardır: vahiy ya
akılla belirlenen temel ahlâk kurallarını doğrulamakta, ya da aklın karar
vermekte yetersiz kaldığı kurallar hususunda ona açıklayıcı bilgiler
vermektedir. Vahyin diğer bir fonksiyonu da ahlâki vazifelerin sosyal hayata
tatbikinde görülür. Çünkü Allah ahlâki vazifelerini yerine getirenlere sevap
vaad ederken, bunları yapmaktan kaçınanları da ceza ile korkutmaktadır.
Ayrıca Allah’ın bir şeyi yasaklamış olması, yasaklanan şeyin kötülüğüne;
emretmesi de emredilen şeyin iyiliğine delalet eder. Yoksa birinin
kötülüğünü, diğerinin iyiliğini vacib kılmaz. Allah’ın iyi bir kulu olabilmek
için akılla bilinen doğru ve yanlışı bir tarafa bırakıp, Allah’ın belirlediği
değerlere uymak hürriyet açısından problemli gözükse de ilahi adalet
açısından sorunlu değildir. Çünkü sonuçta Allah’ın insanların uyması için
ortaya koyduğu kurallar, adaleti gereği zaten iyi olmak durumundadır.
Mu’tezileye göre ahlâki değerler mutlaktır, bu değerler fiillerin değişmez
nitelikleridir. Onlara göre akıl ve din fiillere değer yüklemez, yalnızca
onlarda zaten bulunan nitelikleri açığa çıkarır. Böylece aklın iyi ve kötü,
görev ve sorumluluk konularında ulaştığı bilgiler kesindir. Bu bakımdan
Mu’tezile’ye göre ahlâki hükümler ile estetik hükümler birbirinden farklıdır.
Estetik hükümlerin psikolojik ve sübjektif olmasına karşılık, ahlâki
hükümler, akli teemmülle ulaşılan objektif hükümlerdendir. Mesela insanlar
bir sanat eserinin güzelliği hakkında farklı hükümler verebildikleri halde,
hırsızlık ve yalanın kötülüğü hakkında aynı görüştedirler. Ahlâki değerler
konusundaki insanlardaki farklı kanaatler bu değerlerin izafiliğinden
(göreceli) değil, bilgi eksikliği gibi başka sebeplerden ileri gelir.
Mu’tezile’ye göre iyi ve kötüyü aklıyla bilen insan aynı zamanda istitaat
sahibi olmalıdır. İstitaat “bir fiili yapma ya da terk etme gücü” anlamında
olup, insanda fiile teşebbüs etmeden önce bulunur. Bu güce sahip olmayan
insanın yükümlü tutulması bir zulümdür, dolayısıyla kötülüktür. İyi-kötü gibi
ahlâki değeri olan fiiller ancak güç ve kudret sahibi insanın isteyerek, iradi
olarak yaptığı davranışlardır.
Mu’tezile’ye göre insan iyi (hayır) ve kötüden (şer) birini hür iradesiyle
seçme ve yapma gücüne sahiptir. Onlara göre iki türlü şer vardır: Ahlâki şer
ve tabii ya da metafizik şer. İrade hürriyeti sadece ahlâki şer için söz
konusudur. Tabii şerde insan iradesi ve gücünün etkisi olmayıp, sadece
Allah’ın takdirine bağlıdır. Bunlara örnek olarak hastalık, kıtlık ve çeşitli
afetler gibi zarar ve musibetlerden kaynaklanan kötülükler verilebilir. Onlara
göre tabii şerrin Allah’a nispet edilmesi O’nun adalet ve hikmetine zarar
vermez. Zira Allah, kullarını kendi faydaları ve iyilikleri için mükellef kıldığı
gibi aynı maksatla onlara musibetler de verebilir. Bu musibetler bir suçun
karşılığı olabileceği gibi insanların farkına vardığı veya varamadığı hayırlar
taşıyor da olabilirler. Bunlar bizi bu dünyada başka kötülüklerden koruyacağı
veya ölümden sonra Allah tarafından karşılığı verileceği için yine bizim
faydamıza olacaktır.
Mu’tezile’de bir fiilin ahlâken iyi veya kötü olduğuna karar verirken o
fiilin sağladığı fayda (menfaat) ile verdiği zarar esas alınmaktadır. İnsan aklı,
fiillerin neticesinde ortaya çıkacak fayda ve zararı ölçebilecek güçtedir. Bir
fiilin ahlâki kötülüğünün nihai ölçüsü acı ve ıstıraptır. Zulüm, başkasına
karşı yapılan zararlı fiildir. Zarar ise kendinde herhangi bir fayda olmayan
her türlü acı ve ıstıraptır.
Mu’tezile adaleti fayda ile tarif ederken, faydayı da haz, sevinç veya
bunların ikisini birden veren şey olarak görür. Salah kavramını fayda ile eş
anlamlı kullanan Mu’tezile, Allah’ın insanların faydasına olan şeyi (salah)
emretmeye; zararına olanı da yasaklamak zorunda olduğuna inanır. Ayrıca
Allah insanları onların kudretini aşan şeylerden sorumlu tutmaz (teklif mâ lâ
yutak).
Kısacası Mu’tezile’ye göre ahlâki değerler, objektif bir varoluşa sahiptir
ve akıl, ağacın yaprağının yeşil olduğunu veya taşın sert olduğunu bildiği gibi
vahiyden bağımsız olarak bu değerleri kavrayabilmektedir. Akılla kavranan
ve Allah’ın iradesinden bağımsız, objektif bir varlığa sahip ahlâki değer
anlayışı bu ekole “rasyonalist” sıfatı kazandırırken, kelamcılar arasında ise
bir takım tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur.