İnsan istese de istemese de belirli bir düzen içerisinde hayatını sürdürmek
zorundadır. Bu düzenin tam ve insicamlı haline ahlâk denilmektedir.
İnsanların hayatlarındaki düzenler farklılıklar gösterseler de, her insanın az
veya çok tutarlı, az veya çok şuurlu, az veya çok makul, hatta az veya çok iyi
“bir” ahlâkı vardır. Demek oluyor ki, insanların hayatlarında birden fazla ve
birbirinden farklı davranış düzenleri vardır. Bu da bizi şu sorulara cevap
aramaya iter: Niçin birbirinden farklı davranış düzenleri vardır? Niçin bazı
davranış düzenleri daha etkin ve baskındır? Hangi davranış düzeni tercih
edilmelidir? Niçin? Bu sorularla birlikte davranış düzenleri arasındaki
ihtilafın aşılması veya meşrulaştırılması mecburiyeti kendisini hissettirir ki,
her iki halde de birbirinden farklı sorunlar ortaya çıkar.
Davranış düzenleri arasında tercihin tamamen tesadüfî ve makul hiçbir
gerekçesi olmadığını savunmak, bütün farklılıkları meşrulaştırmak anlamına
gelmektedir. Davranış düzenleri arasında makul bir tercih yapılamayacağını
iddia eden, insanların bütün kararlarının nihai olarak eşdeğer (netice olarak
hepsinin değersiz) olduğunu savunan bu tavra ahlâki görecilik/ahlâki
rölativizm denilmektedir. Ahlâki görecelik, aynı zamanda bir ilim olarak
ahlâkın mümkün olmadığını savunur. Ahlâki rölativizmi savunmak, ilk
bakışta insanların özgürlüklerini savunmak gibi gözükür. Ancak hiçbir sınırın
bulunmadığı bir yerde, hiç kimsenin özgürlüğünden bahsedilemeyeceği için,
ahlâki görecilik görünüşün tam aksi bir neticeyi ortaya çıkarır. Ahlâki
göreciliğin etkin olduğu dönemlerde ve yörelerde, ahlâkın normal olarak
sağlayacağı düzeni, ahlâk dışı güçler üstlenir; bunun en önemli örneklerinden
birisi siyasal diktatörlüklerdir. Diktatörlükler genellikle ahlâki düzenin yok
olduğu toplumlarda, toplumsal düzenin güç esasına dayalı olarak inşa ve
muhafaza edilmesi gayretinde esasını bulur.
Davranış düzenleri arasındaki farklılığın tamamen ve en azından esasa
müteallik kısımlarında aşılabileceğini savunmak, kendisi ile birlikte, ahlâkın
temellendirilmesi diyebileceğimiz bir meseleyi ortaya çıkarmaktadır.
Buradaki temel soru, her bir insanın “bir” davranış düzenine sahip
olmasından hareketle, bütün insanların hayatında farklı farklı şekilde de olsa,
tahakkuk eden asli bir “ilke”nin bulunup bulunmadığı ve bu ilkenin bilinip
bilinmeyeceği sorusunu ortaya çıkarmaktadır. İnsanların davranış düzenleri
farklı olsa da her bir insan diğer insanların davranış düzenini, kendi davranış
düzeninden ne kadar farklı olursa olsun, yeterli zamanı ayırıp yeterli gayreti
göstermek kaydı ile anlama imkanına sahiptir. Hem insanın kendi hayatında
bir “düzenin” olması, hem de başka insanların hayatlarındaki düzeni kavrama
imkanı, insanlar arasında önemli bir müştereğin, bir düzen fikrinin mevcut
olduğunu göstermektedir. Acaba insanların hayatında etkin olan ve onları bir
davranış düzenine götüren veya bir davranış düzenini üstlenmelerini mümkün
kılan ve herkeste, bütün insanlarda mevcut olan bir ilke, bir esas mevcut
mudur?
Her bir insanda insan olması bakımından belirli bir davranış düzeni içinde
hayatını sürdürmesini sağlayan müşterek bir ilkenin olması gerektiği kabul
edildiğinde, bu ilkenin tahakkuk edip etmediği ve nihayet, bu ilkenin hangi
ilke olduğu sorusu ortaya çıkar. Hemen hemen bütün ahlâk felsefelerinin
temel sorusu budur: İnsanlar arasında davranış düzenini mümkün kılan ilke
nedir? Veya hangi ilke insanların hayatlarını belirli bir düzen içinde
sürdürmesini mümkün, gerekli, hatta zorunlu kılmaktadır?
Bu soru kendisi ile birlikte daha farklı bir soruyu da ortaya çıkarmaktadır:
mevcut ahlâklar (yani davranış düzenleri) arasında hangisi, hangi
gerekçelerle tercih edilmelidir? Bu son soruyu “insan için en iyi davranış
düzeni hangisidir?” şeklinde de sorabiliriz. Bu sorunun daha basit bir şekli
kısaca, “ne yapmalıyım ve nasıl yapmalıyım” olarak ifade edilebilir. Bu
soruyu soran ve cevaplandıran çok sayıda filozof vardır. Ancak biz burada bu
konu üzeriden durmayacağız.
Ahlâk hakkında konuşanların önemli bir kısmı her ne kadar felsefeci veya
filozof olsa da, insanların hayatlarının düzeninde daha çok dinlerin ve dinlere
dayanan geleneklerin etkin olduğu görülmektedir. Bu sebeple insanların
davranış düzenlerinin hem tarihi hem de sistematik açıdan dinler ile doğrudan
irtibatı olduğu söylenebilir. Dünya tarihinde bilinen medeniyetlerin hemen
hepsinin bir din ile irtibatlı olması da bunu doğrulamaktadır. Ahlâk ile din
arasında önemli bir irtibat vardır. Şu anda dünyada insanlığın büyük bir
kısmının mensubu olduğu dinler İslâm, Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm
aynı zamanda bir davranış düzeni, bir hayat tarzı da öngörmektedir. Bu
sebeple insanların büyük bir kısmının tarih boyunca olduğu gibi bugün de
dini olarak temellenmiş, kaynağını dinden alan bir davranış düzeni içinde
hayatını sürdürdüğü söylenebilir. Bu durum insanların her yaptığının hesabını
verdiği, makul bir şekilde temellendirdiği gibi bir düşünceyi haklı çıkarmaz.
Belki aksine insanların büyük bir çoğunluğu uyduğu davranış düzenini
herhangi bir şekilde müzakere ve muhasebe etmeden hayatlarını
sürdürmektedirler. Yine aynı şekilde bir davranış düzeninin kaynak olarak bir
dine dayanıyor olması, tam anlamıyla “dini” olmasını gerektirmez; birçok
davranış düzeni köken olarak bir din ile irtibatlı olsa ve bu dinin ön gördüğü
birçok temel ahlâki kuralı içerse de, muhtelif şekillerde değişikliğe, ekleme
ve çıkarmalara, sistematik olmasa bile, müdahalelere maruz kalmış ve
değişmiş olabilir. Bu sebeple ilk bakışta dinle irtibatlı olmadığı düşünülebilen
birçok “temellendirme” denemesi, bir cihetten ve bir şekilde bir din ile
irtibatlı olabilmektedir.
İslâm ahlâkı, İslâm dininin tebliğ edilmesi ile ortaya çıkmış olan ve bu
dinin mütemmim cüzü/tamamlayıcı parçası olan davranış düzenidir.