Giriş
Tarihten günümüze kadar insanın bulunduğu her yerde, az
veya çok medenîleşme hareketinin görüldüğü bilinen bir
gerçektir. Zira toplu yaşayışın doğurduğu medenî
ilerlemeler, insanın yeryüzünde var olduğu günden beri
devam edip gelmektedir. Bu bakımdan, günümüze
gelinceye kadar insanlığın birbirinden farklı özellik
taşıyan kaç medeniyetle karşılaştığı kesin olarak
bilinememektedir. Bununla beraber ünlü medeniyet
tarihçisi Arnold Toynbee, tarihteki 16 medeniyetin
öldüğünü, 5’inin de günümüz Batı medeniyeti tarafından
yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu
belirtmektedir.
Medeniyetler ve İslâm Medeniyeti
Günümüze geldiğimizde iki medeniyet bölgesinin ağırlık
kazandığı görülmektedir. Bunlardan biri, Hıristiyanlık,
Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirinde bulunan Batı
medeniyeti, diğeri de İslâm dininin yayıldığı bölgelerde
hâlâ etkisini sürdüren İslâm medeniyetidir.
Doğuşu ve
gelişmesi esnasında İslâm, birbirinden tamamen farkla
dört medeniyet ve kültür alanı ile karşılaştı. Bunlar:
• Roma (Bizans)
• İran
• Hint
• Çin
İlme önem veren ve ilmî gelişmelere açık olan İslâm
sayesinde Müslümanlar kısa sürede damgalarını
vurdukları bir medeniyet meydana getirdiler. Bu
medeniyet, kısa bir zaman diliminde Cebel-i Tarık
Boğazı’ndan Çin Seddi’ne kadar olan geniş bir sahayı
kapladı.
İlk fetihlerden hemen sonra Müslümanlar, fen, ilim, sanat,
iktisat, tıp, tarih, edebiyat ve felsefe gibi ilimlerde büyük
bir ilerleme kaydettiler. Böylece büyük bir medeniyet
kurulmuş oldu. İslâm medeniyeti, Asya, Afrika ve
Avrupa’nın önemeli bir kısmını içine almakla kalmamış,
aynı zamanda özellikle günümüz Avrupa’sının medeniyeti
olarak bilinen Batı medeniyetinin gelişmesinde de büyük
bir rol oynamıştır.
Bugün sıradan bir insan İstanbul’dan kalkıp Merakeş,
Kuala Lumpur, Kahire, Mekke, Şam, Tahran, Bakü, Şiraz,
Kabil, Lahor, Semerkant, Kalkuta’ya gitse bu şehirlerin
hiç birisinde kendini tamamıyla yabancı hissetmez.
Kendisini az çok alışmış olduğu levhalar, şekiller,
hareketler ve tavırlar arasında görür. Buna karşılık
yanıbaşındaki Sofya, Atina vs. gibi başka medeniyetlere
bağlı şehirlere gittiği zaman kendisini yabancı olarak
görür. Bu durum, medeniyet farklılığından ileri gelir.
İslâm medeniyeti, İslâm dinini kabul eden milletlerin
elbirliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin
adıdır. Hz. Peygamberle başlayan bu medeniyetin kuruluş
ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük
payları olduğu bir gerçektir.
VII. asırdan başlayıp XIII. asra kadar devam eden dünya
medeniyeti tarihi, İslâm medeniyetinden ibarettir. Tarihin
kabul ettiği reddedilmez gerçeklerden birisi de, milâdın
VII. yüzyılından XIII. Yüzyılın ortalarına kadar hem
Avrupa’nın, hem de Ön Asya’nın en medenî ve ileri
memleketlerinin İslâm ülkeleri olduğudur. Bu devirde
Bağdat ve Kurtuba, dünya zenginliklerinin aktığı, ticaretin
son derece hareketli olduğu ve çeşitli sanatların geliştiği
en zengin şehirlerdi. Bütün bu gelişmeler İslâm’ın ilme
verdiği değer sayesinde olmuştur.
Hz. Peygamber döneminden başlayıp devam eden İslâm
medeniyeti,
Kur’ân ve Sünnet’ten aldığı ilhamla insanî birçok değer
ortaya koymuştur. Nitekim sadece Allah’ın rızasını
kazanmak için kurulan vakıfların bir benzerini başka
medeniyetlerde görmek pek mümkün değildir. Vakıf ise
başkalarına yardım etmek gayesiyle kurulan tesislerdir.
Müslümanlar, bu tesisler sayesinde adeta bir “Vakıf
Medeniyeti” meydana getirmişlerdi.
İslâm medeniyetinin koyduğu değerler, sadece insanları
değil, hayvanları da kapsıyordu. Hayvan hakları da
koruma ve güvence altına alınmıştı.
Din, vicdan, düşünce, kişisel hak ve hukuka riayet gibi
insanlık için gerekli olan prensipler, İslâm toplumunun
meydana getirdiği medeniyette yerlerini aldılar. Bu
değerler, bazen Kur’an’ın emirleri, bazen de Hz.
Peygamber’in uygulaması şeklinde Müslümanlara ulaştı.
İslâm Medeniyeti ve İlim
İslâm kültür ve medeniyetinin en önemli kaynağı olan
Kur’ân-ı Kerim, ilk ayeti ile okumayı emretmektedir. Bu
kitabın kendisine gönderildiği Hz. Peygamber de
ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kur’ân ile Hz.
Peygamber’in okuma ve öğrenmeyle ilgili emirlerini göz
önünde bulunduran Müslümanlar, daha İslâm’ın ilk
yıllarından itibaren öğrenmek için bütün imkânlarını
seferber ediyorlardı.
Dinî bilgilere sahip olunmadan ibadet yapılamazdı, ancak
ibadetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler
olmadığını da belirtmek gerekir. Zira namaz kılmak veya
oruç tutmak isteyen bir Müslüman, başını yerden kaldırıp
gökleri araştırmak ve ay ile güneşin hareketlerini takip
etmek zorundadır. Bu da basit bir şekilde de olsa bir
astronomi bilgisine; zekât vermek isteyenin matematik
bilgisine; hacca gitmek veya namaz kılmak için kıble
yönünü tayin etmek isteyen kişinin en azından coğrafya
bilgisine sahip olma zaruretini duyar.
İslâmî anlayışa göre ilim ve ibadet, birbirinden ayrılmayan
iki unsurdur. Bu sebeple Müslümanlar, İslâm’ın ilk
asırlarından itibaren çeşitli ilimleri araştırmaya başladılar.
Başlangıçta kısmen tercüme şeklinde olan bu çalışmalar,
daha sonra gelişerek bizzat Müslümanların kendi eserleri
olarak ortaya kondu. Bu çalışmalarda Kur’ân, Sünnet,
Fıkıh, Kelam gibi tercümeye ihtiyaç duymayan dinî
ilimlerin yanında tarih, coğrafya, astronomi, tıp, felsefe,
matematik, mimarî, iktisat, sosyoloji vs. gibi ilimler de
onların çalışma alanlarına girdi. Bu alanlarda çalışanlar
arasında; Et-Taberî, Razi, İbn Cülcül, İbn Cezzar, İbn
Sina, el-Mesûdî, el-Birûnî, İbn Hazm, İbn Rüşd, elGazzalî,
İbnü’n-Nefis, Abdülaziz es-Sivasî, Geredeli
Murad, Hacı Paşa, Mukbilzâde Mümin, Sabuncuoğlu
Şerafeddin Ali, Ak Şemseddin, Ali Kuşçu, Mirim Çelebi,
İbn Kemal, Ebussuûd Efendi gibi birçok âlim vardır ve
dünyaya ışık tutmuşlardır.
Hz. Peygamber’in, bizzat kendisinin bir öğretici olduğuna
işaretle “Allah, beni bir muallim (öğretici-öğretmen)
olarak gönderdi.” (İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, nr. 229)
şeklindeki hadisi, Müslümanlar için bir rehber olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’in, “Ey Rabbimiz! Onlara, kendi
içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitap ve
hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder”
(Bakara, 2/129) ayeti de bir anlamda onun vazifesinin
öğreticilik olduğuna işaret etmektedir.
İslam Dünyası ve ilim denince medreselerin rolü
yadsınamaz bir gerçektir. İslam coğrafyasındaki insanlar
medreseler sayesinde eğitilmiş, medreseler dini ve akli
bilginin merkezleri olmuştur.
İslâm Medeniyeti ve Adalet
İslâm medeniyetinin önemli özelliklerinden biri de adalet
prensip ve anlayışına bağlı olmasıdır. Arapça “a.d.l.”
kökünden gelen adalet kelimesi, sözlüklerde hakkı yerine
getirmek, denk kılmak, doğru olmak, birbirine eşit olmak,
terazinin kefelerini eşit hale getirmek, insaf etmek,
haksızlıktan kaçınmak, herkese hakkını vermek,
davranışlarda doğru olmak ve tarafsızlık gibi birçok
anlama gelmektedir. Bu kelimenin zıddı ise zulüm,
haksızlık, taraf tutma ve insafsızlıktır.
İslâm, gerek Kur’ân, gerekse Hz. Peygamber’in hadisleri
vasıtasıyla herkese karşı aynı şekil ve şartlarda adalet
uygulanmasını ister. Ve bu önemli bir prensip, hatta bir
ibadet gibi telakki edilmektedir. Zira adaletin uygulanması
sayesinde her türlü haksızlık ortadan kalkacaktır.
Bir adı da “Âdil” olan Allah, her türlü fiil ve
hareketimizde adalet prensibine riayet etmemizi ister.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “Şüphesiz ki Allah,
size adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi
emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar.”
(Nahl, 16/90) ile “Ey insanlar! Allah için adaleti ayakta
tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi
adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun ki o, takvaya daha
yakındır…” (Mâide, 5/8) ayetleri, adaletin önemine işaret
etmektedir.
İslâm Medeniyeti ve Hoşgörü
İslâm’ın önemsediği ve insanlar arasında uygulanmasını
istediği değerlerden biri de hoşgörü dediğimiz
müsamahadır. Kelime olarak “görmezliğe gelme,
bağışlama gibi manalara gelen hoşgörüyü müsamaha ve
tolerans kelimeleriyle de kullanıyoruz.
Kur’ân-ı Kerim’in, “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel
öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel tarik (yol,
şekil) hangisi ise onunla yap” (Nahl, 16/125). Keza,
“Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256) ayetleri, İslâm’ın
başka din, anlayış ve felsefelere sahip olan insanlara bakış
açısını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm
tarihinde zorla İslamlaştırma gibi bir harekete rastlanmaz.
Bizzat Hz. Peygamber döneminde sayısız örnekleri verilen
İslâmî müsamaha o kadar geniştir ki, günümüzün insaflı
yabancı araştırıcıları da bunu kabul etmek zorunda
kalmıştır. İslâm’ın bu yöndeki uygulamasından
hayranlıkla bahseden Batılı bir kaynak bize şöyle bir olay
anlatır: “Bir gün, bir Musevî Muhammed’e gelir. İleri
gelen erkândan birisinin kendisinin dinî hislerini incittiğini
ve Muhammed’in Musa’dan üstün bir peygamber
olduğuna dair bir ifadede bulunduğunu söyler. Peygamber
o zata dönerek der ki, böyle bir şey söylememeliydin,
başkalarının itikadına saygı göstermek gerekir.” Bu
ifadeler bize, Hz. Peygamber’in dinî inanç konusunda ne
kadar hoşgörülü ve müsamahakâr davrandığını
göstermektedir.
İslâm’ın hoşgörü anlayışı ve ötekine karşı olan insanî
tutumu İslâm coğrafyasının en batı ucunda bulunan
Endülüs’te de devam etmişti. Gerçekten çok dinli ve çok
kültürlü bir yapıda bulunan Endülüs’te yaklaşık sekiz asır
süren İslâm hâkimiyeti (711-1492) sırasında Müslümanlar,
Hıristiyanlar ve Yahudiler aynı ülke içinde bir arada ciddi
problemlerle karşılaşmadan yaşıyorlardı.
Endülüs fethedilmeden önce Hıristiyan yöneticiler
tarafından baskıya maruz kalan ve zorla Hıristiyanlaştırma
muamelesine tabi tutulan Yahudiler, Müslümanların
adaletli ve hoşgörülü yaklaşımları sonucunda varlıklarını
muhafaza ettiler. Aynı ılımlı politika buradaki
Hıristiyanlar için de geçerli olmuştur. Zaten Müslümanlar
böyle bir politikadan başkasını da uygulayamazlardı; zira
peygamberlerinin gayrimüslimlere karşı olan politikası
buna izin vermezdi.
İspanya’da Müslümanlar tarafından meydana getirilen
büyük medeniyet dairesi içinde farklı din ve kültürlere
sahip insanlar huzur içinde 8. Yüzyıldan 15. Yüzyıla kadar
hayatlarını devam ettirdiler. Müslüman Araplar 711
senesinde İslâmiyet’i İspanya’ya sokmuşlardı. 1502
senesinde ise Ferdinand ve İsabella tarafından duyurulan
bir ferman ile bütün İspanya kraliyeti dâhilinde İslâm dini
yasaklandı. Hâlbuki bu iki tarih arasında geçen yüzyıllar
süresince Müslüman İspanya’da Ortaçağın en parlak tarih
sayfalarından biri yazılmıştır.
Müslüman Türklerin, İslâmî emirlerden kaynaklanan
davranışları, onları başka dinlerdeki insanların
hareketlerine karşı daha soğukkanlı ve toleranslı olmaya
sevk etmişti. Nitekim dinî gayretkeşliğin sonucu olarak
ortaya çıkan Haçlı Seferleri’nden bahsederken Claude
Cahen, “Haçlı Seferleri’nden bu yana, Selçukluların
dindeki tutumu, Avrupa’daki yanlış bazı yorumlara yol
açmıştı. Bu nedenle burada Selçukluların Müslüman
olmayanlara ve özellikle Hıristiyanlara karşı İslâm dininin
önde gelen ve köklü özelliği olan hoşgörüyü hiç
değiştirmeden uygulamış olduklarını belirtmekte yarar
var” diyerek Haçlıların her türlü kötü hareketlerine karşı,
Selçukluların insanca müsamahayı elden bırakmadıklarını
belirtmek ister.
Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlılarda da
başka dinden olanlara karşı müsamahalı davranmak devlet
politikasının başta gelen özelliği idi. Bu politikaya
devletin kuruluşundan itibaren riayet ediliyordu. Bu
bakımdan, Osmanlıları pek sevmemekle birlikte Gibbons,
“Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan
Yarımadasındaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz
zaman, Osmanlıların daha barışçı olduklarını kabul ve
beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan kitlesini
tebea (vatandaş) edinen Orhan, zorla din değiştirme
teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı idi.” diyerek
hoşgörü anlayışının devletin kuruluşundan itibaren var
olduğuna işaret eder. Bu uygulama daha sonraları da
devam etmişti.
Hiç kimsenin dininden veya ırkından dolayı hor
görülmediği uygulama Osmanlı idaresindeki şehir veya
köylerde uygulanmaktaydı ve buralarda bulunan kiliselere
dokunulmamıştı. Bunların tamir ve onarımlarına izin
verilmişti. Şu anda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde
gayrimüslimlerin dinî müesseseleri, onlara ait dinî ve
hayrî işlerden bahseden 10 adet “Kilise Defteri”
bulunmaktadır. Bunların ilki, 1453 tarihini taşımaktadır ki
bu, İstanbul’un fetih tarihidir.
İslam Medeniyetinde İnsan Hakları
Tarihin en eski dönemlerinden beri insan hakları, farklı
topluluklarda farklı şekillerde korumaya çalışıldığı
bilinmektedir. Toplum hayatında zaman zaman bazı
insanlar çeşitli sebeplerden haksızlığa uğrayabilirler. İslam
ülkelerinde bu tarz durumlara karşı Mezalim bulunurdu.
Bazı devlet görevlilerinin şu veya bu şekilde halka karşı
sergiledikleri haksızlıkları ortadan kaldırmaya yönelik
faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan ve günümüz hukuk
anlayışına göre İstinaf mahkemesi, Temyiz, Danıştay,
Ağır Ceza mahkemesi veya Adalet Bakanlığı gibi
terimlerin karşılığı olarak kullanabileceğimiz mezalim,
insan haklarının korunmasına büyük bir rol oynamıştır. Bu
müessese İslam dünyasında özellikle halkın şikâyetlerini
dinleme ve bir anlamda onu devlete karşı koruma
hususunda küçümsenmeyecek bir hizmeti yerine
getirmiştir.
Hılfü’l-fudûl adı verilen toplantılar Mekke’de
haksızlıkları önlemek için yapılan toplantılardı. Bu
toplantılarda haksızlıklar önlenmeye çalışılır hak
sahiplerine hakları iade edilirdi.
Osmanlı dünyasında, günümüzün ifadesiyle sivil toplum
örgütü diye isimlendirebileceğimiz bir müessese vardır ki,
o da şu veya bu sebepten dolayı sıkıntıya düşen insanların
haklarını korumak ve onlara yardım etmek üzere
teşkilatlanmış olan vakıftır. Vakıf kurumu yüzyıllardan
beri İslam ülkelerinde büyük bir önem kazanmış sosyal ve
ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî
ve hukukî bir kurumdur.