“Müslüman için, her zaman 1 numarada davası vardır ve fedakârdır.”
Kıymetli Kardeşlerim!
Ashabı-ı kiram çoluk çocuğunu, malını mülkünü geride bırakıp, en ücra diyarlara kadar ulaşarak İslam’ı tebliğ vazifesini yerine getirmemiş olsalardı, bugün bu kadar insan İslam’la müşerref olabilir miydi?
Fedakârlık: Değer verilenler uğruna kendi menfaatlerini hatta kendini feda etmekten çekinmemektir.
Fedakârlık farklı şekillerde yapılabilir. Bedir harbinde kendilerinden 10 kat daha fazla olan müşriklere karşı, canını hiçe sayarak savaşan
Sahabe Efendilerimiz canlarıyla; Tebük Gazvesi’nde malının tamamını Allah yolunda veren Hz. Ebu Bekir (r.a) mallarıyla;
Ömrünü talebelerine harcayan Hz. Üstadımız (k.s) ilmiyle bize fedakârlığın nasıl yapılması gerektiğinin en güzel örneklerini sunmuşlardır.
Kıymetli kardeşlerim, fedakarlik karsilikli olana denir
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de İslami hizmetlerde fedakârca davrananlarla, davranamayanların farkını anlatırken şöyle buyurmuşlardır:
لا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًا
“Müminlerden, özür sahibi olanlar dışında, oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah (mü’minlerin) hepsine de güzellik (cennet) va’detmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa Suresi-95 Ayeti Kerime)
Bu ayeti Kerime’de Yüce Rabbimiz; Müminlerden, fedakârca davranıp, mallarını, mülklerini, ailelerini bırakarak kendi yolunda cihat etmek için canlarını ortaya koyanlarla, evlerinde ailelerin yanında oturup cihada iştirak etmeyenler arasındaki farkı vurgulamış ve Cihada çıkanların daha üstün olduğunu beyan etmiştir.
Kardeşlerim!
Bizler bugün şuurlu olarak İslamiyet’i yaşayabiliyorsak bu Rasülullah’ın(s.a.v), Sahabeyi Kiram’ın, Silisilei Saadatın ve daha nice Müslümanların fedakârlıkları vesilesiyle mümkün olmuştur.
Pakistanlı Müslümanların Fedakârlığı (Kıssa)
Anadolu’nun işgali sırasında Pakistanlı Müslümanların yaptığı fedakârlık takdire şayandır. Üstelik o yıllarda Pakistan-Hindistan Müslümanları, İngiliz sömürüsünün pençesinde inliyorlardı. Yüz yıl süren ticarî, siyasî, politik sömürü; Pakistan halkını aç ve açıkta bırakmıştı. Osmanlı zor durumda, Halife-i Müslim’in darda denilince, kimin neyi varsa toplayıp zamanın Rusya’sı üzerinden Türkiye’ye ulaştırmışlardı.
Tarihe bir kardeşlik ve aidiyet vesikası olarak zapt olan bu hadiseler, hem Osmanlı devlet arşivlerinde hem de o zamanın şartlarıyla Pakistan arşivlerinde mevcuttur.
Biri meydana çıkmış nida ediyor. “Ey ümmeti Muhammed yetişin! İslam’ın son kalesi son temsilcisi Osmanlı, halifelik makamı zor durumda. Bütün küffar birleşmiş İslam’ın son kalesine saldırıyor. Allah aşkı için Muhammed aşkı için Müslüman kardeşlerimize yardım edin.”
Bu nida bir uğultuya dönüşüp kulaktan kulağa şehrin bütün sokaklarına yayılıyor. Herkeste bir hareketlilik başlıyor. Kadınlar kollarındaki bileziği, kulaklarındaki küpeyi çıkarıyorlar. O zaman mahallede yardım toplayanların anlattıklarından en fazla bu hikâye dikkatimizi çekiyor:
Şehrin fakir mahallelerinden bir evde anasıyla oğlu konuşuyor. Çocuk annesine,
“Anneciğim, bari unlardan bir çuvalını bize bıraksaydın. Kardeşlerim açlıktan ölecek.“
“Oğlum, Evladım! Biz ölürsek biz ölürüz. Osmanlıya bir şey olursa İslam zarar görür.” diyor.
Yine meydanda ihtiyar bir kadın, insanlardan yardım istiyor. “Benim ne unum var ne de altınım, ne küpem var ne de bileziğim. Biricik evladım, kucağımdaki şu kara oğlum var. Allah için yok mu bir hayır sahibi.” Etraf bir anda çalkalanıyor. Hıçkıranlar, dua edenler, secdeye kapananlar. Onlarca hayırsever o küçük bebeği satın alıyorlar. Parası Anadolu’ya gitsin diye teslim ediyorlar o Pakistanlı pak ve temiz Ana’nın ellerine. Evladını da geri veriyorlar bize dua et diye.
Resmi rakamlara göre 2,5 milyon sterlin gibi bir yardım toplanıp Osmanlı’ya ulaştırılıyor. Pakistan (Hint Müslümanları) sadece maddi yardım toplamakla kalmayıp yaklaşık 3.000 kişilik kolluk kuvvetiyle fiilen savaşa da katılmışlardır. Hicaz cephesinde ve muhtelif cephelerde savaştıkları bilinmektedir. (İnsan ve Hayat 58.sayı s.33)
Kıymetli Kardeşlerim!
Osmanlı’nın zor döneminde, Pakistan ve Hindistan Müslümanları, İngiliz sömürüsünün pençesinde inlerlerken bile, Halife-i Müslim’in darda denilince fedakârlıktan kaçınmamışlardır.
Fedakarlık hakkında kısa hikayeler
Afrika bölgesi, sömürgeci devletlerden yani Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu ülkelerinden uzun yıllar zulüm gördüklerinden kültürlerinde beyaz ırktaki insanlara karşı kin ve nefret oluşmuştur.
Geri kalmış bölgelere göre çok daha iyi şartlarda ve daha huzurlu bir ortamda yaşıyoruz. Peki Kardeşlerim! Siz şuan ki rahatlıklarınızı bir düşünün. Siz de Ashab-ı Kiram gibi, büyüklerimiz gibi içinde bulunduğumuz güzelliklerden fedakârlık yaparak Afrika’ya hizmet için çağrıldığınızda gidebilir misiniz? Biraz zor değil mi?
Bakınız, talebeliğinden beri, bu hizmetin bir yerinde olmalıyım diye düşünen üniversite mezunu bir kardeşimiz, ben de varım demiş ve dilini, kültürünü bilmediği; hayat şartlarının buradan kat be kat zor olduğu Afrika’ya, Müslüman kardeşlerimize Kur’an-ı Kerim öğretmek için gitmiştir.
Peygamber Efendimizin (s.a.v) ve onun yolundakilerin terbiyesi ile yetişmiş bu kardeşimiz tüm bu tehlikeleri göze alarak kendisini düşman olarak gören bir memlekete hizmete gitmiştir. Kendisi sömürgeci zihniyetten çok farklı olarak buradaki Müslüman kardeşlerimize şefkatli bir kişilik kimliği ile onlara Kur’an-ı Kerim’i ve diğer dini ilimleri öğretir ve O’nunla amel etmek için davranışlarıyla da örnek olur. Hatta öyle bir fedakârlık örneği sergiler o kadar samimi gayretler gösteriri ki talebelere ileride ne olmak istiyorsunuz şeklinde soru sorulduğunda tamamına yakını “biz de başımızdaki hocamız gibi abi olmak istiyoruz” derler.
Yani bu din öyle bir din ki kardeşlerim ihlas ve samimiyet üzere fedakârlıklar yaptığımız zaman Hz Allah cc bizi düşman olarak görenleri dahi bize son derece bağlı dostlar kılar.
Mutluluk olan yerde, fedakârlık vardır.
İki Kardeşin Fedekarlığı (Kıssa):
Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı.
Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
”Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi,
“Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok.”
Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı.
Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine :
“Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaslandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaslandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak” diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı.
İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.
Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler.
O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.
İki Arkadaş (Kıssa)
Çok samimi iki arkadaş vardı. Biri çok kurnaz ve atılgan; diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi.
Bir gün kurnaz olan, saf olanın yanına gidip işlerinin bozulduğunu söyleyerek ondan para istedi.
Saf kahramanımızın kalbi de saf ve temiz olduğundan kırmadı can dostunu, verdi elinde avucunda ne varsa…
Kurnaz arkadaş bu parayla islerini düzeltti. Bir süre geçmişti ki aradan kurnaz olan, saf arkadaşından; arkadaşının evlenmek üzere olduğu nişanlısını istedi.
Kızı çok beğendiğini ve onsuz yaşayamayacağını söyleyerek…
Saf olan, nişanlısıyla konuştuktan sonra, onu da verdi çok sevdiği dostuna.
Gün oldu saf olanın işleri bozuldu. "Arkadaşım beni ortada bırakmaz" diye düşünüp kendisine bir iş vermesini istedi kurnaz arkadaşından. Kurnaz olan; arkadaşına, yanında bir iş bile vermedi. Saf olan, kendisini ortada bıraksa da kızamadı can dostuna.
Bir gün parkta saf olanın yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşıp fakir olduğunu, ilaçlarını bile alamadığını söyledi.
Bizimki yaşlı adamcağıza acıyıp, ilaçlarını aldı. Sonra tutup karnını doyurdu…
Evini öğrenip ara ara yemekler götürdü. Bir zaman sonra yaşlı adamın öldüğünü duydu. Çok üzüldü.
Yaşlı adamın aslında çok zengin olduğunu ve bütün mirasını kendisine bıraktığını öğrenince de çok şaşırdı.
Saf kahramanımız artık zengindi.
Biraz da sevdiği dostuna olan kırgınlığıyla, bir ev aldı kurnaz dostunun evinin karşısında.
Bir gün saf olanın evinin kapısını dilenci bir kadın çaldı. Yaşlı kadın; çok aç olduğunu söyleyerek yiyecek alabilecek kadar para yahut birkaç parça yiyecek istedi. Saf kahramanımız o kadar iyi kalpliydi ki; kadını içeri davet etti.
Karnını güzelce doyurması için. Kadının kimi kimsesi olmadığını öğrenince de, kadına evinde bir oda verdi. İyiliğin altında kalmadı kadıncağız da, kendince evin işlerini görmeye koyuldu.
Aradan bir süre geçince, kadın ve saf kahramanımız neredeyse anne oğul gibi oldular.
Kadın, artık evlenip bir yuva kurmasını tembihlemeye başladı bizimkine.
Bizimki ilk aşkından aldığı yarayla aklında böyle bir düşünce olmadığını söylediyse de çok direnemedi.
Gel zaman git zaman yaşlı kadın bizimkine; kendisine uygun bir kısmet bulduğundan bahsedip tanışmalarını çok arzuladığını söyledi. Bizimki çok sevdiği yaşlı kadını kıramadı ve kabul etti kızla görüşmeyi. Bu tanışma sonucunda büyük bir aşk doğdu.
İşin sonu evliliğe kadar gitti. Düştüğü zorluklardan sonra kendisi için her şey iyi gitmeye başlayan saf kahramanımız, kırgın olduğu halde kurnaz dostunu da düğününe çağırdı.
Düğün devam ederken saf kahramanımız içindekileri daha fazla tutamayarak eline mikrofonu aldı. Ve başladı yıllardır içine attıklarını birer birer anlatmaya.
Candan sevdiği arkadaşına elindeki tüm birikimi verdiğini, sonra sevdiği kadından arkadaşının mutluluğu için vazgeçtiğini.
İşleri bozulup dara düştüğünde bu dostunun ona fabrikasında bir iş bile vermediğini.
Tüm bunlara rağmen arkadaşı için hala sahip olduğu her şeyi verebileceğini anlattı.
Salondaki herkes bu konuşma üzerine duygulandı. İçten içe merak ettiler; bu kadar vefasız olan kişinin kim olduğunu.
Kurnaz olan dayanamadı ve aldı eline mikrofonu başladı anlatmaya:
- Bu hikâyedeki vefasız dost benim. Lakin hikâyeyi bir de benden dinleyiniz.
İşlerim bozulduğunda dostuma gittim ve borç istedim. Sağ olsun elinde avuncunda ne varsa fazlasıyla verdi ben de bu parayla işlerimi düzelttim. Evlenmeye hazırlanıyordu ki ondan nişanlısını istedim.
Çünkü nişanlısı onu parası için istiyordu arkadaşıma layık bir eş değildi. Arkadaşım bana nişanlısını da verdi.
Sonra arkadaşımın işleri bozuldu, fabrikama gelerek benden iş istedi.
Can yoldaşım saydığım arkadaşımın emrimde çalışmasına gönlüm razı olmadı.
Bu fabrikada senin de hakkın var desem gururundan kabul etmeyeceğini biliyordum.
Zor zamanında arkadaşımı ortada bırakmaya da gönlüm razı olmadı. Parkta yanına gelen yaşlı adam benim babamdı.
Babam çok hastaydı. Babamı onun yanına gönderdim ki; babam vefat edince fabrikadan payını vermeye sebebim olsun.
Sonra gördüm ki; kendine bakmaz oldu. Kapısına gelen dilenci benim annemdi.
Annemi yanına gönderdim ki; dostuma iyi baksın. Ve son olarak söyleyebilirim ki; bu gün benim en mutlu günüm.
Zira can dostumun evleneceği bu bayan; benim kız kardeşim.
İşte biz böyle dostuz.
Karı Koca Fedekarlığı:
Evsiz barksızdı. Ne başını sokacak bir evi, ne de sığınacak bir yuvası vardı. Kara kara düşünüyor, çaresizliğin kıskacında kıvranıp duruyordu. Derdini kime açabilirdi? Kimden gidip de birşey isteyebilirdi?
İstemek çok zordu. İlk gittiği kimse, ya “Hayır” derse, ne yapacaktı? İkinci bir kişiye gidebilecek yapıya sahip değildi. İyice cesareti kırılacak, ümitleri suya düşecekti.
Düşündü, taşındı, “En kötü karar kararsızlıktan iyidir diyerek kararını verdi. Oturduğu yerden kalktı, doğru Mescid’in yolunu tuttu.
Başını kapıdan şöyle bir uzattı. İçeride Resulullah (s.a.v.) sahabileri ile sohbet halindeydi. Vâkıa kendisini onlardan ayrı görmüyordu. Dâva arkadaşlarıydı, can yoldaşlarıydı. Cihad meydanlarında omuz omuza kılıç sallamışlardı. Düşündüğünü, aklından geçeni onlardan gizlemesine gerek yoktu. Hele Resulullahtan gizli tutmasının hiç mânâsı yoktu. Zira Resulullah, Sahabilerinin şahsî meseleleri ile de bizzat ilgilenirdi.
Kapıdan adımını attı. Fakat ayağının biri gidiyor, biri geri çekiliyordu. Halbuki sair zamanlarında gayet rahat girerdi bu kapıdan. Hiç de böyle bir tereddüde kapılmazdı. Aklına gelen meseleyi de hiç çekinmeden Resulullah’a sorardı, cevabını alırdı. Fakat bu seferki mesele doğrudan şahsını ilgilendiriyordu.
Çekildi bir köşeye oturdu. Nurlu sçhbet tatlı tatlı devam ediyordu. Sohbetin sonuna gelinmişti. Artık derdini açabilirdi. Günlerdir kafasında tasarladığı, düşündüğü şeyi açtı.
“Yâ ResulAllah” dedi, “müsaade buyurursanız bir meselemi arz etmek istiyorum. Benim evim yok, bir ev yapmak istiyorum, fakat arsam da yoktur. Falan zatın bir hurma bahçesi var. Onun bir kenarına bir ev yapmak istiyorum. Acaba razı olur mu?”
Sözünü ettiği zat orada hazır bulunuyordu. Peygamberimiz, ihtiyaç sahibi olan bu sahabisinin dileğini bahçe sahibine sordu:
“Cennette bir hurmalık karşılığında bu adama arsayı verir misin?”
Ancak adam ihtiyacının olduğunu ileri sürerek rıza göstermedi.
Allah Resulü (sav) ricası reddedildiği için sahabesine ne kızdı, nede darıldı.
Ona en küçük bir tepki göstermedi. Yalnızca onun cevabını diğer sahabesine iletti.
Onu manen de sorumlu tutmadı, zira ona yaptığı bu rica peygamberlik sıfatı ile değil insanlık sıfatı ileydi.
Ağaca yahut onun bedeline, kendisinin daha fazla ihtiyacının olduğunu düşünen sahabe, Allah Resulüne uygun bir dille “hayır” dedi.
Tam bu sırada Ebu Dahdah yanlarına geldi. O sırada ağaç sahibi gitmişti.
Durumu öğrenen Ebu Dahdah hemen ağaç sahibinin yanına giderek:
Ağacını benim hurma bahçeme karşılık bana satar mısın? diye ona çok cazip bir teklifte bulundu.
(Bu bahçe, Ebu Dahdah’ın Allah için bağışladığı altı yüz hurmalık bahçenin dışında, başka küçük bir bahçe idi.)
Sahabe bir ağaca karşılık bir bahçe verilince, çok karlı bir alışveriş olduğunu düşünerek hiç düşünmeden teklifi hemen kabul etti.
Asıl büyük kazanç elde eden Ebu Dahdah da teklifi kabul edildiği için çok sevindi.
O sevinçle hızlıca Allah Resulü (sav)’nün yanına giderek, böylece hem Resulullah’ı memnun edecek, hem de o ihtiyaç sahibi kardeşini sevindirecekti.
Az sonra, “Yâ ResulAllah” dedi, “evimle değiştiğim bu hurma bahçesini size veriyorum.
Siz de o kardeşime verin.” Resulullah çok memnundu. Ebû Dahdah’a ebedî müjdeyi verdi:
“Ebû Dahdah’m Cennetteki evi ne kadar büyük!” Bu sözlerini birkaç defa tekrarladılar.
Ebû Dahdah sevinçten uçuyordu. Dünya evini vermiş, âhiret evini satın almıştı. Fakat içine bir kurt düşmüştü.
Eve gittiğinde hanımına meseleyi nasıl açacaktı? Acaba o ne diyecekti?
Ya karşı çıkar da, “Biricik evimizi niye verdin?” diye reddederse, ne yapacaktı. Bu düşünce ile evin yolunu tuttu.
Kapıyı vurdu, içeri girdi. Fazla zaman geçirmeden, eğip bükmeden yaptığı işi doğrudan hanımına açtı:
Ya Ümmü Dahdah” dedi, “evi boşalt, çünkü ben onu Cennetteki bir ev karşılığında satıverdim.”
Cennetteki ebedî sarayı duyan imân kahramanı yüce kadın,
Sahabi hanımı olduğunu gösterdi ve sevincini dile getirmekte gecikmedi:
- Kârlı bir ticaret yapmışsın ey Ebu Dahdah! Allah alışverişini mübarek kılsın, Allah senden razı olsun dedi. "
Sonra topladıkları hurmaları bahçede bırakıp, çocuklarını yanına alarak bahçeyi gönül hoşluğu içinde terk etti.
O günlerde Nebevi terbiyeden geçen erkek kadın bütün sahabelerin, hepsi birbirinden şuurluydu.
Rasul- i Zişan’ın rahle-i saadetlerinde ilmihal okudukları için, her biri birbirinden güzel, dillere destan örnekler
sergiliyordu.
Bu hadis-i şerif'i Enes b. Malik (ra) anlatıyordu. (Kurtubî, Ahkâmü’l- Kur’ân, 2/202.)
Ebu Dahdah’ı bu fedakârlığa sevk eden unsur şu İlâhî teşvikti:
مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٢٤٥
"Menzellezî yukridullâhe kardan hasenen fe yudâifehu lehû ed’âfen kesîrah(kesîraten), vallâhu yakbidu ve yebsut(yebsutu) ve ileyhi turceûn(turceûne)." (BAKARA Suresi 245. ayet)
“ Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç (istiyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. Sadece O’na döndürüleceksiniz.”
“Malını Allah rızası için harcayıp da Allah’a güzel bir borç verecek kim var? İşte onun karşılığını Allah kat kat verecektir.”
Evet, aynı ideali, aynı ebedî hedefi paylaşan o bahtiyar karı-kocalardır ki, imân dâvâsı bugüne kadar gelebilmiştir.
Ne mutlu onlara!